Bant Mag. No:31'den // 84 yaşında bir dominatrix: Catherine Robbe Grillet

Fransa’nın en ünlü dominatrixi ve partneriyle İstanbul’u; katılması Schengen vizesi almaktan zor S&M seremonilerini; 84 yaşında bir dominatrix olmanın peşisıra tampona takılan teneke kutular gibi takırdayan önyargıları ve eşi benzeri olmayan hayatlarını konuştuk.

Röportaj: Binnaz Saktanber – İllüstrasyon: Sadi Güran

Seçimlerden önceki geceydi. Tüm ülke uyanıp malûm oyu vermeden ve “acaba sado-mazo bi rüyada yaşıyoruz da uyanamıyor muyuz?” diye düşünmeye başlamadan birkaç saat önce S&M’in dünyadaki en önemli isimlerinden biriyle tanıştım.  Yazar, aktris, nouveau romanın öncüsü yazar- yönetmen Alain Robbe Grillet’in dul eşi, ve Fransa’nın en ünlü dominatrixi Catherine Robbe Grillet ve partneri Beverly Charpentier Protocinema’nin Diner Noire performansına katılmak için İstanbul’daydılar. Bu iki büyüleyici kadınla Catherine’in hiç de yabancısı olmadığı İstanbul’u; katılması Schengen vizesi almaktan zor S&M seremonilerini; 84 yaşında bir dominatrix olmanın peşisıra tampona takılan teneke kutular gibi takırdayan önyargıları ve eşi benzeri olmayan hayatlarını konuştuk.

Bu sizin İstanbul’a ilk gelişiniz değil. Aslında, Alain’i ilk burada tanımışsınız. Ve 1962’de L’Immortelle’i (Ölümsüz) burada çekeli 50 yıldan fazla olmuş. Aileniz de Ermeni ve uzun yıllar boyunca bu şehirde yaşamış. Bana buraya önceki ziyaretlerinizden ve aile tarihinizden biraz bahseder misiniz? 
Catherine Robbe-Grillet: Çocukluğum boyunca İstanbul hikâyeleri dinledim; zira babam bu şehirde büyümüş. Babam Rus Ermenistan’ında doğmuş, ortalık karışmaya başlayınca önce Gürcistan’da Tiflis’e sonra ortalık yatışınca da 1917’de İstanbul’a gitmişler; çünkü büyükannem İstanbul’da doğmuş ve büyük amcam da burada bir Ortodoks rahibiydi. Babam Saint Joseph Lisesi’nde okumuş, 1924’te Fransa’ya dönmüş. Benim İstanbul’a ilk gelişim bir lise öğrencisi olarak 1950’de Galatasaray Lisesi’yle bir yabancı öğrenci yaz değişim programıyla oldu. Alain gezideki öğrencilerden biriydi, tanışmamız böyle oldu. Benimle flört etti ama o zamanlar çıkmadık. Sonra 1960’da evli bir çift olarak, L’Immortelle filmine mekânlar keşfetmek için geri geldik. İki ay kaldık ve şehri baştan aşağı keşfettik, 1962’de de filmi çekmek için döndük. 1967’de Alain’in verdiği bir konferans için, 2005’te de La Belle Captive’in İstanbul Film Festivali gösterimi için geldik. Bu seferki ziyaretim için biraz hevessizdim çünkü 2005’teki gelişimde şehrin fazla modernleşmiş gibi olduğunu düşünüp hayal kırıklığına uğramıştım. Bu sefer daha da beter olacağından korktum. Aksine, bu sefer 50’lerde tanıdığım İstanbul’u yeniden keşfettim. Küçük eski sokaklarda gerçek Türk müziğini duydum. Şehrin enerjisi, ızgara palamut kokusu ve gemilerin Boğaz’daki bale yapışları değişmemiş.

Sansüre yabancı değilsiniz, zira ilk romanınız L’Image (1956) sansürlenip yakılmış. İfade özgürlüğü ve sansür açısından en kötü dönemlerden birini yaşadığımız bu zamanlarda Türkiye’de L’Immortelle gibi bir filmi çekmek belki de imkansız olurdu diye düşünüyorum. İstanbul’da 1960 darbesinden sonraki film çekme deneyiminiz nasıldı ve L’Image’ın sansürlenmesine tepkiniz nasıl oldu?
O dönemde sansür son derece beklenen bir şeydi, bu yüzden L’Image’ın sansüre uğramasına hiç şaşırmadım. Esasen bir erkek takma ismi seçmemin (Jean de Berg) sebebi de buydu: gizli kalmak. Bir gece polis yayınevine geldi ve Jean de Berg’in kim olduğunu sordu. Editör Jerome Lindon ise “Hiçbir fikrim yok, metin postayla geldi” diye cevap verdi. Tabiî ki kitap, sansürün söz konusu olduğu her durumda olduğu gibi, el altından okunmaya devam etti. L’Immortelle’e gelince, mekan bakmaya 1960’da geldik ama Türkiye’deki politik kargaşa yüzünden filmi çekmek için 1962 yılına kadar beklememiz gerekti. Eğer kalmış olsaydık çalışma şartları çok çetrefilli olacaktı. Gerçi gitmemizi isteyen kimse de olmadı ama biz olaylar yatışana kadar beklemek istedik. O zaman için bayağı skandal bir film olmasına rağmen kimse çekim sırasında bizi rahatsız etmedi veya sahneleri sansürlemedi. Sadece 1967 Haziran’ında bir şey oldu, Trans-Europ Express’i (1965) oynatırken Alain bazı erotik sahnelerin kesildiğini fark etti. Bundan yakındı ve gizemli bir şekilde, sahneler sonraki gösterimlerde geri geldi. Bunun resmî bir hükümet sansürü mü yoksa, o zamanlar sıkça olduğu üzere, müstehcen kısımları kendine saklamak için kesen bir makinist yüzünden mi olduğunu hiç öğrenemedik.

Sonra geçen sene, Türkiye’den bir yayınevi Alain’in son kitabı Un Roman Sentimental’in haklarını istediğinde çok şaşırdım, ki pedofili, sadomazoşizm ve ensest hakkında olduğunu göz önüne alırsak şok edici bir hareketti. Yayınlamak istediklerini duyduğumda neredeyse bayılıyordum, eğer basılırsa hakikaten sürpriz olur.

İlk tanıştığımızda sizi gözümde bir dominatrix olarak canlandırmakta zorlandım. Tabiî ki bunun sebebi kadın cinselliği, yaş ve dış görünüşle ilgili önceden biçtiğim(iz) sabit fikirler. Bununla çok karşılaşıyor musunuz? Bu peşin hükümlere veya önyargılara nasıl yaklaşıyorsunuz? 
Artık oldukça meşhurum; ama geçmişte, görüşmelerden evvel insanları uyarırdım: oldukça ufak ve yaşlıyım, görmeyi beklediğinize muhtemelen hiç benzemiyorum. Tipik dominatrix klişesine uymuyorum. Evrensel olarak hâlâ tabu olan üç şey var: engelli insanların cinselliği, yaşlı insanların cinselliği ve sadomazoşizm; ve ben üçünden ikisine uyuyorum. Erkekler en başta kadın cinselliğinden etkilenirler çünkü erkek cinselliğinden çok daha karmaşık ve gizemlidir. Erkekler kadınların nasıl işlediğini anlamaz. Bunun ötesinde, yaşlı bedenler insanları iğrendirir. 50-60 yaşındakiler bile yaşlıların cinselliği fikrini pis ve yakışıksız bulur. Neyse ki, ben insanların beni kabul etmeyeceği gerçeğini kabul edecek kadar kendimle barışığım. İnsanlar bana sürekli hakaret eder, sapık olmakla suçlarlar, bu beni rahatsız etmiyor. Hiç karşılık vermiyorum; çünkü ifade özgürlüğüne inanıyorum. Benimkilere katılmasalar bile herkesin kendi fikrine sahip olmaya hakkı olduğu görüşünde oldukça fanatiğim.
Beverly Charpentier: Ben Catherine’in tam tersiyim. Onun hakkında olumsuz bir yorum okuduğum, duyduğum zaman fırlayıp o insanı vurmak istiyorum. İnternet üzerinde ve dışarıda çok şiddetli atışmalarım oldu. Sözlü olarak tepki gösteriyorum. Ne zaman bir röportaj yapsak insanların bize sülfür bombaları atacağından korkuyorum. Catherine beni sakinleştirmeye çalışır ve haklı da. Sinirlenmek kendi üzerimdeki baskıyı atmaktan başka bir şeye yaramıyor.

İkiniz nasıl tanıştınız?
Beverly Charpentier: Meksika’da. Kocam diplomattı, bir film festivali için geldiklerinde onların onuruna bir yemek düzenledik (Catherine tam tarihi hatırlayarak araya giriyor: 22 Kasım 1991). Daha ilk gördüğüm an ona ait olduğumu hissettim, ama Catherine aynı şekilde hissetmemişti. Uzun yıllar, ilişki bir yanlış anlaşılma üzerine sürdü ve çok iyi iki arkadaştan fazlası olmadık. Benim cinselliğim her zaman hâkimiyet ve teslimiyet üzerine oldu. Hemen hemen bütün ilişkilerimde bir dominatrix oldum ve bunu Catherine’e de belli ettiğimi düşündüm; ama meğer öyle olmamış. Ben cinselliğin ilişkimizin bir parçası olmasını istemediğini sandım. Sonra bir gün, bir grup dominatrix arkadaşımızla beraberken içlerinden biri, “senin bununla ilgilenmediğini biliyorum” dedi. “Sana böyle düşündüren nedir? Tanrı aşkına, hayatım boyunca benim dünyamın bir parçası oldu bu” dedim, etrafımdaki bütün kadınların şaşkınlıktan ağzı açık kaldı. İlişkimizdeki değişimin başlangıcı buydu. Bugün ruhum Catherine’e ait ve ruhumu ondan başka kimseye vermedim.

Röportajın tamamı için buraya tıklayarak Bant Mag. No:31’e ulaşabilirsiniz.