Absürdün realizmi: Juan Ford

Avustralyalı sanatçı Juan Ford ile doğa, teknik ve hiperrealizm üzerine bir sohbet…

Röp: Yetkin Nural

Avustralya doğumlu Juan Ford ülkenin önde gelen realist / hiperrealist ressamlarından biri. Ancak Ford’un resimleri alışageldiğimiz fotoğraf kopyalarının ötesine geçiyor. Melbourne’da yaşayan Ford’un özellikle yaşadığı bölgenin çevresindeki doğa ile iç içe geçen hiperrealist resimleri bu devasa adanın farklı bitki türlerini, sağdan soldan bulunmuş çeşitli endüstriyel çöp ve nesnelerle bir araya getirerek anlam katmanlarına sarılmış absürt kompozisyonlar sunuyor.

Aynı zamanda heykel ve enstalasyonlar da üreten Ford’un üstün tekniğini ve zorluklardan yılmayan sabrını da konuşturduğu hiperrealist resimleri, izleyicinin fotoğrafla çizimi ayırt ettiği o algısal çizgide cambazlık yapıyor. Ancak elbette Ford’un teknik dehasının gerçek ayrıntı seviyesini algılamak ve takdir edebilmek için, orijinallerine yakından bakmak gerekiyor.

supplicant_jpg

Çizimle ve resimle ilk uğraşlarını hatırlıyor musun? Her şey nasıl başladı, seni ne tetikledi? Ya da bu ilgin hep var mıydı?

İlk çizimlerimi anı olarak hatırlamıyorum ama annem onları saklıyor. İki yaşında dahi ciddi şekilde çiziyormuşum, o yüzden sanırım hep vardı diyebilirim. İlk çizimlerimde üzerinde kuşlar olan bir ağaç ve bir balina çizmişim.

Konu olarak geniş bir yelpazeye yayılıyorsun; insan ve heykel portreleri, ulusal bitki örtüsü ve çeşitli nesneler, peyzaj, ışık ve yansıma tasvirleri gibi. Konu seçimlerinde ilhamlarını nerelerden alıyorsun?

Genel olarak doğadan ilham alıyorum, bir diğer yandan doğada yabancı hissediyorum. Hepimizin doğanın bir parçası olduğunu düşünüyorum, her anlamda doğal varlıklarız. Fakat kendimizi fiziksel ve ruhsal olarak doğadan ayırarak bir pek çok problem yaratıyoruz. Bu düşünce etrafında şekillenen fikirler benim üretimimde genel olarak merkezdeler.

misunderstanding_everything_jpg

İlhamların ve konuların değişse de hiperrealist stilin her zaman izleyiciyi büyülüyor. Senin işlerine bakmak, baktığımız işin bir fotoğraf mı yoksa bir resim mi olduğunu anlayamadığımız, bir nevi izleyiciyi arafta bırakan, özel bir deneyim. Hiperralizme bakış açın nasıl, bu stilde özel bulduğun nedir?

Aslında tam da söylediğin gibi, gerçekten yüksek bir teknik yetenekle ve/veya takıntılı bir şekilde üretilmiş tüm işlere bakarken ortaya çıkan, kuşkunun askıya alındığı bir an var. Aslında bir dağa tırmanmaya çok benziyor, pek çok zorluk içeren, ciddi planlama ve büyük emek gerektiren bir iş. Ancak tepeye ulaştığında gelen o başarı hissi her şeye değer.

Aynı zamanda izleyiciyle ilişkiye girmek için de mükemmel bir yöntem, onların işten estetik bir keyif almaları ve sonrasında işin altında yatan fikirlere dair düşünmeye başlamalarını sağlıyor. Fikirler her zaman yeterli değil, kavramsal sanatın estetiği pek çok insanın o işle iletişim kurmayı istemesini engelleyebiliyor.

Seni etkileyen, bu stilin sınırlarını zorladığını düşündüğün hiperrealist sanatçılar var mı?

Elbette Chuck Close ve Richard Estes… Onlar bu hareketin büyük isimleri. Avustralya’dan William Delafield Cook hiperrealizmin beni etkileyen temsilcilerinden biri. İspanya’dan Antonio Lopez Garcia’da beni her zaman çok etkileyen bir isim oldu.

Daha eskilere gidersek, Flaman ressamlar, örneğin Jan Van EyckGerard David ve Robert Campin gibi isimlerin işlerine bayılıyorum. Günümüzden ise Marilyn Minter’a hayranım.

Üretim sürecin nasıl işliyor? Bir konuya nasıl karar veriyorsun ve sonrasında neler oluyor?

Benim üretim sürecim oldukça kaotik bir şekilde başlıyor. Oyunlar oynuyorum ve hiçbir karar almıyorum. Bu kaosun içinden fikirler ve imgeler çıkmaya başladığında resmin üretimi de başlamış oluyor. Bu süreç oldukça yoğun bir çalışma ile geçiyor, haftalar hattâ aylar sürebiliyor. Hiçbir zaman bir fotoğrafın birebir aynısını kopyalamıyorum, üretimim içerisinde epey emprovizasyon var. Öbür türlü olsaydı sıkılırdım.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:54’e ulaşabilirsiniz.