Arşivden: Paradiso sakinlerinin ana akıma sövdüğü 10 yıl - Max Natkiel

1980-1990 yılları arasında, Amsterdam’ın ünlü kulübü Paradiso’nun tuvaletleri ve koridorlarında buluyoruz kendimizi. Max Natkiel’in kamerasının ucunda mekânda çalan gruplar değil, onların kural tanımaz hayranları var.

Yazı: Chris McLaren, Ekin Sanaç *Bu içerik aslen Bant Mag. ekibi olarak hazırladığımız Babylon Dergi’nin Mayıs-Haziran 2015 tarihli 28. sayısında yayımlanmıştır.

Kültürel İncelemeler alanı 70’lerin sonunda ortaya çıktığında, İngiliz sosyolog ve medya teorisyeni Dick Hebdige, Subculture: The Meaning of Style isimli çalışmasını yayınlamıştı. Bu çalışma hâlâ üniversitelerin giriş seviyesindeki derslerinde göstergebilim konseptini, sembollerin anlamlarını öğretmek için okutuluyor. Britanya’daki birinci dalga punk’ları çalışarak fikirlerini geliştiren Hebdige, alt-kültürlerin görsel işaretlerinin, toplumun genelindeki ana akım düşüncelere karşı direnci ve farklılığı ortaya koyan birer “gürültü” işlevi gördüğünü belirtmişti.

Teori ve pratik arasındaki boşluğu doldurmak için Hollandalı fotoğrafçı Max Natkiel’in Studio Paradiso (Voetnoot, 2013) kitabına bakmak yeterli. Kitap, 10 yıla yayılmış bir zaman aralığında Amsterdam Paradiso’da fotoğraflanmış “ucubelerin” portrelerini bir araya getiriyor. Paradiso kulübüyle ilgili yapılabilecek en bariz benzetme, New York’taki pis, tek gözlü, punk sahnesinin vücut bulmasına olanak sağlamış CBGB olabilir. Ama CBGB, no wave akımı ve Blondie gibi farklı müzikleri mekânında ağırladıysa da birincil odak noktası her zaman punk olmuştur. Bu belirginliğe karşın Studio Paradiso, Amsterdam’ın tüm alt-kültürlerinin merkez üssü olarak karşımıza çıkar. Herkes oradadır: punk’lar, modlar, skinler, rastalar, new wave’ciler… Farklı sahnelerdeki tipler kendilerini birbirinden ayırmayı iyi bilseler de (beyaz ırkın üstünlüğünü savunan Skrewdriver rozetli skinler elbette rastalarla pek anlaşamazlardı), Natkiel hepsinin güvenini kazanmayı ve bu grupların içine girmeyi başarmış. 1980-1990 yılları arasında Studio Paradiso’nun demirbaşlarından olan Natkiel, kulübe gelenleri koridorlarda ve tuvaletlerde görüntülemiş. Kazınmış kafalar ve tepeye dikilmiş saçlarla, çivili deri ceketler ve ev yapımı vinil fetiş kostümlerle Studio Paradiso , her çeşit hayranı içine alan ve bu farklı alt-kültürlerin oluşumunun erken zamanlarını olduğu gibi gösteren bir aile albümüne benziyor.

Bir diğer kültür teorisyeni olan Jean Baudrillard’a kulak verecek olursak mohavk ve çengelli iğnelerin artık huzur bozucu imgeler olduğunu söyleyemeyiz. Onlar şu an yalnızca birer taklit unsuru, asıl anlamını yitirmiş şeylerin birer kopyası gibiler. Ve Studio Paradiso’da olanlar sahiciydi. Natkiel’in kitabı da onların 10 yıl boyunca ana akıma ettikleri küfürleri gözler önüne seriyor.

Max Natkiel’in 600 civarı portreden oluşan kitabına ulaşır ulaşmaz yayınevine kendisiyle röportaj yapma isteğimizi sunduk. “Hayhay, ancak Max, e-mail ya da bilgisayar kullanmıyor.” Kitaptaki fotoğraflar ve Natkiel’in yeni düzene uyum sağlamayı reddeden tavrını bağdaştırmak bir hayli hoşumuza gitti doğrusu. “Biz de telefon ederiz kendisine!” Natkiel tabii ki cep telefonu da kullanmıyordu. Evinde olacağı bir saat için kendisiyle sözleşip heyecanla aramayı gerçekleştirdik. Bu heyecanımız kendisinin telefonda İngilizce röportaj yapmak istemediğini, ikinci dilde konuşmak konusunda rahat hissetmediğini öğrenmemizle bir parça kursağımızda kaldı. Röportajı mektupla yapma opsiyonu teslim tarihi kovalayan bir dergi için günümüzde çok gerçekçi bir yöntem değil ne yazık ki. Ama yılmadık. Fotoğraflarını ve dönemin farklı alt-kültürlerine yanaşarak edindiği tecrübeleri daha iyi anlamak için kendisinin yakın zamanda kadar vermiş olduğu ve Flamanca dilinde yayınlanmış tek röportajın çevirisine koyulduk.

1942’de savaş sırasında dünyaya gelen Max Natkiel, Yahudi bir tek çocuğu. Elmas kesiciliği yapan babası savaş zamanı saklanarak hayatını kurtarmayı başarmış. Max da Amsterdam’da, sürgün edilen ve öldürülenlerin yıkık evleri arasında büyümüş. Çocukluğuna dair hatırladığı çarpıcı anılardan biri, Hollanda’da Açlık Kışı olarak bilinen 1944–1945 kışı zamanı, Wibautstraat’ta yürürken Çinli bir adamın kendisine doğru eğilip gazetelerle sardığı paketi açıp, önceden pişirilmiş soğuk böbrekleri uzatması: “İstediğin kadar alabilirsin.” Max, böbreklerin tadının inanılmaz derecede güzel olduğunu hatırlıyor o günden.

Punk’lar ve skinler, Amsterdam sokaklarında görülmeye başladığında Max 30’lu yaşlarının sonlarındaydı anlayacağınız. Neredeyse her akşam Paradiso’da takılıyordu. Kitabın önsözü olarak geçen, yazar Dirk Van Weelden’in kaleme aldığı toparlayıcı metinde, Amsterdam’ın büyük bir kısmının o zamanlar harabeler içinde olduğu vurgulanmış. Şu an dünya mutfaklarından menüler sunan kafeler, pahalı kıyafet dükkânları ve kahve butiklerinin bulunduğu sokaklar o zamanlar yıkık dökük bir hâlde ve akşam saatlerinde seks işçileri, eroinmanlar, torbacılar ve onların peşindeki sivil polislerin üşüştüğü yerler olarak tanımlı. İşsizlik oranının üst düzeylerde görüldüğü o günlerde dışlanmayı tercih eden genç insanlar, kendi ifadelerini toplumun kabul ettiği değerlere başkaldırmakta buluyor. Max Natkiel için de gençliğin bu tanımı karşı koyulmaz bir güzelliği ifade ediyor. Paradiso’ya bir gece boynundaki Rolleiflex kamerayla gitmeye karar veriyor ve sohbet ettiği insanların fotoğraflarını çekmeye başlıyor.

O zamanlar Paradiso’da çalışanların tanımıyla kendisi fazla dikkat çekmeyi sevmeyen, sessiz bir kişilik. Bu nedenle yavaş yavaş ve hattâ neredeyse gönülsüzce bir fotoğrafçıya dönüştüğüne dikkat çekiliyor. İnsanlara çektiği fotoğraflardan kartpostallar hazırlayıp vermeye başlayarak onların güvenini kazanmış olduğunu öğreniyoruz. Paradiso’da çalışanlarsa çok geçmeden tanıklık etmekte oldukları değişimin ne kadar değerli olduğunun ve yeni bir dönemin eşiğindeki konumlarının farkına varıyor. Natkiel’in konserlere beleşe girmesini sağlamak, ona destek olmak adına yapabilecekleri en mantıklı şeylerden biri.

Weelden’in kitaptaki yazısı, Natkiel’in belgeleyerek eşsiz bir hizmet ortaya koyduğu, 80’li yıllardaki bu vahşi patlamanın, gençlik kültürünün dijital devrimden önceki son patlaması olduğuna işaret ediyor. 90’lı yıllar itibariyle gelen dijital devrimin ışık hızında değiştirdiği yaşantımızın içinden bu fotoğraflara bakmak, kültür üretiminde artık çok da sık rastlamadığımız bir doğrudan iletişime olanak sağlıyor. Max Natkiel’in işlerini farklı kılan bir unsur kendini, kameraya aldığı kişileri gözlemleyen ve onların dikkat çeken anlarını yakalayan bir fotoğrafçı konumuna koymaması. Natkiel bunun yerine kendini onlardan biri olarak tanımlıyor. Fotoğraflardaki kişilerin kameraya bakarak ona resmen poz verdiğini görüyoruz. Biraların havalarda uçuştuğu, uyuşturucunun etkisiyle bir hayli flu geçen, düzen bozmak ve kaos yaratmak adına tehlikeli oyunların oynandığı o günlerde hem Natkiel hem de Paradiso’nun diğer sakinleri bu fotoğrafları ortaya çıkarmak için o anlara özenle yaklaşmış. Bakışlarının ne kadar kayık olabileceğinden ziyade, onları oldukları ve olmak istedikleri kişiler olarak görmek, bizi etkisi altına alan şey.

Soykırımın verdiği acı ve tahribatı kendi ailesinden kişileri kaybederek yaşamış biri olarak Natkiel’in, punk’lar, modlar ve reggae’ciler arasında Nazi selamı yapan skinleri de aynı motivasyonla çekmiş olması kitabın sayfalarını çevirirken insanın kafasında beliren sorulardan biri oluyor. Anarşiye olan sevgisi ve yoldan çıkmış olanların hâlleri, tavırları ve gözlerinde gördüğü güzellikle büyülendiğini anladığımız fotoğrafçı, Nazi selamı yapan skinlerde nasıl bir güzellik görüyor olabilir ki? Verdiği röportajda, Auschwitz’in su altında kalan 3 no.lu krematoryumunun “güzel” bir fotoğrafını çektiğini, gaz odalarının duvarlarının gerçekten resimlerdeki gibi pastel renklerde olduğunu öğreniyoruz. Koyu, siyah-beyaz savaş fotosu klişesinden kaçınmak istediğini, gençlik yıllarında ilgisini çeken estetik kaygıların onu Nazi Almanyası’nın güzelliğini resmetmeye ittiğini anlıyoruz. “Hepsi şerefsizdi, ama bir yandan da çok fantastik gözüküyordu.”

Natkiel, “O insanlarla bir bağım vardı” diyerek tanımladığı, Parodiso’nun zamanındaki o kaotik dünyası içinde fotoğraflarını fikir ve ideallerden ziyade gururlu bir duruş ya da güzel bir ceket gibi ona güzel gelenin peşinden giderek yönetmiş. İşin bir başka güzelliği de, Dirk Van Weelden’in yazısında da belirttiği gibi, doğal şekillerde ve yavaş yavaş bir araya gelmiş bu foto-belgelerin, farklı müziklerin hayranları ve onların etrafında şekillenen bu alt-kültürlerin, vücut dili, hareketler, kıyafet ve tavır anlamında birbirinden ne kadar farklılaştığını gözler önüne sermesi.

Buradan çıkarılacak şey elbette Max Natkiel’in sadece estetik kaygılar güdümünde hareket etmiş olması değil. Kendisi izleyicilerini farklı fikirlere yöneltmeyi seven biri olabilir muhtemelen. Aynı zamanda biraz ketum da olabilir… Röportaj için buluştuğu muhabiri yaptıkları konuşmayı kayda almaması için ikna edebiliyor örneğin, “O şekilde fazla, çok fazla bilgiye sahip olursun.” Bir yandan Majdanek kampında tutukluların 50 kilo taş yüküyle tırmandıkları küçük merdivenin fotoğrafını anlatırkenki tutkusu tarif ediliyor aynı röportajda: “Kışın ısıtıcıyı açmıyorum. Majdanek kampında tutuklular saatler boyunca çıplak şekilde dondurucu soğukta durmak zorundalardı. Bu yüzden havanın dondurucu olduğu her gün yarım saat verandada oturuyorum. Tabii, yarım şişe şarapla birlikte.”

Max Natkiel’i 30’lu yaşlarının sonunda bu farklı hayranlık hâllerini belgelemek için harekete geçiren esas şeylerden bir diğeri masaya dökülüyor. Natkiel, “Bu insanlarla kurduğum ilişkiydi temel olan” diyor. “Tek çocuktum, hiçkimseyle ilişkim olmamıştı ve bardaki bu insanlar benim hep aradığım dostlarımdı.”