''Annemin Şarkısı'' üzerine: Her şey kayboluyor mu?

Geçtiğimiz hafta vizyona giren Erol Mintaş’ın ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı‘nı masaya yatırıyoruz, fakat uyaralım, filmi izlememiş olanlar için bazı spoiler’lar bu yazıda karşınıza çıkabilir.

Gözlerimi kapadığımda Ali’nin elindeki taşla mutfakta oturuşu gözümde canlanıyor. Erol Mintaş’ın bu ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı’ndaki bu görüntünün yarattığı hissiyat filmin geneliyle ilgili olan düşüncelerimi tamamlıyor. Hafıza, bellek, geçmiş, şimdi, gelecek birbirine dantel gibi bağlanmış film şeridinin üstünü örtüyor.

Alain Resnais, şimdiki zamanla ve geçmiş zamanın bir arada var olduğunu, geçmişin kesinlikle flashback’lerde olamayacağını söyler, tıpkı filmi Muriel ya da Bir Dönüş Zamanı [1] (Muriel ou Le Temps perdu)’nda bize gösterdiği gibi. Geçmişin eşyanın üzerindeki örtüsü şimdiki zamanla birleşirken zaten şimdide olan hayatlarsa geçmişte kaybolmuş gibidir.

Annemin Şarkısı’nın Nigar (Zübeyde Ronahi) karakterinin film boyunca tekrarladığı ‘Her şey kayboluyor’ sözleri de film içinde benzer bir döngüyle hafızanın, o unutulmayanın şimdiki zamanlığını vurgular. Nigar Anne’nin önce köyünden daha sonra kentsel dönüşümle mahallesinden uzaklaşmak zorunda kalması, onu özüne dönme, tutunduğu geçmişe dönme isteğine sıkıştırıyor; tıpkı oğlu Ali’nin apartman dairesine sıkıştığı gibi. Bu sıkışmışlık hissi onun için sadece dört duvar arasında kalmasından da değil kaybettiklerinin şimdiliği, onlara kavuşma arzusunun gücünün büyüklüğünden de gelir. Resnais’nin Muriel ‘indeki Hélène gibi Nigar Anne de değişen şehrin sokaklarında geçmişini arar ve bu geçmiş ki şimdiki zamana yapışmıştır sanki ve Nigar Anne’nin dengbêj arayışı da belki de bundandır; tanıdığı, bildiği sesi, geçmişin sesini hayata, hayatına yeniden çağırır, onu arar ve aslında oğlu, hayattaki mirası Ali’nin onu aramasını ister.

Mintaş, Nigar Anne’yi böylesi bir hafıza dünyasının içine yerleştirirken Ali (Feyyaz Duman) karakteriyle de geleceği, bir Kürt gencinin geleceğinin nasıl olabileceğini sorguluyor. Ali’nin kız arkadaşı ile olan ilişkisini film içindeki hızlıca geçişini filmde çok kafamda bir yere oturtamasam da Mintaş’ın anlatmak ve göstermek istedikleri hem kadın hem erkek karakterleri açısından kolayca anlamak mümkün. Yine de filmde, daha çok öne çıkan konular Mintaş’ın Butimar ve Berf isimli iki kısa filminde olduğu gibi anne ve oğul ilişkisi, kayıplar, geride kalma ve ölüm. Ali’nin geceleri Proust ile çıktığı kayıp zamanın izleri geleceği konusundaki belirsizliğini de zaten basitçe gösterir. Yine Ali’nin iki dil arasındaki anadili Kürtçe ve öğretmenlik yaptığı Türkçe arasındaki gidiş gelişlerini, filmde tavus kuşu ve karga masalının farklı dillerde anlatılışı-okunuşuyla da yönetmen en başında bunu başarılı bir yapıda kurar ve kurgular. Aynı masalla ilişkin filmin başındaki coşku ve hemen ardından gelen gerilimle, ters bir şekilde filmin sonundaki gerilim ve hemen arkasından gelen coşkuyla kurguda yarattığı bir tür sarmalsa filme şiirsel bir boyut da verir.

Mintaş’ın filmde bir yönetmen cameo’sunun da önüne geçen varlığıysa yönetmenin filmlerine yayılan kaybolan ama aslında kaybolmayanın, arada kalmışlığın, hafızanın, belleğin vücut bulması gibi. Yönetmen de Nigar Anne gibi bir bellek koruyucu, unutmayan ve unutturmayacak olan, özüne, köyüne dönmek isteyen ve hayatının şarkısını arayan biri. Bu yüzdendir belki de Ali, o daracık kadrajda annesinin eline değmiş olan taşa oturup bakarken yönetmen eşyanın üstündeki örtüyü kaldırır ve hafızayı, kayıp zamanı geri getirir ve sorar tabii ki: Her şey kayboluyor mu?

[1] Film Türkçeye Acı Hatıralar olarak da çevrilmiştir.

Yazı: Müge Yıldız