Bant Mag. No:35'ten // Ali’nin gelgitleri ve Annemin Şarkısı

Saraybosna ve Antalya’dan ödüllerle dönen Erol Mintaş’ın ilk uzun metraj filmi Annemin Şarkısı / Klama Dayîka Min, Kürdistan’dan İstanbul’a göç ettikten sonra Tarlabaşı’ndaki evinden ikinci bir göçe zorlanan Nigar hanım ile İstanbul’da bir Kürt edebiyatçısı ve Türkçe öğretmeni olarak yolunu bulmaya çalışan oğlu Ali’ye odaklanıyor. Yönetmenle bir araya gelip, filmin karakterlerini ve öyküsünü, Kürdistan coğrafyasındaki güncel gelişmeleri ve Antalya’daki sansür hadisesini konuştuk.

Öncelikle sizi tanıyalım. Sinema ile tanışmanız nasıl oldu?
Kars’a bağlı küçük bir köyde doğdum ve izole bir evde büyüdüm. Annem ve babam hâlâ oradalar, inatla buraya gelmiyorlar. Ortaokul başına kadar Kars ve Ardahan’daydım, sonra ağbimle birlikte ekonomik sebeplerden dolayı İzmir’e çalışmaya gittik. Orada inşaatlarda çalıştım, çıraklık yaptım, dökülen çivileri topladım. Ağbim Kars’a döndü ancak köye dönmek benim için okuma fırsatını kaçırmak demekti. Bir yandan inşaatlarda çalışmaya devam ederken okula da kaydımı yaptırdım. Lisede tek başıma yaşıyordum, o dönem bazı arkadaşlarla bir edebiyat dergisi çıkarmaya başladık, okulda da kocaman bir duvar dergimiz vardı. Küçükken de filmler izlerdim, mesela Selvi Boylum Al Yazmalım’ı her izlediğimde uzun paltolu ve atkılı bir kamyoncu olmak isterdim. O ara Yılmaz Güney’in Yol filmi restore edildi ve tekrar Türkiye’de gösterime kondu. Biz de öğrenci arkadaşlarımızla toplanıp Konak Sineması’nda Yol’u gördük ve o ayki duvar dergimizde manşet yaptık. Okul müdürü görünce o kadar sinirlendi ki, “Yılmaz Güney’in ne işi var benim okulumda” diye panoları elleriyle yırttı. Tabiî biz anlam veremedik; 90’ların sonları, ta kaç yılında çekilmiş film, Yılmaz Güney çoktan ölmüş. Bir sürü şey değişti sanıyorduk ama bu olay olunca aslında hiçbir şeyin değişmediğini anladık. Özetle, Yol filmi vesilesiyle sinemayla tekrar bir bağım oluştu.

Peki İstanbul’a geliş?
İstanbul’a bilgisayar okumaya geldim. Aslında felsefe ya da psikoloji istiyordum ama teknik liseden geldiğim için başka bölümler seçemiyordum. İstanbul’a gelince edebiyat ve sinema dergilerini takip etmeye başladım, ayrıca film festivalleri muazzam bir heyecandı. Üçüncü sınıfta bilgisayarın ruhuma uygun olmadığını anlayıp sinema üzerine yüksek lisans yapmaya karar verdim. Marmara Güzel Sanatlar’a başvurmak için kısa bir film çekmek gerekiyordu. Öğrenim kredisiyle satın aldığım el kamerasıyla Kars’taki köye gidip kendi evimizin etrafında geçen küçük bir öyküyü çektim. Mülakatlarda daha önce filmler ve belgeseller çekmiş, sektörde birçok kişiyle çalışmış insanlar olduğundan kabul edileceğimi beklemiyordum ama kurul izledi ve herhâlde filmdeki içtenliği sevdiler. Sinemada samimiyet olmalı zaten, sonra hikâyeniz de siz de bir şekilde yolunuzu buluyorsunuz. Ancak okulda hayal kırıklığına uğradım, maalesef Türkiye’deki sinema okullarının içi çok dolu değil. O ara askerlik sorunları da vardı, çok uzatmadan hızlıca bitirdim okulu. Bitirirken de Butimar isimli kısa bir film çekip varoluşçuluk ve Tarkovsky sineması üzerine bir tez yazdım.

Butimar nasıl bir filmdi?
O film için bir gecekondu mahallesi olan ve şimdi Ali Ağaoğlu’nun bloklarının yükseldiği Ayazma’ya gittim. Mahalle boşaltılırken geriye sadece bir-iki aile kalmıştı, orada birçok insanın farklı hâllerine tanık oldum ve bir kâğıtçı çocukla annesinin hikâyesinin nasıl olacağına dair kafamda bir senaryo kurguladım.

Annemin Şarkısı’nın çıkışı nasıl oldu?
Bütün filmlerim birbirinin tohumu aslında. Anne-oğul üçlemesinin ikinci filmi Berf’in hazırlıkları için bir anne arıyordum. O arayış esnasında köy derneklerinde dinlediğim yaşlı kadınların çoğunun köye dönme özlemlerini gördüm ve bu bana fikir verdi. Diğer taraftan İstanbul’da bizzat tanık olduğum, burada hayatını iki dilli bir şekilde kuran bir kuşak var, o da Ali karakterini oluşturmaya başladı.

annemin_sarkisi_web_6

Ali karakterini filmde hep ikilem içinde görüyoruz, Türkçe-Kürtçe, köy-şehir, kız arkadaş-anne ve edebiyat-öğretmenlik arasında. Bu karakterinin ayrıntıları nasıl oluştu?
Ali’nin annesiyle ilişkisinden başlayalım. Ali yeni bir hayat kurmak istiyor. Bir şekilde kente uyum sağlamış, üniversite bitirmiş, öğretmen olmuş. Fransızcaya çevrilen kitapları var, üniversitelerde sohbetlere davet ediliyor ve edebiyat çevrelerinde takip ediliyor. Öte yandan annesi Ali’yi sürekli geçmişe doğru çekiyor. Ali aslında birçok kentli insanın yaptığı gibi annesini huzurevine de bırakabilir, bakıcı da tutabilir, birçok çözüm yöntemi var ama Ali bunu yapmaz. Zira anne savaş sonrası dağılıp gitmiş aile fertlerinden Ali’ye kalmış bir emanet gibi. O da bu emanete sahip çıkma sorumluluğuyla bazen kendini göz ardı edebiliyor. Öbür tarafta Ali’nin kurmak istediği geleceğe dair hem kız arkadaşıyla olan ilişkisi, hem de edebiyatla olan ilişkisi var. Benim birçok edebiyatçı arkadaşım var, iki-üç kitapları çıkmış ama hayatlarını idame ettirmek için öğretmenlik yapıyorlar. Bu Türk edebiyatında geçmişten gelen bir gelenek. Ali öğretmenlik yaparken de toplumsal geçmişinden kaynaklanan bir mücadele veriyor. Okulda Türkçe öğretiyor, kendi edebiyatını ise Kürtçe yapıyor. Mücadelesinde inandığı şeylerden biri de dili edebiyatla geleceğe ve çocuklara taşımak; Ali de dernekte çocuklara Kürtçe öğreterek kendine küçük de olsa bir mücadele alanı açıyor. Kız arkadaşı meselesine gelirsek, çocuk sahibi olmak geleceğe adım atmak ve bir sürü sorumluluk demek. Bütün bunların olması için de Ali’nin geçmişine dair birçok şeye bir nokta koyup çözmesi gerekiyor. Bu anlamda şu andaki Kürt toplumunun ruh hâli biraz Ali’nin ruh hâli gibi. Ne geçmişten kopabiliyor, ne de geleceğe dair güçlü bir adım atabiliyoruz. Dünyanın konjonktürel durumu ve mücadelenin olanaklarının değişmesi sürekli bir gelgit durumu yaratıyor ve bu Ali’ye de yansıyor, Ali de bu topluma ait bir birey.

Nigar hanımdan bahsedelim. Köyden geldikten sonra Tarlabaşı’nda bir hayat kurmuş, ancak ikinci kez göçe uğramak zorunda kalıyor ve dört duvar arasına sıkışıyor. En büyük isteği köye dönmek. Bu mümkün mü Nigar hanım için?
Aslında köye dönen döndü, bizim Doğu Beyazıt’ta çektiğimiz filmdeki köyde de bazı insanlar dönüp yeni yerler inşa ediyorlar. Hattâ bir önceki filmim için bazı açılar belirlemiştim, sonra bir daha gidince bir baktım ki evler belirmiş. Özetle köye dönülüyor. Ama bence bunun önünün açılması, teşvik edilmesi gerekiyor. Çünkü köye dönüş yeniden bir inşa gibi ve bizim tam olarak buna ihtiyacımız var. Zaten harabe olmuşuz. Bunun için yapılabilecek her şeyin önü açılmalı. İnsanlara tazminatları ödenmeli, maddî-manevî talepleri koşulsuz şartsız yerine getirilmeli.

Röp: 13 Melek – İllüstrasyon: Aykut Aydoğdu Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:35’e ulaşabilirsiniz.