Arşivden: Sovyetler sonrasından kişisel portreler - Sputnik Photos

Röportaj: Ege Yorulmaz Bu röportaj, Aralık 2015 tarihli Bant Mag. No:44’te yayımlanmıştır.

Biz içinde bulunduğumuz ve referans verebileceğimiz bölgeden hikâyeler anlatmak istiyoruz… İşlerimizin en belirgin yanlarından biri belgesel fotoğraflarımızda kullandığımız metaforlar…”

Ortak bellek ve ortak geçmişi paylaşan Orta ve Doğu Avrupalı sanatçılardan oluşan Sputnik Photos kolektifi, Sovyetler Birliği döneminin ve yıkımın ardından toplumun tecrübesini ortak bir anlatıda buluşturmayı hedefliyor. Kolektifte yer alan fotoğrafçılardan Rafal Milach, onları harekete geçiren durumlara, kolektif bilinçlerine, geçmiş ve gelecek işlerine dair bazı detaylarla karşımızda.

Sputnik Photos’un bir kolektif olarak kuruluşundan biraz bahsedebilir misiniz? Fotoğrafçılar nasıl bir araya geldi?

Hepimiz 2004’te Doğu ve Orta Avrupa’dan fotoğrafçıları bir araya getiren bir atölye etkinliğinde tanıştık. Hepimizin aynı bölgeden olup, aynı geçiş dönemini tecrübe etmiş olduğu gerçeğini kullanmaya karar verdik.

Bu sanatçıların ortak noktaları neler?

Paylaştığımız ortak bellek ve geçmiş dışında, sanırım paylaştığımız en önemli özellik birbirimize sanatçı olarak saygı duymamız. Onun dışında çok da iyi anlaşıyoruz tabii.

Öncelikli bir kaygınız var mı? Kolektif olarak öncelikli bir fikri iletmeye çalıştığınızı söyleyebilir miyiz?

Biz içinde bulunduğumuz ve referans verebileceğimiz bölgeden hikâyeler anlatmak istiyoruz. Bence bizim işlerimizin en belirgin yanlarından biri belgesel fotoğraflarımızda kullandığımız metaforlar. Çalıştığımız konularda, güncel konsept ve bilgiyi kullanıp formu daha serbest bırakmaya çalışıyoruz.

Web sitenizdeki işlerin hepsi uzun süreli, detaylı geliştirilmiş projeler. Pek çoğu da kolektif bir işbirliğinin eseri. Fotoğraf projelerini nasıl organize ediyorsunuz?

Aslında projeden projeye değişiyor. 10 senelik çalışma sürecimiz boyunca farklı metotlar denedik. Birlikte yaptığımız projelerde bile mümkün olduğunca bireysel çalışmaya alan açmak istiyoruz. Yani sanatçıya yaratıcı süreçte mümkün olduğunca özgürlük tanımak istiyoruz. Sonuçtaki ürün de böylece pek çok farklı hikâyenin kolajı oluyor. Bir sonraki Lost Territories projesinde mesela, bu işbirliğini bir adım ileri taşıyoruz. Bu projede ayrı ayrı fotoğrafların birleştirilmiş olduğu daha görülür olacak. “Sahiplik” kavramını bulanıklaştırmayı hedefliyoruz.

Speaking in a Loud Voice serisinde mesela, Sovyet dönemi sonrası tecrübenizle ilgili büyük bir konsept vardı. Her fotoğrafçıya bir ülke mi tahsis edilmişti? Projelerin genel fikrinin oluşturulmasını takiben işbölümü aşamasını nasıl çözüyorsunuz?

Dediğim gibi o da her projede farklı oluyor. Örneğin Beyaz Rusya ve Ukrayna durumunda, tüm fotoğrafçılarımız orada, alandaydı, ama herkes kendi hikâyesi üzerinde çalıştı. Kafkasya ve Moldovya’da ise yalnızca iki fotoğrafçı oradaydı. Orta Asya’da mesela her fotoğrafçı bir ülke üzerinde çalışacak. Bu tarz bir bölgesel ayrım bizim önceliğimiz de değil zaten. Sonuçta tüm bu Sovyet sonrası dönemden geçen bölgelerden toplanan fotoğraflar tek bir ortak anlatımda bir araya getiriliyor. Hiçbiri katı olarak tek bir bölgeye bağlı değil.

O seriden Chasing a White Horse ’taki fotoğrafların çok etkileyici. Gürcistan’a gitmeyi sen mi seçtin? Orada ne kadar zaman geçirdin? Serinin yaratıcı sürecinden biraz bahseder misin?

Geçtiğimiz birkaç senedir propaganda fikri beni büyülüyor. Her birimiz günlük hayatta bir çeşit propagandadan nasibimizi alıyoruz. Gürcistan’a da son 10 sene içinde ülkenin imajını değiştiren adamın ülke üzerindeki izlerini incelemeye gittim. Bu dönem pek çok zaman ülke için şiddetli, vahşi bir değişimdi. Eski Gürcistan başbakanı Micheil Saakashvili kendi şahsi vizyonunu hem topraklara hem insanına empoze etmeye çalıştı ve bir noktada bu politikası geri tepti. Ben de onun yarım kalan hayalinin peşinden gidip, bir parçası olmak istedim. Süreç benim için de çok enteresandı. Orada geçirdiğim zaman uzadıkça, tecrübem de daha sürreal ve absürt bir hâl aldı. Kendimce Saakashvili’nin hayalini kaldığı yerden devam ettirmeye çalıştım. Bir yandan kendisinin çalışmalarını belgelemeye çalıştım, bir yandan da onun hayaline uyabilecek durumları… Bir nevi Saakashvili’nin ve benim hayallerimin karışımı oldu diyebiliriz.

Sovyetler dönemi sonrası kişisel deneyimin sanatçı olarak işlerini nasıl etkiliyor? İçinde yaşadığın toplumun sanatına olan doğrudan etkilerinden kabaca bahsedebilir misin?

Ben kesinlikle buraya aidim. Hem Sovyet dönemi hem de sonrasını tecrübe ettiğim için şanslıyım. O da bir çeşit kimlik sorusu ve ben de kendime sık sık nereden geldiğimi ve sanatımla neye referans vermek istediğimi soruyorum. Beni harekete geçirenin biraz da bu soru olduğunu söyleyebiliriz.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:44’e ulaşabilirsiniz.