Bant Mag. No:34'ten // CEM YILMAZ ve TÜLİN ÖZEN: Bir masa başında, çay eşliğinde, saatlerce...

Cem Yılmaz’ın, yıllar içerisinde Bant kapaklarına konuk olmuş sanatçıların işlerinin duvarları süslediği evinin salonundayız… Burası, güldürü ustasının iç dünyasının bir yansıması. Burası kendini rahat hissettiği, bizlere çay ikram ettiği, Pek Yakında’daki rol arkadaşı Tülin Özen ile Bant Mag. için uzun bir sohbete daldığı yer. Burası, salt yaptığı işin hakkını vererek yakaladığı başarının karşılığını gören, dostumuz Tülin Özen’in, Cem Yılmaz’ı bizim için sorduğu sorularıyla eğlendirdiği, sıkıştırdığı, konuşturduğu yer. İkilinin, bizim meraklı gözlerimiz önünde röportaj formatından çıkıp derin bir sohbete daldıkları yer. Sistem, özgürlükleri kısıtlayan önyargılar, arzular ve zaferler, gerçekleşen ve gerçekleşmeyen hayaller, sinema ve sahne tutkusu, bu düzen içerisinde var olmanın zorlukları, yeni filmin heyecanı, fikirler, görüşler ve anılar üzerine… Bir masa başında, çay eşliğinde, saatlerce… Bu sayfalara sığdıramadığımız daha nice içten konuyla birlikte…

TANIŞMA VE SAHNE ÜZERİNE

Tülin Özen: E, anlatacak mısın peki?
Cem Yılmaz: E, anlatırım neden olmasın? Ben Tülin’i ilk tanıdığımda adada bir yokuştan yukarı iplik sarıyordu, ilk orada görmüştüm. Sonra bir başka filmde de ağzından yılan çıkarıyordu, benim gördüklerim bunlar.

T.Ö.: Başka da hiçbir şeyimi izlemedin! Olsun…
C.Y.: Hayır canım, ondan dolayı değil, başka her şeyini izledim de, senin benimle ilgili bir şey izlememiş olman çok eğlenceli.

T.Ö.: Hayır canım, bir sürü şey izlemiştim de… Ama Yahşi Batı’yı ve Arog’u izlememiştim, Cem hakkında hiçbir şey bilmiyordum gerçekten. Seninle çok rezil bir ofis görüşmesi yaptığımı hatırlıyorum.
C.Y.: Yoo niye? Gayet soğukkanlı bir görüşmeydi bence. Haa, bir tiyatro oyununda izlemiştim seni, çıkışında eşlik etmeye çalışmıştım ama yine soğuk bir…

T.Ö.: Ben çoktan gitmişimdir… Ben mesela, asla sahnede gördüğümü, çıkışında, kuliste dışarıda falan tanıyamıyorum. Televizyonda gördüğümü de tanıyamıyorum. İzlediğim adam veya kadın, orada kalıyor. Kulise gidip, tanımıyorum yani. Şimdi seni tanırım mesela. Ama yanındakileri tanıyamam hayatta. Ben sahnedekilerin enerjisini takip ediyorum muhtemelen böyle yüzünü, başını, vücudunu falan değil. Sadece enerji olarak algılıyorum.
C.Y.: Ben de çocukluğumdan beri sahnedekilerin cesaretine çok hayran oluyordum. Tiyatroyu hep çok sevdim ama çocuksu bir kıskançlık vardı içimde ona karşı. İlk izlediğim şey ne biliyor musun? 1979’da babam beni Sıraselviler’de Devekuşu Kabare’ye götürmüştü. Tam bir kabare düzeni vardı. Hani böyle tiyatro gibi değil de, masalı, içkili…

T.Ö: Hangi oyundu?
C.Y.: İnsanlığın Lüzumu Yok. Hiç unutmuyorum, çünkü babamla gittik, ben altı yaşındayım herhâlde, beni niye götürdü valla onu da bilmiyorum, çünkü bir gece aktivitesiydi. Hayatımda hiç babamı bu kadar gülerken görmedim. Metin Akpınar, hayvanlar üzerinden anlatıyor, büyük bir ihtimalle Kandemir Konduk’un yazdığı bir şey olabilir. Ağbi, İnsanlığın Lüzumu Yok, adını sonradan bakıp öğrenmiş değilim. Adının ne olduğunu çocuk aklımla da anlamıştım. Lacivert, çok minimal bir dekor, kostümler de çok minimal. Mesela lacivert tulumvarî bir şey vardı Metin Akpınar’ın üzerinde. Bir maymun karakteri yaptı, çok gülünüyor, çok serseri espriler oluyor falan. Nasıl hoşuma gitti! Babama baktım, gülmekten gözlerinden yaşlar geliyor. O an güldürmek ne acayip bir şeymiş ya diye düşündüm. Hiç aklımdan çıkmadı.

cem_aylin_2

T.Ö: Baban bile kendini kaybedip gülüyorsa, altı yaşındaki bir çocuğun babasının kendini kaybederek güldüğünü falan görmesi de muhtemelen etkilemiştir seni.
C.Y.: Kendini kaybettiği için çok kıskandım. Güldürenleri işte o zaman kıskanmaya başladım. Güldürenlere bir şeyim var. Bir kenarda mesela toplaşıp güldükleri zaman şöyle düşünüyordum ben; “Ulan ben buradayım, onlar neye gülüyorlar?”

Aslına bakarsan sahneye çıkayım duygusu hiç olmadı bende. Vakt-i zamanında lisede bir grupla birlikte İngilizce bir oyun oynamaya yeltenmişlerdi arkadaşlar. Ne aktivitesiydi hatırlamıyorum, lisedeyken ben de grupla o çalışmalara katıldım. O zaman da, 14 yaş çok geç diye düşünüyordum. Altı yaşında ilk o olaya şahit olduktan sonra, gittim bir sürü çocuk tiyatrosu gördüm, izledim. Film çok izliyordum. Ama hiç ilgi duymamışım aslında sahneye çıkmaya. Lisedeyken fasulyeden o gruba katıldım. Zaten bir müddet sonra öğretmen de “Cem’cim bu sana göre bir şey değil, sen ayrıl” dedi. Çok güldürüyordum milleti…

T.Ö.: Ama aynı şeyi sana yıllar sonra yine söylemişler, Mazhar Alanson’la beraber bir çalışmaya mı ne katılmıştınız…
C.Y.: Aaa evet. Yoga. Dinamik meditasyon. Osho’nun aşramına gitmiştik. Ama yani bir gram inanmadan gidilir mi? Bir gram inanmıyoruz gerçekten. Bir turist saflığı yok yani bizde, yok. Yıl 98 olsa, ben 25 yaşındayım, Mazhar Ağbi de işte 48 yaşında.

Orada da, ‘’acting workshop’’(oyunculuk atölyesi) yazıyor. Kaçırılır mı yani, ahaha ‘’acting workshop’’… İkimiz de gittik tabiî. Dünyanın her yerinden insanlar var, Atölyeyi veren kişi izah ediyor bazı şeyleri, bazı oyunlar veriyor. İnsanlar da nasıl mutlu Allah’ım… İşte siz ikiniz bir çift olun, siz ikiniz de bir çift olun… Ya da atıyorum biri bir panonun arkasında tek kalıyor, “şimdi oradan çıkacaksınız ve sevdiğiniz biri trenden iniyor” diyor. Böyle en basit, çok çocuksu doğaçlamalar yapıyoruz. Biz de çok gülüyoruz bu manzaralara… Kadın bizi bir kenara çekti, “Siz çok güldürüyorsunuz bu grubu” dedi. Mazhar ağbi de dedi ki “Bu arkadaş komedyen…”. Kadın da, “Tamam ama güldürmeyin o zaman, işinizi buraya getirmeyin’’ gibisinden bir şeyler söyledi. Orada da güldürüyorum diye gönderildim tiyatro ekibinden…

Sonra bizim mahallede konservatuvara giren eden çok yakın bir arkadaşımın ağbisi vardı, ona da çok gıptayla baktım zamanında… Ama yani hiç böyle oyunculuğa hazırlanayım, oyunculuk yapayım gibi bir arzum isteğim olmadı.

cem_aylin_4

T.Ö.: Ama Can’ın ilgisi vardı?
C.Y.: Ağbimin mi? Evet. Ağbiminki daha kapalı bir ilgiydi. Aile içinde sergilenen bir çocuk performansı filizlenmiş bir şey değil. Bizden çok gizli tuttuğu bir şeydi o. Yetişkinken Müjdat hocanın seçmelerine gitmiş ama benim haberim yoktu. Bunun öncesinde daha dramatik bir şey var. Çocukken ses kaydı yapıyordum. Elektronik âletlere çok başından beri merakım olduğu için, ses kaydı cihazımız da var, dolayısıyla performansımızı kaydedelim, fıkralar anlatalım, şunlar bunlar… Yani üç yaşından itibaren, hikâyeler anlatıyorum, bir şeyler yapıyorum, şarkılar söylüyorum ama böyle papağan gibi. Diyelim ki TRT zamanı televizyondaki bir Türk Sanat Müziği programı ve bir şarkı söyleniyor. İşte ne bileyim, “Bir gece ansızın gelebilirim…”. Ben de söylüyorum! Kayıtlı yani bu. Böyle bir kasetim vardı benim. Sonra beş yaşındayken dinleniyor, sekiz yaşındayken dinleniyor, 12 yaşında bir daha buluyorsun o kaseti “Aaa benim kasetim!”… Sonra bir gün bu kasetin arkasını, B tarafını koyduk, abim okuyor aynı şarkıları!!!

T.Ö.: Şaka yapıyorsun?
C.Y.: Böyle anlatınca korku filmi gibi oldu. İyi de, bu B tarafından niye haberimiz yoktu ki bizim? O zaman niye duymadık? Kaydedilirken neredeydik?

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:34’e ulaşabilirsiniz.
Fotoğraflar: Aylin Güngör