Bant Mag. No:37'den: “Zorunlu askerliğe hayır”: Türkiye’de vicdanî ret

Türkiye’de vicdanî ret mücadelesinin geldiği noktayı konuşmak için vicdanî reddini 2001’de açıklayan Mehmet Tarhan ve 2011’de açıklayan Merve Arkun’un kapısını çaldık.

Röportaj: Neyir Özdemir, 13 Melek İllüstrasyon: Sadi Güran

Türkiye’de vicdanî retçilerin sayısı, 2004 yılından beri kadınların da katılımıyla, 400’e yaklaşmış durumda. Vicdanî ret hareketi, Tayfun Gönül’ün 1990 senesinde başlattığı “Zorunlu Askerliğe Hayır” kampanyasından beri büyük mücadelelerden geçti ancak Türkiye hala 47 üyeli Avrupa Konseyi içerisinde bu hakkı tanımayan tek ülke konumunda. Bedelli askerlik konusunun tekrar gündem olduğu şu dönemde vicdanî ret mücadelesinin geldiği noktayı konuşmak için vicdanî reddini 2001’de açıklayan Mehmet Tarhan ve 2011’de açıklayan Merve Arkun’un kapısını çaldık.

“Vicdanî reddi savaşlara karşı bir eylem biçimi olarak görüyor ve bu amaçla kullanıyorsanız oldukça güçlü bir karşı hamle olarak da görebilirsiniz.”

Mehmet Tarhan anlatıyor:
2001 yılında vicdanî reddinizi açıkladınız. O dönemde sizi bu kararı almaya iten sebepler nelerdi?
1995-2000 arasında aralıklarla üç yıl kadar Lice’de bulunmuştum. Bu dönem aynı zamanda ilk gençlik yıllarıma denk geliyor. Yakından şahit olduğum savaşa karşı bir tepki geliştirme gerekliliği hissi beni anti-militarizme götürdü. Aynı dönemde Osman Murat Ülke tutuklanmış ve yargılanmaktaydı. Bu davanın dikkatimi çekmesiyle Vicdanî Ret ile de tanışmış oldum. 2001 başında memuriyetten istifam sonrasında Ankara’da reddimi açıkladım. 11 Eylül saldırılarının hemen sonrasına denk gelen bu dönem “Ya bizdensiniz ya terörist” söyleminin egemen olduğu ve neredeyse hiç tartışılmadığı bir dönemdi. Ben de en azından kişisel olarak “bir eksiksiniz” demek istedim.

Türkiye’deki ilk vicdanî retçi Tayfun Gönül’ün vicdanî reddini açıklamasının ardından 25 yıl geçti. 25 yılda vicdanî ret konusunda Türkiye’nin geldiği noktayı nasıl değerlendirirsiniz? Olumlu gelişmeler var mı?
Kavramın bilinirliğinin artması ve altı tane AİHM kararına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vicdanî ret hakkına yaklaşımında bir değişiklik söz konusu değil. Bunu en yetkili ağızlardan defalarca duyduk. Ana sorun bir hak kategorisi olan vicdanî ret konusunda yetkili ağız olarak halen Milli Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nın yetkili kurum olarak tanımlanması. Bu bakış hükümette de medyada da geçerliliğini koruyor. Maalesef sivil toplum da vicdanî reddi sadece “zorunlu askerliği reddetme” ile sınırlı liberal bir hak kategorisi olarak görüyor. Dolayısıyla “ilgili” kurumlar ile sivil toplum arasında müzakere edilen bir konu olarak kalmakta. Konu daha çok vicdanî retçilerin mağduriyetlerine kilitlenmekte ve devlet için hakkı tanımaktan ziyade kişisel mağduriyetleri önleyici birkaç göstermelik tedbirle geçiştirilebilecek bir AİHM kararına indirgenmekte. Her ne kadar geçen 25 yılda, özellikle 2011 tarihli Bayatyan v. Ermenistan kararıyla birlikte vicdanî ret konusunda AİHM içtihatları değişmiş ve vicdanî ret bir hak kategorisi olarak tanınmış olsa da Türkiye Cumhuriyeti Devleti için hâlen Avrupa Konseyi ile kendisi arasında çözümü ertelenebilir bir pürüz olarak değerlendirilmekte.

Türkiye’de vicdanî retçiler hukuki süreçlerin yanı sıra sivil ölüm denilen hak mağduriyetleriyle de mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Sivil ölüm nedir, siz nasıl yaşadınız?
Sivil Ölüm, AİHM’in Osman Murat Ülke v. Türkiye kararında ortaya attığı bir tanımlama. Mahkeme bu durumu sözleşmenin işkence ve kötü muameleyi yasaklayan 3. maddesinin bir ihlali olarak tespit etti. 2006 yılında henüz AİHM içtihadında vicdanî ret bir hak kategorisi olarak tanımlanmıyordu. Bunun tanınmaması ve yargılamaya tâbi tutulmasına karşı dayanak olarak kullanılan, sözleşmenin düşünce ve vicdan hürriyetini koruyan 9. maddesinden mahkûmiyet kararı çıkarmamak için bulunmuş yaratıcı bir çözümdü. Böylece mahkeme vicdanî ret hakkını bir kategori olarak koruma altına almaktansa, hakkın kullanılmasıyla ortaya çıkan mağduriyetlere yoğunlaşıyordu.

Vicdanî retçilerin maruz kaldıkları sürekli ve birbirini tekrarlayan yargılamalar ve cezaların günlük yaşamı imkânsız hâle getirmesini “sivil ölüm” olarak tanımlamış oldular. Kavram Türkiye Cumhuriyeti yasalarınca olumlu ya da olumsuz hiçbir surette tanımlanmadığı ya da yasaklanmadığı için vicdanî retçiler tutuklanmalarından itibaren “asker” kişiler olarak tanımlanarak askerî mahkemelerde emre itaatsizlik, firar ya da izin tecavüzü gibi suçlamalarla yargılanmakta, tahliyeleri sonrasında askerî birliğe gönderilerek tutumlarını sürdürmeleri hâlinde yeniden yargılanmaktadır. Bu fasit daire pratikte ömür boyu hapis anlamına gelmekte. Yargılamaların bir noktasında tahliye sonrası serbest bırakılan vicdanî retçiler ise “firarî” statüsüyle aranmakta. Bu statü sigortalı bir işte çalışamamanız, sağlık hizmetlerine ulaşamamanız, eğitim alamamanız, seçme-seçilme hakkını kullanamamanız, pasaport alamamanız, seyahat edememeniz, hattâ kendi adınıza kira kontratı bile yapamamanız anlamına geliyor. Yani bir yurttaş olarak günlük ihtiyaçlarınızı karşılamak açısından “yok” hükmünde olmanızın yanısıra bir “kanun kaçağı” olmanız dolayısıyla da sürekli tutuklanma riskiyle yaşamak zorunda kalırsınız. Aslında bu durum tüm asker kaçakları ve firarîler için geçerlidir.

2013 yılı sonuna dek ben de kimliksiz ve “sivil ölüm” denilen durumda yaşadım resmî olarak. Az önce bahsettiğim tüm sorunları yaşadım. Ancak asıl yorucu olan her konuda sürekli başkalarının desteğine ihtiyaç duymaktı. Örneğin telefon hattı alacaksınız; başkasının adına alırsınız. Ev tutacaksınız; başkasının adına tutarsınız. Hastalanırsınız; tanıdık doktor bulup başkasının adına hastaneye gidersiniz. Bu durum ilk anda insana çok zor gibi gelmeyebilir fakat kendi kendine yetemiyor olmak bir süre sonra insana çok yük bindirebiliyor. Elbette sürekli tutuklanma riski sebebiyle uzun vadeli planlar yapamamak, yaptığınız hiçbir işin ya da aldığınız hiçbir eğitimin resmîyette ve dolayısıyla özgeçmişinizde görünmemesi 30 yaşın üstündeki biri için oldukça zorlayıcı olabiliyor.

Bedelli askerliğin çıkmasıyla birlikte profesyonel ordu tartışmaları da tekrar gündeme geldi. Profesyonel ordu kavramı vicdanî ret perspektifinden bakınca nereye oturuyor?
Vicdanî ret perspektifinizin ne olduğuna göre değişir. Örneğin uluslararası kabul gören liberal hak kategorisi olarak bakarsanız bir çözüm olarak görülebilir. Fakat vicdanî reddi savaşlara karşı bir eylem biçimi olarak görüyor ve bu amaçla kullanıyorsanız oldukça güçlü bir karşı hamle olarak da görebilirsiniz. Ben anti-militarist bir yorumla vicdanî ret hakkımı kullandığım için ikinci bakışa sahibim. Devletlerin kendi zorbalık sistemlerini korumak için çağın ve teknolojilerin de gereklerine uygun bir şekilde ürettikleri yeni bir yöntem olarak görüyorum. Artık toplumu militarize etmek, makbûl vatandaş nasıl olunur öğretmek için devletlerin her erkeği askere almalarına gerek yok; eğitim yaygınlaştı, daha da etkili bir araç olarak medyaya da sahipler.

Profesyonel orduları olumlu bir noktada değerlendirmenin tek yolu insanların bu mesleği özgür iradeleriyle seçtikleri ve emeklerinin karşılığını aldıkları fikrine inanmak. Ancak durumun bu olmadığı, profesyonel ordularda maaşlı askerlik yapan kişilerin gelir durumlarına ya da yurttaşlık durumlarına bakılarak anlaşılabilir. Türkiye için de sözleşmeli er ve uzman erbaş kadrolarının hangi ekonomik ve sosyal sınıflardan geldiklerine bakmak da açıklayıcı olabilir. Eğer başka türlü bir zorunluluktan bahsetmiyorsak ve özgür iradeleriyle bu işi yaptıklarını düşünüyorsak zaten profesyonel katillerden bahsediyoruzdur. Aynı özgür irade varsayımını genişletecek olursak Somalı madencileri, üçüncü köprüde ya da AVM inşaatlarında çalışan işçileri doğa katliamcıları olarak görmemiz gerekir. Dolayısıyla profesyonel ordu, vicdanî ret hakkı gibi varsayılan devlet-yurttaş sözleşmesinin feshi ya da yeniden müzakeresi anlamına gelebilecek taleplere karşı üretilmiş yeni bir enstrümandır.

Sizin şahit olduğunuz süreçte LGBTİ bireylerin vicdanî redde bakış açısı ve vicdanî ret hareketi içinde LGBTİ bireylere bakış anlamında ne gibi değişimler yaşandı?
Türkiye LGBTİ hareketi baştan itibaren özgürlükçü bir tutum sergilemiş ve her zaman vicdanî ret hakkının savunucusu olmuştur. Vicdanî ret konusunda çalışan yapılarda ise özellikle kadınların güçlenmesi ve LGBTİ hareketiyle organik bağlar geliştikçe olumlu yönde bir değişim olduğundan bahsetmek mümkün. Tabiî vicdanî red çalışması yapan gruplar genişleyip çeşitlendikçe bu konuda her iki taraf için de zikzaklar beklenebilir.

Pınar Öğünç’ün Asker Doğmayanlar kitabındaki söyleşinizde, “Vicdanî ret hareketi olabileceğine inanmıyorum” demişsiniz. Vicdanî ret neden bir hareket olamaz? Bu doğrultuda, zorunlu askerliğe karşı ne tür bir mücadele yürütülmeli?
Tekil ve uluslararası kabul görmüş bir “hak” kategorisinin üzerine inşa edilecek bir hareketin sağlıklı olmayacağına inanıyorum; keza bu kabul aynı zamanda sınırlandırmayı da beraberinde getirir. Yani uzman bir boksör karşısında ringe çıkmayı kabul etmek ve nakavt olmadan mümkün olduğunca ayakta kalıp, yaşadığınız mağduriyet aracılığıyla seyircilerin müdahale etmesini beklemek anlamına geliyor. Oysa boksörün hayatını evde, sokakta, duşta cehenneme çevirmek var diğer tarafta. Dolayısıyla vicdanî ret aktif siyasi bir müdahale aracı olmaktan ziyade devletler hukukunun meşruiyetini tanıyan bir müzakere meselesine dönüşebiliyor. Bu müzakereler, devletin yapısını ve meşruiyetini bir kenara bırakıp mağduriyetler üzerine yoğunlaştıkça bütün bir sistemin meşruiyetini güçlendiren bir yere savrulabilir. “Sivil alternatif hizmet” ya da “profesyonel ordu” talepleri ya da bu yeni araçları görmezden gelme buna örnek olarak verilebilir. Ayrıca bu mağduriyet odaklı müzakere durumu bir “vicdanî retçi” kimliği ortaya çıkarır ki bu kimliğin temsilcisinin kim olacağı tartışması hakkın siyasî bir araç olarak kullanılabileceği alanın daralması anlamına gelir. Dolayısıyla vicdanî ret, salt bir siyasî eylem biçimi olarak ele alınmalı ve bu eylem biçimi olabilecek en geniş alanda kullanılmalıdır. Yeni yurttaşlık tanımlamalarında bir müzakere aracından çok itiraz göstergesi olarak kullanılmalıdır.

Bant Mag. No:37’de yer alan röportajın devamını okumak için buraya tıklayabilirsiniz.