Arşivden: “Sayborglar hâlâ hayatta ve keyifleri yerinde.”

Mehmet Ekinci, Bant Mag. No: 59 için sayborglara “değiştirilmiş insanlar” olarak yaklaşan ve hepimizin birer sayborg olduğunu iddia eden, California Üniversitesi Davis kampüsünde antropoloji, bilim ve teknoloji çalışmaları ve performans sanatları programlarında dersler veren Joe Dumit ile karşılıklı bir sohbete oturmuştu. 

Röp: Mehmet Ekinci, İllüstrasyon: Ada Tuncer Bant Mag. No: 59, Eylül-Ekim 2017

Joseph Dumit, 1980’lerin son yıllarında Donna Haraway’in öğrencisi olduğu dönemden beri insan doğasını tanımlayan birçok bilim dalı –psikoloji, sinirbilim, bilgisayar bilimleri, sibernetik, yapay zekâ araştırmaları– hakkında yazılar yazıyor. Onun için sayborg figürü birçok düşünsel ve pratik potansiyel barındırıyor. Sayborgları insan gibi görünen yapay zekâ ürünü robotlar yerine maruz kaldıkları kimyasallar, yapışık nizam birlikte yaşadıkları teknolojik aygıtlar, protezler ya da bedenlerine vermek istedikleri yeni şekiller dolayısıyla “değiştirilmiş insanlar” (altered humans) olarak tanımlayan Dumit aslında hepimizin birer sayborg olduğunu iddia ediyor ve bu iddiasını 20. yüzyıl bilimsel araştırmalarından verdiği örneklerle destekliyor.

California Üniversitesi Davis kampüsünde antropoloji, bilim ve teknoloji çalışmaları ve performans sanatları programlarında dersler veren Joseph Dumit’e göre bilim yapmak, yakından baktıkça, daha çok gördüğünün farkına varıp, baktığın şeye daha da yakınlaşmak, merak eden yeni sorular sorup, insana ve doğaya dair ön kabullerini gözden geçirmek, belki de her şeyi yeniden ve yeniden tanımlamak demek. Alfred North Whitehead’in ampirik gözlem, deneyim ve süreçlere odaklanan felsefesini her daim aklının bir köşesinde tutan Dumit için ip üstünde yürümeyi öğrenen bir sirk cambazı adayının içinden geçtiği dönüşümle uzayda uzun yıllar geçiren bir astronotun bedeninin geçirmesi düşünülen dönüşümler aynı düşünsel düzlemde buluşabiliyor. Tabii bu bedenlerin kendilerine özgül nitelikleri göz ardı edilmeden. Bu meseleler hakkında yazarken insanın ister istemez kendi içine doğru patlayan (implosion), doğaçlamalara başvuran (improvisation) ve hayal kuran (imagination) bir özne olduğunu söyleyen Dumit’in insan, ilaç, akıl ve ruh sağlığı, sinirbilim, bilgisayar ve uzay bilimleri alanlarını ciddiye alarak eleştirdiği yazılarına kişisel web sitesinden ulaşabilirsiniz.

Gelecek dönem vermeye hazırlandığınız ders hakkında konuşmak istiyorum. Ders “ip üstünde yürüme” (tightrope walking) hakkında. Röportaja başlamadan önce söylediğiniz şeye geri dönecek olursak, insan savunduğu pozisyonlar ya da dahil olacağı mücadeleler konusunda dikkatle hareket etmeli. Tıpkı o gergin ip ya da tel üzerinde yürüyen bir sirk cambazı gibi. “İp üstünde yürümek” çok güçlü bir metafor gibi geldi bana.

Evet. Bu tarz metaforlar çok ilgimi çekiyor. Dersin tam adı “Tel İp Üstünde Yürümek ve Düşünmek” (Tight Wire Walking and Thinking). Bir sirkin parçası olmuş, tel üstünde yürüme eğitimi almış ve kendi tellerini imal edip germeyi öğrenmiş biriyle birlikte çalışmak çok ilginç. Telin cismen nasıl bir şey olduğuna, materyal özelliklerine de odaklanıyor olacağız. Mesela, benim için Bilim ve Teknoloji Çalışmaları (STS) adına da heyecan verici bir ders bu. O tel nasıl imal edilir, nasıl gergin hale getirilir? Benim gibi daha önce bu konuya kafa yormamış biri için çok garip bir işlem. Aslında kırılıp bükülebilen ince bir metal parçasından bahsediyoruz. Bir sarmal halinde kıvrılmış ince metal tellerden oluşan bir cisim ve hepsinin ortak bir derdi var; bir uyum halinde farklı açılara doğru gerinebilmek. Tabii bir de ince tellerin arasına gereğinden çok ya da az esnememeleri için sürülen özel bir yağ var. Telin üstüne bindirilecek yükün ağırlığına dair sorular da dikkate alınmak zorunda. Bütün bu detayları göz önünde bulundurup olaya STS bakış açısıyla yaklaşınca, tel üzerinde yürüyen ve her gününü onlarla geçiren insanları bulup onlarla konuşmalıyım diye düşündüm. Bu telleri imal edenlerle, onları yapan, inşa eden, dayanıklılık testlerini elden geçiren ve garantisini sunanlarla mesela… Sonuçta köprü inşaatlarındaki mühendisler de bu tellerden kullanıyor, sirklerdeki ip ve tel cambazları da. Yürüme, hareket, denge adına bu insanlar ne düşünüyor? Bu düşünceler nasıl maddeye dönüştürülüyor? Mesela beni en çok büyüleyen şeylerden biri, tel iplerin özellikleri hakkında konuşabilmek için icat edilmiş özel kelimeler ve tabirler. Birileri bu kelimeleri icat etmek durumunda kalmış çünkü diğer maddeler hakkında kullanılan kelimeler muhtemelen onlara uygun gelmiyormuş. Belki benim bir antropolog ve STS akademisyeni olarak kullandığım dil de başka maddelerden köklerini alıyor ve gayet sıkıcı ve kullanışsız kelimelerden oluşuyor. Eğer bu insanların dilini ve pratiklerini öğrenip, öyle konuşmaya ve yazmaya başlarsam başka meseleleri düşünme şeklimi, teorik yaklaşımımı iyi anlamda değiştirir mi merak ediyorum.

Tel ip üstünde yürüyen birini dışarıdan izlemek de insanı çok heyecanlandıran bir şey.

Burada işin dokunma duyuları ve uzun süren eğitim sürecine giriyoruz. Daha önce Bruno Latour da parfüm uzmanı kişilerin koku duyularını nasıl terbiye ettikleri hakkında yazmıştı mesela. Pratik etmeyle duyularımız zaman içerisinde nasıl değişir? Duyularımızı değiştirip dönüştürerek yeni dünyalara nasıl erişim sağlarız? Bilimde yeni bir enstrüman geliştirip, materyal dünyaları yeni yollardan duyumsarız. Bilim insanları zamanlarının çoğunu çalışma arkadaşlarına, öğrencilerine bir enstrümanın nasıl kullanılacağını göstererek, onları eğiterek geçirir ki dünyayı o enstrümanla birlikte algılayabilsinler. Buna bedensel hareketlerin terbiye edilmesi de dahil. Dokunmayla gelişen haptik becerilerden bahsediyoruz burada. Haptik eğitim, haptik ustalık ve ardından gelen haptik yaratıcılık. Bir enstrümanı kullanarak edinilen beceriler, daha sonra o enstrümanla yaratıcı olmayı beraberinde getiriyor. Tel ip üstünde yürümeye geri dönecek olursak, bizi en çok imrendiren şeylerden biri, kendimizi o tel ip üstünde kolay kolay hayal edemiyor oluşumuz. O kadar dengeli yürüyemeyeceğimizin farkındayız. Ama görüyoruz ki başka biri bunu yapabiliyor. Hem de alavere dalavere yapmadan. Bu ustalık demektir değil mi? Saatler ve yıllarca süren bir eğitim. Dengeyi antropolojik bir olgu olarak çalışan insanlar var. Onlara göre, bazı kültürlerde denge kendi başına bir duyu. Tam olarak bizim bildiğimiz anlamıyla denge değil belki ama ona çok yakın bir olgu. Görme veya duyma gibi başka bir duyu. Tel ip üstünde yürüyen birini görünce büyülenmemizin bir sebebi de, yeterince çaba sarf edip eğitimini alırsak bizim de bir noktada o insanın yaptığını yapabileceğimizi içten içe biliyor olmamız. Ama şu an için kendimizi orada ipin üstünde hayal bile edemiyoruz. Bu tarz şeyler bana çok ilginç geliyor, şu an için aklımızın hayalimizin almadığı ama bir yandan da olabileceğini bildiğimiz şeyler. Belki Deleuze’ün kullandığı haliyle virtüel kelimesi buna denk düşüyor. Arabulucular (mediators) ve benzeri aktörlerden, şeylerden bahsederken bunu kastediyor belki de. İnsanların nelere kadir olduğunu bilmek ama iş kişisel olarak kendine geldiği zaman “bunu yapabileceğimi biliyorum ama aklım hayalim almıyor” demekten öteye gidememek. Bu iki düşüncenin birbiriyle çarpışması çok ilginç.

Deleuze demişken. Psikoloji alanıyla ilgilendiğinizi biliyorum. Deleuze ve Guattari‘nin ana akım bilimsel psikoloji araştırmalarına ve klinik psikanalize ciddi eleştiriler getirdiklerini de biliyoruz. İnsan aklı ve ruhunun çeşitli dışavurumlarını araştıranlar hakkında yazarken bu iki düşünür sizin için nerede duruyor?

Aslında özellikle Guattari’den psikiyatri karşıtı biri olarak bahsedince… Biliyor musun? O hiçbir zaman psikiyatriden umudunu kesmemişti. Verdiği kavga psikiyatrinin ne olması ve ne olacağı hakkındaydı.

Röportajın tamamını okumak için  buraya  tıklayarak Bant Mag. No:59’a ulaşabilirsiniz.