Bant Mag. No:31'den // Beyaz perdenin tek mekâna sıkışmış filmleri

Bu ay gösterime giren ve tamamı bir arabanın içinde geçen Locke’den aldığımız ilhamla, beyazperdede tek bir mekâna sıkışmış filmler arasında kısa bir gezintiye çıktık.

Lars Von Trier, henüz bu kadar delirmemişken De fem benspænd / The Five Obstructions adlı bir belgesel projeye imza atmıştı. Çok sevdiği yönetmen Jørgen Leth’in Det perfekte menneske / The Perfect Human adlı kısa belgeselini, adama defalarca çektirmiş ve her seferinde yeni bir engel koyarak onu kendince daha yaratıcı olmaya zorlamıştı. Zavallı yönetmen, tatminsiz Trier’i memnun etmek için kendini paraladı ve en sonunda Trier’in hemen her film setinden yayılan dedikodular gibi bu yönetmeni de bunalımlara, kaosa ve gözyaşlarına sürükledi.

Neyse ki sinema, Trier kadar acımasız ve insanı delirtmeye programlı bir şey değil. Olağanüstü mekânlardan, milyonlarca zıtlıktan, olmayacak düşlerden, bazen de minicik bir zamanda geçen küçücük bir hikâyeden etkilenerek sonsuz varyasyonla izleyicisini sarsabilecek bir güce sahip. Yaratıcılık denen kavram (nasıl tüketilmiş bir kavramsa artık, söylerken bile anlamsız bir utanç duyuyorum), her ne kadar uçsuz bucaksız bir uçuş alanı olsa da bazen koyduğunuz bir engel, yaratıcılığı bambaşka bir boyuta da taşıyabiliyor. Zaman ve mekân mefhumunu ortadan kaldırarak filmi hikâye ve oyunculuğa emanet eden yönetmenlerin ellerinden çıkma tek mekân filmleri buna iyi bir örnek.

Kamerayı, yönetmen beyninin gözleri olarak kabul edersek, bazı yönetmenlerin detaylara gözünün takıldığını ve iğne deliğinden kocaman sorular sorduğu tek mekân filmlerine bu ay bir yenisi daha eklendi: Locke. Hazır konusu açılmışken, düşük bütçeli gişe dostu tek mekân filmlerine şöyle bir bakabilir, klostrofobiye olan yatkınlığınızı test edebilirsiniz.

locke

LOCKE (2013)

Mekân:
BMW sponsorluğundaki bir arabanın içi.

Mekâna sıkışan:
Tom Hardy’nin hayat verdiği inşaat mühendisi Ivan Locke.

Neden orada?
Başarılı bir kariyeri, mutlu bir evliliği ve iki çocuğu olmasına rağmen tek gecelik bir ilişki yaşayan, bu ilişkiden de bir çocuğu doğacak olan Locke’nin, doğuma yetişmesi gerekiyor. Bu sırada işindeki âni bir sorunu halletmesi ve gerçekleri öğrenen eşine kendini affettirmesi de lazım.

Filmekimi’nde son anda izleme şansı bulduğumuz Locke, tek mekânda ve tek oyuncuyla bizi sürükleyici bir hikâyenin içine çekiyor. Film, Dirty Pretty Things senaryosuyla 2002’de Oscar’a aday olan Steven Knight’ın ilk yönetmenlik denemesi… “Durup dururken başınıza olmayacak şeyler gelebilir ve ömrünüzden ömür gider” demenin âdeta görsel karşılığı gibi bir filmle oldukça zor bir işin içine giren Knight, 90 dakikalık klostrofobi şöleninden alnının akıyla çıkıyor.

tm_venus

VENUS IN THE FUR (2013)

Mekân:
Bir tiyatro salonu.

Mekâna sıkışanlar:
Vanda (Polanski’nin değerli eşi Emmanuelle Seigner) ve Thomas (Mathieu Amalric).

Neden oradalar?
Thomas’ın yöneteceği yeni oyunun başrolünde muhakkak yer alması gerektiğini düşünen Vanda’nın, seçmeleri kaçırdığı gerçeğini reddederek mekânı terk etmemesi nedeniyle…

Geçen sene Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan, 80 yaşındaki usta yönetmen Roman Polanski’nin son filmi Venus in Fur, aynı adlı romanı sahnelemek isteyen bir yönetmen ve başrolü almaya çalışan kadın oyuncu arasında geçen abartılı flörtü konu alıyor. Kadın ve erkek arasındaki yüzyıllık meseleyi tek tek özetleyerek insan olma durumuyla bir kez daha izleyicisini tokatlayan Polanski, ayrıca filminde kendine yaptığı göndermeler ve benzerliklerle de dikkat çekiyor.

tm_buried

BURIED (2010)

Mekân:
Irak topraklarında neresi olduğu bilinmeyen yerde gömülü bir tabut.

Mekâna sıkışan:
Amerikan askeri Paul Conroy (Ryan Reynolds).

Neden orada?
Amerika, Irak’a müdahale ettiği için.

Barcelona’da bir stüdyoda 17 günde çektiği filmiyle Rodrigo Cortés, henüz ikinci yönetmenliğinde zor bir sınavı geçerek seyircisine benzersiz bir seyir zevki yaşatıyor. Hafakanların kol gezdiği daracık bir tabutta, gerçeklik hissini kaybetmeden, heyecanı düşürmeden, yer yer politik göndermeler yaparak 90 dakikada anlattığı kurtuluş (?) hikâyesiyle film, gösterime girdiği yıl oldukça beğenilmişti.

Yazı: Tuba Altuntaş – İllüstrasyon: Burak Dak

Yazının devamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:31’e gidebilirsiniz.