“Bir makine düşlemek”: Özgür Mumcu – Tolga Karaçelik

Özgür Mumcu’nun haziran başı yörüngeye oturan ilk romanı Barış Makinesi’ni Mumcu’yla karşılıklı irdeleme işini, geçtiğimiz yıla Sarmaşık filmiyle damga vuran yönetmen Tolga Karaçelik’e bıraktık.

Foto: Aylin Güngör – İllüstrasyon: Saydan Akşit

Özgür Mumcu’nun ilk romanı Barış Makinesi, April Yayınları’ından roketlenerek haziran başı itibariyle yörüngeye oturdu. Kitap 1900’lerin başında, dünyanın Birinci Dünya Savaşı’na doğru yol aldığı, modern dünyaya yön veren buluşların bir bir gün yüzüne çıktığı dönemde geçiyor ve acaba tüm savaşlara son verecek bir makine icat edilebilir miydi sorusunu soruyor. Biz bu kadarını biliyoruz, zira dergi yayına hazırlandığı sırada kitap henüz yayınlanmadığından okuma şansımız yoktu. Ama kitabı okuduğundan haberdar olduğumuz biri vardı: geçen yılaSarmaşık filmiyle damga vuran yönetmen Tolga Karaçelik.

Özgür ve Tolga’nın yakın arkadaş olduğu bilgisine de haiz olduğumuz için Barış Makinesi’nin karşılıklı irdelenme işini onlara bıraktık…

Önemli not: Aşağıdaki röportaj kitaba dair “spoiler” içermemektedir ancak kitabı okumanızla birlikte daha da anlam kazanacaktır.

omtk-saydan2

TK: Özgür sen bu kitabın üstüne ne zamandır düşünüyorsun?

ÖM: Sleepwalkers (Uyurgezerler) diye bir kitap okuyordum. I. Dünya Savaşı’na nasıl gidildiğini anlatan yedi-sekiz yüz sayfalık bir kitap. Yazarı Christopher Clarck. Orda geçen bir saray darbesi var, gerçek bir darbe. Kitabımdaki Apis karakteri gerçek bir karakter ve bu kitaptan buldum onu…

TK: Apis gerçek bir karakter mi? Ben de Ares’ten mi geliyor acaba diye düşünüyordum…

ÖM: Yok yok gerçek. Lakabı Apis. Kitapta geçen o darbeyi bunlar yapıyorlar. Ondan sonra yeni kralı Sırbistan’a getiriyorlar ve bir örgüt kuruyorlar. Derin Devlet gibi bir şey oluyorlar ve o örgüt Franz Ferdinand’ı öldürten örgüt aslında aynı zamanda. Yani I. Dünya Savaşı’nı başlatanlar.

TK: Franz Ferdinand’ın öldürülmesi hakikaten Habsburgların elinden Bosna’yı alma hikâyesi mi?

ÖM: Sırp milliyetçiler dedikleri hikâye, Apis ve ekibinin yapmış olduğu bir hareket. Ama savaşın çok daha öncesi, bir on, on bir sene falan evveli. Sleepwalkers kitabı bununla açılıyordu. Bütün bu hikâye içerisinde ulus devlet kuruluyor ve acayip bir milliyetçilik başlamış. Onu okurken ben de “bu dalgaya girmiş bir teğmen nasıl olurdu acaba” diye düşündüm. Ve Dragan’la (Petrovic) ilgili sahneyi yazdım. Kitabın ortalarında olan bir sahne bu ve ilk başta sadece onları anlatacağımı düşünüyordum. Ondan sonra April Yayınları’ından Egemen (İpek) geldi. Daha önce başka yayınevlerinden de kitap teklifi gelmişti ama Türkiye siyaseti gibi konular üzerineydi. Benim de pek canım istememişti. Egemen’i ise daha evvelden tanıyordum, arkadaşlığımız vardı. Bir gün buluştuk. “Roman yazmayı düşünür müsün?” dedi. “Olabilir aslında, aklımda bir fikir var” dedim. “Nedir?” dedi. Cep telefonumu çıkardım, o bölümü kendime atmış olduğum e-mail’den okudu. Sekiz-on sayfalık, az bir şeydi. Sonra da “Bu olur galiba, iyi geliyor bana” dedi. Ben de işte böylece hikâye üzerine çalışmaya, olgunlaştırmaya başladım. Sadece o saray darbesiyle ilgili bir final yazmak istiyordum mesela. Sonra “öyle olmasın” dedim, daha büyük bir resim içerisinde darbe sadece bir alt bölüm olsun diye düşündüm falan derken olaylar gelişti. Ama Dragan karakteri ilk göz ağrımdı.

“…I. Dünya Savaşı’na giden bir yol aslında. O noktada ‘peki’ dedim ‘bir makine olsa ne olurdu?’… Öyle bir makine olsa ne olur! Bir düğmeye basıyorsun ve insanlar savaşamaz hale geliyor. Kitapta üzerine çalıştıkları makine o.”

TK: Yani olaylar oradan Barış Makinesi’ne geçti. Epey gelişmiş ve değişmiş demek ki hikâye…

ÖM: Evet. Yani neticede I. Dünya Savaşı’na giden bir yol aslında. O noktada, “peki” dedim “bir makine olsa ne olurdu?” Hani sen de kullanıyorsun ya filmlerinde fikir olarak. Hani meteor düşünce ne olur? gibi. Öyle bir makine olsa ne olur! Bir düğmeye basıyorsun ve insanlar savaşamaz hale geliyor. Kitapta üzerine çalıştıkları makine o işte. O zaman ne olurdu? İnsanların buna tepkisi ne olurdu? Bir sembol aslında bu. Üzerine bir çok şey tartışılan bir sembol. Hür irade mi, yoksa kader mi? Toplum mühendisliği mi yoksa toplumun kendi yolunda akışı mı?

TK: Peki kitabın şekillenmesi ne kadar sürdü?

ÖM: Bir buçuk sene kadar sürdü. Yani bütün kitabın bitmesi tabii. Fikri bulduktan sonra biraz daha hızlı ilerledi. Ama ilk başta bu makine fikrine hemen gelemedim, Barış Makinesi’ni hemen düşünmedim.

TK: Niye Barış Makinesi fikrine geldin? Yani o ilk fikirden ne vazgeçirdi seni?

ÖM: Demin bahsettiğim hikâyelerden bahsetmek için bir şeylere ihtiyacım vardı, yoksa şaşı kalacak gibi geldi. Bir objeye ihtiyacım olduğunu hissettim. Bir de sonunda bir merak unsuru olsun istedim. Çalışacak mı çalışmayacak mı makine?

TK: Gizem de katıyor. Gerçek mi, değil mi noktasını da çok tartıştırmıyor yani sonuçta.

ÖM: Evet biraz da onun için. O dönem metafizikle bilimin çok iç içe geçtiği bir dönem olduğu için. O zamanlar “şöyle bir şey icat ettim ben” diye birisi çıksa kimse “olamaz böyle bir şey” demezmiş çünkü zeplin daha yeni uçmuş, buhar makinesi yeni çıkmış. Anlatabiliyor muyum?

TK: Daha sonra Tesla’nın yükselişi var, 1900’lerin başı civarında. Senin roman ne zamanlarda geçiyor?

ÖM: 1880’den başlıyor ama asıl geçtiği dönem 1900’lerin başı. 1901, 1902, 1903 gibi…

TK: Tesla’nın büyücü gibi dolaştığı, Mark Twain’le deneylerini yaptığı, kendi elinden ateş çıkardığı dönemler…

ÖM: Başka bir yerde de söyledim, bence o dönemi en güzel gösteren, o karışıklığı en iyi ifade eden örnek şu: Sherlock Holmes’ün yazarı Arthur Conan Doyle acayip metodik ve rasyonel bir adam. Karakteri Sherlock Holmes de neticede bilimle ve akılla çözüyor her şeyi değil mi? O da rasyonel bir adam. Ama metafiziğe ve ruhlara da çok inanıyor. Houduni ise Doyle’un arkadaşı. Ve bu iki arkadaş sürekli yazışıyor. Doyle, Houduni’ye diyor ki, “Anlat bana, nasıl oluyor?” Houduni de “Yok abicim, numara bunlar, illüzyon” diye gayet bilimsel anlatıyor. Doyle inanmıyor, kırılıyor, “benden saklıyor” diyor. Araları bozuluyor. Yani işi metodik düşünmek olan yazar, Sherlock Holmes’ü yaratan adam metafiziğe inanıyor ve işi sihirbazlık olan adamsa tam aksine rasyonel yöntemlere inanıyor. Her şey birbirinin içine girmiş.

TK: Sen de bakmışsındır… Elektrik hakkında her zaman zaten bir büyü var. Mesela 12. yüzyılda Selanik Başpiskoposu bir adam var, diyor ki, “Gotların kralı bir şeye sürtündükten sonra vücudundan alev çıkarıyor”. Statik elektrikten bahsediyor aslında. Hani hep kullanılmış bu esasen.

ÖM: Evet. Elektrik çok büyülü bir şey. Bir de yeni çıktığı dönemi düşün. Nasıl büyülü olmasın… Yani birden bire aydınlanıyorsun ve bir yandan çarpıyor bu seni.

TK: Hem o, aynı zamanda da çok eskiymiş. Elektriğin mesela insanları iyileştirmesi senin de hikâyen ya, eskiden Roma’da yılan balığına dokunarak tedavi edilirmiş insanlar baş ağrılarını geçirmek için.

ÖM: Kitapta geçiyor zaten. Bugün bile transkranyel terapi mi ne deniyor. Psikiyatride kullanılan bir yöntem. Yani elektroşoktan bahsetmiyorum. Beyne çok hafif ama çok hafif elektrik dalgaları verip insanları sakinleştirme gibi bir yöntem şu anda halihazırda kullanılıyor. Biraz ona da baktım. Acaba elektromanyetik dalgalarla Barış Makinesi olabilir mi diye düşünürken sonra buldum ve şaşırdım. Yani, tabii ki barış getirmiyor ama hani insanlara biraz huzur veren ve sakinleştiren bir mekanizma şu anda kullanılıyormuş.

TK: Kitapta çok hoşuma giden laflar var. Mesela, “Bir başkasının eksiğini tamamlayan, ilhamı daima kendinden alır” demişsin bir yerde. Sen bu karakterleri, eksikleri nerelerden aldın? Ben en çok Céline karakterinde seni gördüm örneğin.

ÖM: Çok geveze, ondan olabilir.

TK: Bir de ukala.

ÖM: Komiser aslında. Kendimi koyduğum adam o. Biraz daha “meta-fiction” bir durum var orada. Aslında kitapta kendimi tutmaya çalıştım, malumatfuruş olmamaya çalıştım.

TK: Ama çok güzel. O bir de nerede var biliyor musun? Nerede ilk gördüm tam onu… Bir yerde komiser soruyor soruyu, ondan sonra Marsilya’da şarap ve ekmekten bahsetmeye başlıyorlar. “Ama sorunu unutmadım” diyor sonra. Konuşup konuşup, “ama sorunu unutmadım” diye geri dönüyor konuya. “Evet cevap vereceğim” diye. “İşte” dedim, “bu Özgür”!

ÖM: Çünkü komiser karakteri edebiyattan, metaforlardan falan bahsediyor. Yazı yazmak üzerine ve kitap üzerine yazarken aynı anda roman olduğu için düşünüyordum bir yandan. Nasıl bir şey acaba kitap yazmak? N’apıyorum ben? diye. O düşündüklerimi de biraz komiser anlatmış oldu aslında.

TK: Ne bakımdan?

ÖM: Bir kere etimolojinin çok üzerine gidiyordum kitabı yazarken. Her şeyin etimolojisinin üzerine gidiyordum. Mesela komiser etimolojiden doğrudan bahsediyor. O kadar çok etimoloji üzerine çalıştım ki bir rahatlamak istedim. Bir karakter de ondan konuşsun istedim.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:50’ye ulaşabilirsiniz.