Arşivden: Ebru Yıldız’ın gözünden Death By Audio’nun son günleri

Bant Mag. Havuz’da sıradaki sergimiz Ebru Yıldız’ın kapılarını 2014’te kapatmak zorunda kalan New York’taki konser salonu Death By Audio’da çektiği fotoğraflardan oluşuyor. 1998’den bu yana New York’ta yaşayan ve şehrin her köşesinde canlı müziğin peşinden giden Ebru Yıldız, NPR’dan Pitchfork’a birçok önemli yayın için çalışmalarını sürdürüyor. Sanatçı, bir konser salonu olmasının yanı sıra ondan fazla sanatçının evi, pedal fabrikası, prova ve kayıt stüdyosu olarak işleyen Death By Audio’da çektiği fotoğrafları iki yıl önce We’ve Come So Far: Last Days of Death By Audio ismiyle kitaplaştırdı. Mekânın kapanışından önce organize edilen 75 günlük kutlamalarda gerçekleşen konser ve partilerden fotoğrafların yanı sıra orada yaşayan ve çalışan kişilerin günlük yaşamlarından kesitler de bu seride görücüye çıkıyor.

Yarın Bant Mag. Havuz’da açılacak Ebru Yıldız – Death By Audio’nun Son Günleri sergisi öncesinde, sanatçıyla 2016 yılında yaptığımız ve söz konusu seriyi konuştuğumuz röportajı bir hatırlayalım.

Röportaj: Cem Kayıran
Bant Mag. No:51, Ağustos-Eylül 2016

Lightening Bolt / A Place To Bury Strangers / Jeff The Brotherhood / Grooms

Death By Audio, dünya genelinde iki binlerle birlikte iyice yaygınlaşan eski depoların DIY konser salonlarına dönüşmesi geleneğinin en başarılı uygulamalarından biri. Death By Audio’daki atmosferi nasıl tanımlarsın?

Aklıma gelen ilk kelimeler yaratıcı ve arkadaş canlısı.

İlk kez Death By Audio’ya gittiğinde sahnede kim vardı? Burada izlediğin konserler arasında senin için en özel olanları hangileri?

Orada izlediğim ilk konser, depo alanına taşındıkları 2005 yılındaydı ve henüz konserlerin gerçekleşeceği alan yoktu. Orası onların yaşadıkları yerdi ve kendi odalarını ve prova alanlarını inşa edebilmek için bir parti verip birkaç gruba çaldırarak para kazanmak niyetindeydiler. Orada izlediğim ilk konserlerin Dirty On Purpose ve A Place To Bury Strangers konserleri olduğuna eminim ama üçüncü grubun hangisi olduğunu hatırlamıyorum; onlar orada yaşayanlardan değildi. O geceden bazı flu ve utanç verici fotoğraflarım var. Death By Audio belgeselini çeken Matt Conboy bu fotoğrafları filminde kullandı. Özel konserlere gelecek olursak, üç ön dişimi kırdığım ve üst çenemi çatlattığım ve hayatımda birçok anlamda benim için dönüm noktası olan ve sonrasında yedi yıl diş tedavisi görmeme sebep olan konser var. Tam olarak önemini bilmiyorum ama bir Nice Face konserini her şeyiyle hatırlıyorum, bir yandan da bir Hunters konserini. Ama son 75 gün boyunca izlediğim konserler hakkında soruyorsan, sanırım Death By Audio’nun ses teknisyeni ve programcısı Edan’ın söylediklerini çalacağım: “Her gece tüm zamanların en iyi konseriydi.” Ama tabii ki de en son gece, en duygusal olanıydı.

Kitaptan şimdiye dek paylaştığın fotoğraflarda müzisyenleri olduğu kadar dinleyicileri de ilginç ruh halleriyle gördüğümüz çalışmalar bulunuyor. Bence bu bir konser salonunu belgeleyen bir seri için olmazsa olmaz detaylardan biri. Kitaptaki seçkiyi hazırlarken ne gibi unsurları göz önünde bulundurdun?

Dinleyiciler kesinlikle bir konserin en önemli parçası. Dürüst olmak gerekirse, söz konusu Death By Audio projesine dek sahnede müzik yapanlara olan hayranlığım yüzünden işin en önemli kısımlarından birini görmezden geldiğimi fark etmemişim. Tam olarak görmezden gelmek değil tabii ki ama her şeyden çok sahnedekinin bir hayranı olduğum için kameramı parçası olduğum gruba çevirmek hiç aklıma gelmemişti. Dinleyiciler fotoğraf çalışmalarımda hep farklı bir fonksiyona sahip olmuştur. Onlarla birlikte olup onların enerjisinin içinde kayboluyordum, ama asla benim ana odağım haline gelmediler. Kitabın düzenlenme aşaması da fazlasıyla acı vericiydi. Her seferinde aklımda başka şeyler varken kitabı defalarca kez baştan düzenledim. İlk başta çoğunlukla iyi ya da kötü bir fotoğraf olduklarına ya da hikâyeye bir şey katıp katmamalarına bakmadan kendimi bağlı hissettiğim fotoğraflara yer verdim. Sonra sadece iyi olduğunu düşündüğüm fotoğrafları seçtiğim bir dönem oldu; ardından da haklarında çok mutlu olmasam da yalnızca hikâyeye bağlı bulduğum fotoğrafları dahil ettiğim bir dönem. Yani her detayın dengesini sağlayabilecek bir yol bulmam biraz uzun sürdü. Sevdiğim ama bu kitabın dışında bırakmam gereken birçok fotoğraf oldu. Kitabın son düzenlemesini aynı zamanda inanılmaz bir fotoğrafçı olan arkadaşım Jessica Lehrman’ın yardımlarıyla yaptık.

Crowd on the net at the halloween party.

Fotoğraflar söz konusu mekânın son 75 gününde çekilmiş. Muhtemelen üzerinde çalıştığın diğer seri ve projelere göre, kapanacağını bildiğin bir mekânda çekim yapmak farklı bir duygu durumuna itmiştir seni de. Bu seri için çalışırken aklından neler geçiyordu? Nasıl bir ruh hali içindeydin?

Bu projeyi yapmak için bir sürü sebebim vardı ama en önemlisi, bu tür birçok mekânın haklarında kapsamlı bir belgeleme olmadan kapanıyor olmasıydı. Max’s Kansas City’den daha fazla fotoğraf olmasını ya da yıllar önce Williamsburg’de açık olan Kokie’s isimli barın fotoğraflarını görmek isterdim. Sadece mekânın fotoğrafları değil ama orada olmanın nasıl bir şey olduğunu bilebilmek için görsel bir deneyime ihtiyacın var. Kahramanlarımdan biri olan Godlis’e CBGB civarındaki insanlar hakkında harika bir fotoğraf kitabı yayınladığı için minnettarım. Ayrıca Peters Andersson’ın Cafe Lehmitz’i için başka türlü deneyimleyemeyeceğim bir şeyi bana sunduğu için de minnettarım. Beni yanlış anlamayın, kitabımı bu anıtsal kitaplarla kıyaslamıyorum. Demek istediğim şey Death By Audio benim CBGB’m ya da benim Cafe Lehmitz’im. Sadece insanların orada olmanın nasıl bir şey olduğunun tadına varmasını istiyorum. Yani aklımda olan şey buydu. Çok duygusal olmamaya çalıştım ve kendimi iş moduna soktum. Parti moduna kaptırmadan, sadece çalıştım. Ama tabii ki bu inanılmaz derecede duygusaldı.

We’ve Come So Far isminin çıkış noktası ne oldu?

Çok uzun bir süre “Start Your Own Fuckin Showspace” (Edan Wilber, Death By Audio’nun en son gecesi bu cümlenin elle yazıldığı bir tişört giyiyordu) ve A Place to Bury Strangers’ın bir şarkısından gelen “We’ve Come So Far” isimleri arasında gidip geliyordum. Sonrasında “We’ve Come So Far”da karar kıldım çünkü bu ismin daha pozitif ve umutlu olduğunu düşündüm; kitabın da bunu yansıtmasını umuyorum. Bu insanlar bir trajediyi aylar süren bir kutlamaya dönüştürdüler, bu yüzden ben de olumsuz her şeyi bir kenara bırakıp kutlamalara odaklandım. İsmin de bunu yansıtmasını istedim ve herhangi bir şeyin bitiyor olduğuna işaret etmeden bu zamana kadar olmuş olanları kutluyor olmasını sevdim.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:51’e ulaşabilirsiniz.