Asıl amacını aşıp var olmayı sürdüren yapılar: Lost Utopias

Dünya fuarları için yaratılmış yapıların külliyatına merak saran fotoğrafçı Jade Doskow 2007’den bu yana Kuzey Amerika’da ve Avrupa’da yer alan tam 26 farklı fuar alanını ziyaret etti ve hikâyeleriyle olduğu kadar mimarileriyle de büyüleyen binaları çektiği fotoğraflarını geçtiğimiz ay Kickstarter’ın da katkısıyla Lost Utopias isimli kitabında bir araya getirdi. Amerikalı Doskow ile uzun yıllardır peşinde olduğu fantastik binalarını ve deneyimlediği fuar alanlarını konuşma fırsatı yakaladık.

Röp: Busen Dostgül – Çeviri: Nihan Bayram

10_jade_doskow_lost_utopias

New York 1964 Dünya Fuarı, “Peace Through Understanding,” Unisphere, 2009

Dünya fuarlarına ait binaların fotoğraflarını çekmeye nasıl karar verdin?

Lost Utopias projesinden önce, ilgi duyduğum alanlar beni ilk önce Brooklyn’de Red Hook’ta bulunan terk edilmiş depolara ve evlere, asıl amacını aşıp var olmaya devam eden mimari yapıları özellikle araştırmaya yöneltti. Zaman yolculuğu her zaman bende hayranlık uyandırmıştır. Klasik bir piyanist olarak, eski zamanlardaki parçaların notalarını hayata döndürürken bir anlamda başka bir diyara yolculuk yapıyordum. Fotoğrafçılık dünyası zamanı yakalar, hapseder ve korur. Bu yüzden fotoğraf çekmek belirli bir amaç için yaratılmış ama sonrasında başka bir şeye dönüştürülmüş mimari yapıları incelemek için en mükemmel araçtır. 2007 yılında ailemle Sevilla’da tatildeyken 1992 Dünya Fuarı alanına rastlamıştık. Neredeyse terk edilmişti. O noktada dünya fuarlarına pek aşina değildim ama Guadalquivir Nehri boyunca, çok eski ve çok iyi korunmuş Sevilla mimarisine özgü yapıların yanında uzanan, birçoğu neredeyse tamamen terk edilmiş gerçek üstü fuar çadırlarıyla karşılaştığımda fazlasıyla büyülendiğimi hatırlıyorum. New York’a dönerken bu konuyu araştırmaya başladım ve bunun koruma, tasarım, mimari, tarih, kültür ve milliyetçilik gibi kavramları içine alan çok derin bir konu olduğunu fark ettim.

Çekim yapmaya ilk nerede başladın? Bu seri özelinde çektiğin ilk fotoğraflarını hatırlıyor musun?

1939 ve 1964’de New York’ta gerçekleşen iki dünya fuarı vardı. Şansıma her iki etkinlik de ardında alışılmışın dışında mimarlık ve kamu sanatı örnekleri bırakmıştı. İlk çekimimi tam olarak hatırlayamasam da 2007’deki New York Eyaleti Pavyonu projesi çekiminden önce Queens Flushing Meadows’da yer alan 1964 fuarının alanını yaklaşık on kez dolaştığımı hatırlıyorum. Bu prototip alana odaklanarak çok fazla şey öğrendim: Bu amaç için yaratılmış olsa da mimari anlamda mükemmel bir kartpostal görüntüsü vermeyen bu alan, kentsel ortak alanların değişim ve yaratılışına dair derin detayları da gün yüzüne çıkarıyordu. Başlarda bu alanların hikâyelerindeki karmaşıklıkları ne şekilde anlatmam, tasarım ve ölçeklerini nasıl yansıtmam gerektiği konusunda tatlı bir hayal kırıklığına uğradığımı hatırlıyorum. İlk çektiğim fotoğraflar (2007-2011 yılları arasında) tüm çalışma adına önemli fotoğraflar olsa da bu fotoğraflardan ne çıkarmak istediğimi anlamam birkaç yılımı aldı.

Lost Utopias projesinin ismini koyma süreci nasıl gelişti? Biraz bahseder misin?

Dünya fuarlarındaki mimari yaklaşım son derece abartılı, görkemli ve hırslı; yirminci yüzyıl ortasındaki yapılara bakıldığında çağ ötesi ve öncüydü. Bu fuarların çoğunun altında ütopik fikirler yatıyordu. Şu anda kimi kullanılan, kimi kullanılmayan, kimi terk edilmiş, kimi yenilenmiş olan bu yapılar her ne kadar çatlamış, yıpranmış ve eskimiş bir hâlde olsa da fotoğraflarıma bakanlar eskiden bu yapıların hangi idealist hedefler doğrultusunda yapıldığına dair fikir edinebiliyor.

03_jade_doskow_lost_utopias

Brüksel 1958 Dünya Fuarı, “A World View: A New Humanism,” Atomium, 2007

2007’den beri birçok şehri ziyaret ettin ve dünya fuarları hakkında sayısız hikâye dinledin. Seni en çok etkileyen ya da şaşırtan hikâye hangisi oldu?

Seattle’da 1909’da düzenlenen çekilişte yetim bir bebeğin ödül olarak teklif edilmesinden tut da insanların sergilendiği hayvanat bahçeleri ya da 1915’te San Francisco’daki 14 tonluk muazzam daktilo gibi insanların dikkatini çekmesi için yaratılan devasa nesnelere kadar dünya fuarlarına dair milyonlarca ilginç ve şaşırtıcı hikâye var. Bunlardan daha olağanüstü olanı ise, 1958 Brüksel Fuarı’nda Le Corbusier tarafından tasarlanmış Philips Pavyonu. Parabolik yüzeylere sahip bu bina dönemi için çok yenilikçi bir yapıydı ve içinde Le Corbusier’e ait deneysel bir film çalışması, besteci Edgar Varese’nin “Poeme Electronique” adlı elektronik müzik eseri eşliğinde gösteriliyordu. 1958’deki ziyaretçiler için böyle sıra dışı bir alanda, çağın ötesideki elektronik bir müzik eseriyle sinemanın bir araya gelişini deneyimlemenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmeyi çok seviyorum. Ve bunun Dünya Savaşları’ndan sonra gerçekleşmiş ilk fuar olduğunu düşünmeyi de… Öyle bir korkunun ardından böyle bir görüntü ve güzellik…

Hangi dünya fuarını veya fuar yapısını kendi zamanında ziyaret etmek isterdin?

19. yüzyıla dönmek benim için çok çekici olabilirdi. Çağdaş yenilikler bizi bilgisayar ve akıllı teknolojilerle buluşturdu. Bunlar ne kadar yenilikçi teknolojiler olsa da elektrik ya da ışık gibi teknolojilerin yanında, metafiziksel olgulardan kopma adına çok daha sönük kalıyor. Chicago’daki 1893 Kolomb Dünya Sergisi (Erik Larsen’in deThe Devil in the White Cityromanında açıkça tasvir ettiği üzere) çok iddialı ve olaylı bir etkinlikti. Birçok insanın elektrikle ve elektrikli ampullerle ilk tanışmasıydı; izleyiciler ragtime müziğine maruz bırakılmanın ardından devasa bir dönme dolaba binebiliyordu (bu dönme dolap Eyfel Kulesi’ne cevap olarak yaratılmıştı ve her kabin neredeyse 60 kişi taşıma kapasitesine sahipti). McKim, Mead & White ile Frederick Law Olmsted tarafından tasarlanmış fuarı her şeyiyle deneyimlemek büyüleyici olabilirdi.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:54’e ulaşabilirsiniz.