A yüzü B yüzü: Three Billboards Outside Ebbing, Missouri

Yazı: Binnaz Saktanber, Melikşah Altuntaş – İllüstrasyon: Berkay Dağlar

Ödül sezonunun tartışmalı filmlerinden Three Billboards Outside Ebbing, Missouri , Binnaz Saktanber ve Melikşah Altuntaş’ı da iki ayrı kutba ayırdı. Acaba erkekliğe fazlaca hayran McDonagh ancak erkeklik arketipine bulanan karakterleri güçlü ve akıllı görüyor olabilir mi? Yoksa film gücünü tam da böylesine bıçak sırtı bir hikâyeyi anlatırken izleyicisi ile arasına didaktik bir sınır çizmeyi reddetmesinden mi alıyor?  

Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz: Three Billboards ‘un Beceremediği
Yazı: Binnaz Saktanber

Her sene on diş hekiminden dokuzunun önerdiği bir film çıkar, parsayı süpürür. Bu filmler genellikle zamanın diline ve toplumsal mevzularına paralel, zeitgeisti yakalayan veya yakaladığına inandırıldığımız  filmler olur; sadece eleştirmenleri değil anneleri, teyzeleri de sinemaya koşturur. Bu senenin şanslısı Three Billboards Outside Ebbing , Missouri, Venedik’te ayakta alkış, Toronto’da seyirci ödülü derken Altın Küre’leri, BAFTA’ları süpürdü ve Ahmet Hakan’ın köşesine kadar yürüdü. Oscar’lardan da Frances McDormand’a En İyi Kadın, Sam Rockwell’e ise En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödüllerini getirdi. Ama ne acıdır ki siz onuncu diş hekimine denk geldiniz sevgili Francis McDormand’ın saçının teline zarar gelirse bu dergiyi yakarım cılar, ve biz bu yazıda Three Billboards ‘un neden iyi bir film olmadığına dair atıp tutacağız, kusura bakmayın.

Martin McDonagh’ın yazıp yönettiği Three Billboards , kızına tecavüz eden ve öldüren erkek(ler)i bir türlü yakalamayan polis ve kılını kıpırdatmayan kasaba ahalisine savaş açan Mildred Hayes’in (Frances McDormand) hikâyesini anlatıyor. Kızının ölümünün üstünden aşağı yukarı bir sene geçtikten sonra dayakçı eski kocası, ergen oğlu ve hediyelik eşya dükkânındaki dandik işiyle kalakalan Mildred bir gün Sizin polisliğinize de, yapacağınız işe de… diyerek uzun sarı saçlarını kesiyor, öfkesini kuşanıp üniforma niyetine de yeşil işçi tulumu geçiriyor üstüne ve kasabanın girişindeki üç ilan panosunu kiralıyor.  Panolara sırasıyla: Ölürken tecavüz ettiler ; Hâlâ kimse tutuklanmadı ; Nasıl olur Polis Amiri Willoughby ? yazdırıyor. Çat. Çat. Çat.

Erkeklerin kadınları her gün öldürdüğü, taciz ettiği, dövdüğü, işyerindeki patrondan otobüste yanınızda oturan adama, evde kocanıza kadar her saniye herkesten korunmanız gereken, İmdat! dediğinizde konu komşunun koşmadığı, çatır çatır öldürüldüğünüzde bile polisin fifisine sallamadığı, hadi salladı diyelim hâkimlerin erkekleri serbest bıraktığı, neon harflerle yazılı bir Allahkahretsinland ‘de yaşıyoruz. Üstelik Hollywood’un da en nihayetinde işin en azından mesleki kısmına uyandığı, #MeToo ile başlayan hareketin bir şov olmaktan öte, ilke ve davranış değişimi getirmesinin beklendiği günlerden geçiyoruz. Yani ez cümle, Mildred’in nedametsiz öfkesi, bahane kabul etmeyen adalet ısrarı tam bir sıcak kumlardan serin sulara atlama hissiyatı yaratacaktı ki kalplerde, McDonagh bambaşka bir limana kırdı dümeni.

İki polis veriyor bize McDonagh. Biri şerif Bill Willoughby (Woody Harrelson), diğeri onun yardımcısı Jason Dixon (Sam Rockwell). Çok geçmeden anlıyoruz ki Willoughby kanser ve son günlerini katil peşinde koşarak değil, ailesiyle piknik yaparak geçirmek istiyor. Willoughby filmin ahlaki pusulasının kuzeyinde oturuyor ve her sahnede onun ne kadar iyi bir insan olduğu anlatılıyor. Kasaba ahalisi, polis katili neden bulmadı diye değil, şeriflerinden ne hakla hesap soruluyor diye höstleniyor. Bu işe en çok sinirlenen Dixon ise berbat bir polis: alkolik; ırkçı ama öyle böyle değil, siyah bir tutukluya işkence edecek kadar ırkçı; homofobik ve seksist, ama McDonagh’ın söylemelere doyamadığı üzere çok tanısan seversin aslında bir insan . Film boyunca Dixon’ın ırkçılığı ve şiddeti göz ardı edilmesi gereken tatlış karakter özellikleri gibi sunuluyor ve çoğu zaman şakalı sahnelere meze ediliyor. Dixon’a gülmediğimiz zamanlarda da ona acımamız bekleniyor. McDonagh hemencecik alttan üzülme müziğini dayıyor: ama onun annesi yüzünden oldu tamam mığğğ? Pusula şerifi gösterdiğinde de cevabımızı alıveriyoruz: Eğer her ırkçı polisi işten atacak olsaydım burada üç tane polis kalırdı ve onlar da ibnelerden nefret ederdi. Ne yapabilirim? Bu arada filmde ibne ve n ile başlayan meşum kelimenin bolca kullanıldığını söylemiş miydik? Filmdeki diğer siyah karakterlere gelince, onlar kendi hikâyelerine sahip olmayan, beyaz kahramanlarımızın dilemalarının kenar süsleri dantelcikler. Mesela Mildred’in kankası filmin üçte ikisini Mildred yüzünden hapiste geçiriyor ama bunu dert eden kimse oluyor mu, yoo.

Bu kısırlık, özellikle filmin Missouri’de geçtiği düşünülünce iyice asap bozuyor. Öylesine de Missouri’de değiliz hatırlatırım, filmin ismine çıkacak kadar Missouri’deyiz. Amerika’nın ırk ilişkileri en problematik köşelerinden birinde, 2014’de 18 yaşındaki Michael Brown’un beyaz bir polis memuru tarafından öldürüldükten sonra insanların aylarca sokaklara döküldüğü, Black Lives Matter hareketinin ilk sokak protestosunu gerçekleştirdiği bir eyaletteyiz. Bunun ağırlığını taşıyamayan, siyah bir insanın işkence görmesinden çeşit çeşit şaka üreten bir film neden bu coğrafyaya ünlem koyar dersiniz? Artık onu da ben söylemeyeyim. Ama şunu ekleyeyim: McDonagh’ın içinde In Bruges gibi çok sevilen (ben dahil) bir işin de olduğu filmografisinden kafanızı dışarı uzatıp, şu anda Broadway’de sahnelenen oyunu ve siyah karakterlere yer verdiği geçmiş oyunları üzerine kalem oynatan eleştirilere bakarsanız, maalesef durumun bir sefere özgü bir yanlış okuma veya doğrucu davutluk değil, kökleri daha derinde bir ağacın meyvesi olduğunu görebilirsiniz.  

Peki nasıl oluyor da Three Billboards iyi bir filmmiş gibi yapabiliyor? Oyuncu seçimi, oyuncu seçimi, oyuncu seçimi arkadaşlar. İyi casting gücünü manipülasyondan alır. Meryl Streep’in söylediği yalana inanmak kolaydır. McDonagh, Frances McDormand hayır deseydi mahvolmuştum diyor. O kadar haklı ki. McDormand çenesinin bir hareketiyle Alayınıza… demeyi beceren, bu tür rollerin kaptanı bir oyuncu. Üstelik karakterin üniforma giymesi gibi oyunu tavana sıçratan detaylar da onun fikri. Sam Rockwell ise yeryüzünün en sevilesi aktörlerinden biri. Amacınız ırkçı bir pisliği tatlı göstermekse, adamınız odur. Woody Harrelson konusuna ise girmiyorum çünkü kendisini kutsal kitaplar yazıyor. Şöyle diyeyim: Dixon’a yazdığı mektubu onun sesinden dinlerken ve film boyunca kendini temize çekecek hiçbir şey yapmamış bir karakter için manasızca Aslında sen çok iyi bir adamsın dediğini duyduğunuzda, Nejat İşler sesinden banka reklamı dinlemiş ergene bağlamanız olasıdır. Woody diyorsa vardır bir bildiği!

Hikâye ilerledikçe, başka dertler de çıkıyor meydana. Mesela Mildred dışındaki kadın karakterlerin neden hep aşırı gerizekalı olduğunu çözemiyoruz. Erkekliğe fazlaca hayran McDonagh ancak erkek arketipine bulanan karakterleri güçlü ve akıllı görüyor olabilir mi? Buna cevap ararken, bir de bakıyoruz bizim işkenceci de kötü polislikten filmin esas kahramanına evrilmesin mi? Dixon hiçbir dahli veya çabası olmadan tesadüfen duyduğu bir bilgiyle katili yakaladığını zannettiğindeyse (yakalayamıyor) artık kefaretini ödemiş oluyor. Filmin sonunda Mildred ve Dixon güneşin batışına doğru atlarını sürerek suçlu olduğunu düşündükleri adamın cezasını kesmeye gittiklerinde, hani şu her gün duyduğumuz Sallandıracaksın bunları cılar geliyor aklıma. Her tür haksızlığı, ayrımcılığı, suçu püsküllü apoletler gibi şiar edinen ama yeri gelince lincin en önünde sopa sallayan, namusunu temizleyen o kahramanlar hani… Dixon yandan bakınca onları andırıyor.

Toplumsal belalar maalesef teker teker gelmiyor. Irkımız, cinsiyetimiz, cinsel kimliğimiz, dinimiz, sınıfımız ve onların çeşit çeşit kesişen kümelerinin her biri ayrı ayrı zulümlerin kiracısı. Siz birinden veya üçünden muzdaripken, yanınızdakini bir başkasından eziyorlar… İşte bu yüzden zulmün hiyerarşisini yapmıyoruz. Ya hep beraber ya hiçbirimiz diye boşuna demiyoruz. Derdi toplumsal adaletmiş gibi yapan filmlerin de hele de sevdiğimiz kadınları yanına alıp bunu yapmasını; bir tarafta ezilenlere el uzatırken diğerleriyle dalga geçmesini, küçük görmesini ve hatta zalimi kahramanlaştırmasını sevmiyoruz. Three Billboards , bizimla deyılsın.

Yazının tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:62’ye ulaşabilirsiniz.