Arşivden: Ara Güler’le hayatına ve fotoğrafa dair

Röportaj: Orhan Omay – İllüstrasyon: Sadi Güran Bu röportajın orijinali Bant dergisinin Haziran 2005 tarihli 10. sayısında yayımlanmıştır.

Objektifinde neredeyse bir yüzyılın hayat bulduğu dünyanın sayılı fotoğrafçılarından biri olan Ara Güler’i Bant ’a konuk etmeyi başardık. Uzun zamandır pek röportaj vermeyen usta fotoğrafçı ile hayatına dair konuştuk.

Hazzo Pulo adlı ara pasajdan Galatasaray’a bağlanıp hızlı adımlarla Ara Cafe’ye doğru ilerliyorum, evrenin en büyük fotoğraf muhabirlerinden biri ile yapacağım röportaja beş kala. Galatasaray PTT’sinin yanında, daha evvel hep mönüdeki Balkan köftesini yemeye gittiğim Ara Cafe’ye, bu sefer o duvarlarındaki fotoğrafları çeken göz ile gözgöze gelmeye… Birçok kişinin “kolay değil konuşmak” sesleri kulağımda yankılanırken gösterilen masaya oturuyorum.

Kandilli’de çekilmiş duvarda asılı fotoğrafın rüzgârda sallanan çayırlarına, evine ve renklerine dalıyorum bir süreliğine sonra heyecanlı bir bekleyiş başlıyor. Kalem, kâğıt, ses kayıt cihazı (yetmiş yedinci kere cihazın çalışıp çalışmadığına son kez bakıp), fotoğraf makinemi masanın üstüne dizmemle beraber Ara Güler “evet” diyen sesiyle karşıma oturuyor. Daha ilk andan itibaren söylenenin ve duyulanın aksine sımsıcak tavrıyla yerini alıyor karşımda. Masalara gidip gelen salataların, kahvelerin arasında Ara Güler’in yemek yapıp yapmadığını soruyorum ya da kendisine iyi bir aşçı diyip diyemeyeceğimizi: “Nefret ederim. Yumurta bile pişiremem, lokantalarda sürünürüm” cevabını veriyor gülerek. Çalışma odası kafenin üst katında, biliyorum, geldiğinde yanında mı diye hızlı bir bakış ile göremediğim makinesini acaba hep yanında mı taşıyor?

“Eskiden alıyordum, şimdi almıyorum.”

Neden almıyorsunuz?

Çekecek şey kalmadı İstanbul’da, bitmiştir İstanbul, onun için almıyorum. Yoksa bir foto muhabirinin yanında olması gerekir makinesi. Şimdi şuradan çıktık, ne çekersin? Makinem de yanımda. Burada ne çekersin? Tekel bayii?.. Söyle… Hiçbir estetiği kalmamış, anlamı kalmamış.

İstanbul eski İstanbul değil. Siz, birçok fotoğrafınızda Anadolu’nun yüzlerini, köylerini, doğasını, zenginliklerini çektiniz, peki “Anadolu da eski Anadolu değil” diyebilir miyiz? Yoksa değişmediğini hala kabul edebilir miyiz?

Anadolu hala iyidir ama bazı yerleri. Şimdi mesela bir Afyon iyidir. Ama mesela Balıkesir’de ne çekeceksin? Tabela, ilan, çarşı, her türlü eşya… ‘junk’ yığını her taraf, pencereden tut bilmemneye kadar…

“BEN İÇİNDE MANA VARSA ÇEKERİM”

Fotoğraf çekmeye çıktığınızda mesela “Evet, rakı-balık hakkında bir projem var” mı diyorsunuz ya da çektiğiniz onlarca fotoğraf sonrası içlerinden bir konu mu oluşturuyorsunuz?

Bazılarını sayma, onlar gazetelerin verdiği vazifelerdi. Kendi çalışmalarımda da öyle bir tasam yok. Biraz fotoğraf çekeyim diye sokağa çıkar, karşıma ne çıkarsa, artık hangisi benim konseptime uyuyorsa onları çekerim, ama ben öyle her şeyi çekmiyorum, içinde mana varsa çekerim, bir mana olursa o fotoğrafa ben fotoğraf derim.

Çekmiş olduğunuz fotoğraflar arasında sizce topluma en büyük katkısı olanlar hangileri?

İşte benim meşhur olmamın sebepleri o üç şehri bulmamdır. Bunlardan bir tanesi Afrodisyas’tır. İkincisi Nemrut Dağı’dır. Üçüncüsü de Nuh’un Gemisi’nin hikâyesidir. Nuh’un Gemisi’nin hikâyesinde bir teyyare aldım, helikopter yoktu o zaman. Ordan gittim Doğu Beyazıt’a havadan fotoğraflar çekmeye. Bir sürü yerde çıktı bunlar. Ama bizimkiler ilgilenmiyorlar böyle şeylerle. Papa ölüyor mesela, açıyorsun televizyonu, kaç kanal var? 20 mi mesela? Sekiz kanal sadece futbol maçı gösteriyor.

Futbol sevmiyorsunuz sanırım? Takım da tutmuyorsunuz herhalde?

Hayır tutmam. Top oynamışımdır ama futbol oynayacağım diye top oynamamışımdır. Bir şey değil futbol. 22 adam bir topun peşinden koşacak, bir sürü kişi de ona bakacak… Yani bir kere görünüş olarak bir şey değil.

Siz genelde “Fotoğrafı hemen çekeceksin poz vermesini beklemeden, çektiğini çekilen farketmeyecek” dersiniz konuşmalarınızda. Bu zor değil mi? Hiç tehlike atlattığınız, başınızın belaya girdiği olmadı mı?

“Ne var! Ne bakıyorsun” diyorum, basıyorum gidiyorum. İhtilal olmuş sokağa çıkma yasağı var, eee ben gazeteciyim fotoğraf çekeceğim kim tutacak beni. Gazetecilik 4. kuvvetdir dünyadaki; icra kuvveti, hukuk kuvveti, teşhir kuvveti gibi…

Birçok ünlüyü çektiniz. 1998’de “Bill Gates’i çekmek isterdim” dediniz bir röportajınızda. Bu sene İstanbul’a geldiğinde fırsatınız oldu mu?

Yok yok, öyle çekilmez. Adam beni tanıyacak edecek, ben öyle resim çekerim. Gidip de öyle masada otururken resmini çekmek, hiç ırgalamıyor beni onlar. O benim arkadaşım olmalı resimlerini çekerken. Şimdi dünyada çekmem gereken iki tane adam kaldı. Bir tanesi (Stephen B.) Hawkins bir tanesi de Bill Gates. Niye Bill Gates? Çünkü Bill Gates dünyanın beynini kayda geçiren adam. İnsan beyninin bugüne kadar tarihte kaydettiği her şeyi kayda geçiren adam. Onun içinde ikinci bir gerçek var. Şimdi telefonda konuşuyorsun gizli zannediyorsun değil mi? Hayır, onlar bizi dinliyor halbuki. Tabii bir de kaydetmek bir mesele, bir de bulmak var! Bulacaksın kaydettiğini. Onlar sistematik bir şekilde kaydediyorlar.

Keşke çekmeseydim dediğiniz bir fotoğraf var mı?

Yok öyle bir şey, “atlamasaydım keşke çekseydim” var ama çekmeseydim dediğim hiç olmadı. Neden çekmeyeyim ki? Koyarım kenara biter gider, niye pişman olayım.

ara guler

Dijital fotoğraflar ve dijital fotoğraf makineleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dijital fotoğraf bir oyun. Ön tarafı telefon, arkayı çeviriyorsun fotoğraf. Oyun. Ama dijital makinenin güzel bir tarafı var. Geçenlerde oturuyordum, bir foto muhabiri baktım fotoğrafımı çekiyor, ben de poz verdim, durdum falan. Onun üzerine geldi yanıma. “Nerede çalışıyorsun” dedim, “Zaman Gazetesi” dedi. “Ver bakayım makineyi” dedim, aldım baktım, “kaç paradır bu” dedim, “10.000 doların üzerindedir” dedi. Şimdi bundan alacaksan iş var. “Göster bakayım çektiklerini” dedim, tık tık gösterdi, harika. “Bunlardan bana da ver” dedim, “abi basarsam veririm” dedi. Tabii böyle bir çirkinliği var, basıp basmamak sana kalmış. Ama eskiden otel odasında gece olmasını bekler her tarafı kapatıp film yıkardık. Resim göndereceksin nasıl göndereceksin? Daha sonra Associated Press’e gidip ordan gönderirdik. Şimdi ‘komputer’e veriyorsun, düzeltiyorsun basıyorsun tık diye gidiyor. Bu bir gazeteciliktir. Bizim için teknik mühim değildir, zaman mühimdir. O yüzden dijitallerin bu kısmı bizim meslek için iyi.”

“FİKRET MUALLA’YI GÖREN BİR BEN KALDIM”

Fikret Mualla’nın muhteşem sergisinde hem sanatçı hakkında yazdığınız yazı hem de çekmiş olduğunuz fotoğraflar beni oldukça etkiledi. Yapmış olduğunuz bu tip projeleri bitirdikten sonra gidip yerinde nasıl olmuş, insanlar bakıyorlar mı diye inceliyor musunuz? Ya da karşısında durup düşünüyorlar mı diye?

Umurumda değil. Ben profesyonelim. Fikret Mualla’nın sergisi buraya, retrospektif sergisi olarak Türkiye’ye ilk defa geldi. Şimdi burada, Türkiye’de Fikret Mualla’yı gören 4-5 kişiden biriyim. Ötekiler de nasıl olsa ölmüştür. Yani benden başka Fikret Mualla’nın suratını gören adam yoktur. Fikret Mualla aslında düşündüğünüz gibi bir kişi değildir. Doğan Hızlan mesela benim en iyi arkadaşlarımdan biridir. Dün yazı yazmış Fikret Mualla’nın cenazesini Fahri Korutürk getirdi diye. Fahri Korutürk getirdi ama Fahri Korutürk’e “Bunun cenazesi orada kaldı alıp getirelim buraya” diyen de benim. Ben orada bir sürü resimler çekmiştim, daha burada Fikret Mualla’yı tanımıyorlardı. Emel Hanım, Fahri Korutürk’ün karısı, Fikret Mualla ile birlikte akademi de sınıf arkadaşı. Ben onların yanında, cumhurbaşkanlığında çalışıyordum bir ara. Cumhurbaşkanının fotoğrafçısıydım. Dia gösterisi yapıyordum, Fikret Mualla’nın büyük boy tablolarının dialarını gösterdim. Öldüğünü, cenazesinin bile getirilmediğini söyledim. Güzel Sanatlar müdürü Mehmet Özerdi’ne söylediler. Cenazesini getirdiler, işte burada Karacaahmet’e konuldu. Yani ben sebep oldum, yoksa orada öyle kalırdı. Çünkü Fikret Mualla’nın hiçbir akrabası, hiçbir şeyi yoktu. İstersem adamı dolandırırdım bir tane de tablo alırdım değil mi? Kahveye mahveye gider, orada hemen çizer verirdi. Zaten dokuz tane yağlı boya yaptı. Esasında o sergidekiler en güzel tabloları değil. En güzellerini görseniz… Onlar kadar hayatımda güzel Fikret Mualla görmedim. Fakat bu sergide onları aradım, yok. Biri aldı, koleksiyonuna kattı herhalde ya da dışarıda bir yerdedir. En güzel koleksiyonları da Madam Anglaise’dedir. Sergidekiler de Madame Anglaise’den geliyor. Çünkü Madam Anglaise Paris’te Fikret Mualla’ya bakmıştır. Ona ev vermiştir, hizmetçi vermiştir. Koleksiyoncu bir kadın Anglaise, galerisi de var. Ama Fikret Mualla her Türk’ü polis zannederdi. Onun fotoğraflarını çekmeye gittiğimde yakalayamadım bir türlü, “Bu benden kaçıyor” dedim “ben Hayat Mecmua’sı muhabiriyim gelsin şimdi Fikret Mualla” dedim anca öyle yakaladım… Olay kadındı Fikret Mualla… Otele gidiyorsun resmini çekiyorsun, otelin sahibi akrabası zannediyor sizi, “al bunu çıkar götür” falan diyor, herkesle kavga edip duruyordu…

Ara Güler’in anlatımı da sanki fotoğraflardan bir kare gibi, sanki anlattıklarını yaşar gibi, görür gibi oluyorum. Sordukça sorasım geliyor ama bir yandan da “sanıyorum yeter” dürtüsüyle bitirmek istiyorum bu muhabbeti. Güzel bir muhabbette sofranızda kimler olur dediğimde “Çetinler’le, Metinler’le biz buluşuyoruz ama bir müddet sonra kavga çıkıyor,” diyor gene gülerek. “Hayat benim için tatil be…” cevabını verdikten sonra hiç bitmesini istemediğim yerde stop’a basıyorum. Makinemi elime alıp “Fotoğrafınızı çekebilir miyim” dediğimde, işte başından beri çekindiğim sağlam bir azarı işitiyorum. Halbuki kaç kere söyledi “sormadan çekeceksin” diye. Önce vermiyor izni, sonra “hadi çek bakalım” ile yüreğime su serpiyor. Ayrılırken oradan, yardımcısına, bana iki katlı müzeyi ve çalışma odasını dolaştırmasını söylüyor. Ben diyorum yok artık, bu rüya, uyan, kalk evine git. Gidiyorum eve, baktığım her yer onun fotoğrafları…

Fotoğraf: Orhan Omay
Fotoğraf: Orhan Omay