Cazın Rüya Takımı: Christian Scott aTunde Adjuah’yla R+R=NOW üzerine

Bunun neden önemli bir grup ve kolektif olacağını anında hissetmiştim…”

Röportaj: Leyla Aksu

En son 2017’de cazın ilk kaydının 100. yılı şerefine Centennial Trilogy üçlemesini yayınlayan ve kavramı stretch music ile cazın sınırlarını esneten Amerikalı besteci, yapımcı, trompetçi ve ses mimarı Christian Scott aTunde Adjuah, cazın en yaratıcı genç isimlerinden biri olmaya devam ediyor. Kendisi yeni kolektifi R+R=Now ile beraber 25. İstanbul Caz Festivali kapsamında 6 Temmuz’da UNIQ Açık Hava Sahnesi’nde olacak.

Robert Glasper, Derrick Hodge, Terrace Martin, Christian Scott aTunde Adjuah, Justin Tyson ve Taylor McFerrin gibi tanınmış isimlerden oluşan ve ilk albümleri Collagically Speaking’i yayınladıktan hemen sonra İstanbul sahnesinde yerini alacak olan R+R=Now ile ilgili sorularımızı, grubun ilk nasıl bir araya geldiğini ve temelinde yatan kavramları Scott’a sorma fırsatını yakaladık.

Hemen konuya “stretch music” kavramından dalacağım. Burada müziğin sınırlarını yalnızca “dahil etmek üzere” esnetmiyor aynı zamanda müzisyenlerin ve seyircilerin kim olduğuna dair düşünceleri de genişletiyorsun. Müziği esnetme kavramı başladığından bu yana nasıl gelişti?
Sanırım farklı tüm bakış açılarının geçerli olarak görüldüğünden emin olmanın önemini her zaman hissettim. Değişime gelince, bence orijinal olarak yaptıklarımız, yarattıklarımız hep hissettiğimiz şeylerdi. Ama bunu müzikal olarak gerçekleştirebilmek için gerekli hünerleri geliştirmemiz gerekti. O yüzden de zamanla, yaşlandıkça ve geliştikçe, daha fazla deneyim edindikçe ve akranlarınla, senden yaşça daha büyük ve de daha genç olan müzisyenlerle de diyalog kurdukça bu fikirler sadece yaptığını varsaydığın şeyler olmanın ötesinde müziğin içerisinde istikrarlı temalar olarak duyulmaya başlanıyor. O nedenle bence kavram olarak daha çok son birkaç yılda, fiilen yaptıklarımız ve uygulamaya soktuklarımız bağlamında gelişti. Bunları baştan öngöremezdik.

R+R=Now projesi için ilk nasıl bir araya geldiniz? Beraber çaldığınız ilk gece, bu müzisyenlerle beraber sahnede olmak nasıldı ve şimdi stüdyoya girip daha sık beraber konser vermeye başladıkça bu dinamikler sence nasıl şekillenmekte?
Aslında ilk konser tarihi belli olduğunda Austin, Teksas’ta South by Southwest festivalinde çalacaktık. Ama benim orada çalmamam gerekiyordu çünkü daha yeni ağzımdan bir ameliyat geçirmiştim; yirmi yaş dişlerimden ikisini çektirmiştim. Ameliyatı konserin olması gerektiği tarihten iki gün önce oldum çünkü o şekilde planlanmıştı. Ameliyattan sonraki gün ağzım çok şişti. Ama öyle hissettim ki bu adamlarla beraber bir şeyler paylaşabilmek ve kurabilmek için o anı kaçırmamalıydım. O yüzden her şeye rağmen Austin’e uçtum ve ağzımdaki koca dikişlerle konsere çıktım. Neticede dikişleri de patlattım. Performans Facebook Live’da yayınlanıyordu ve o kadar sert çaldım ki sonunda ağzımdaki bütün dikişleri patlattım. Yani aslında bunun neden önemli bir grup ve kolektif olacağını anında hissetmiştim ve bu yüzden de bir parçası olmak istiyordum. Bunu o kadar çok istiyordum ki gruba katkı sunabileceğimden emin olmak için sağlığımı bir kenara koydum.

Ama bu grupta olan herkes herkes gerçekten de Terrace’ın bir röportajda söylediği gibi çetin ceviz. Hepsi çok fazla şey yaşadı ve bu yüzden de bir araya gelip bu takımı kurmanın değerini hissedip anlayabiliyorlar. Ben grubu her zaman Amerika basketboluna, yani Rüya Takımı’na benzetiyorum. Çünkü müzikal bileşenler bir yana arkadaşlarınla ve akranlarınla, her birinizin bir şeyler öğrenebileceği ve kendini geliştirebileceği bir üretim mekanizması kurma fırsatının olması çok değerli bir şey. Yetişkin hayatımızda sıklıkla olan bir şey de değil, biliyorsun. Hele ki bu meslekte. O yüzden bunu bu yaşta yapabilmek de ayrıca keyifli. 

Kesinlikle. Hem de yakın dönemde yirmi yaş dişlerini aldırmış biri olarak!  Yani insanın içi gidiyor, inanılmaz bir şey.
Evet ya! Dikişlerle çalmak delice bir şeydi. O kadar çok canım yanıyordu ki! Resmen ağzımın içi patlayacakmış gibi hissettim. Çünkü yalnızca o esas ağrı değil aynı zamanda trompetten gelen basınç da vardı. Çılgındı…

Atlatabildiğine sevindim.
Evet, ben de!

Peki projenin arkasındaki konsepte gelecek olursak, Reflect + Respond (Yansıt ve Karşılık Ver)–ki bu senin müziğe olan yaklaşımınla da tam uyuyor gibi–fikrinin senin için ne ifade ettiğini ve bir grup olarak deneyimlerinize nasıl yansıdığını biraz paylaşabilir misin?
Bence hepimiz hayatlarımızda anlamlı olan yeterince deneyim edindik. Bunlar da bize gösterdi ki derinlemesine düşünüp yansıtabilmek, davranışların ile ortamını değerlendirebilme yetisine sahip olmak ve sonuçlandıktan sonra da durumu bir bütün olarak nasıl en iyi şekilde güdeceğini çözebilmek çok temel. Demek istediğim, hepimiz bunun kıymeti olduğunu bilecek kadar uzun yaşadık. Farklı olan ise işin eylem tarafı, öyle değil mi?

Biliyorsun ki müziğim çoğunlukla sosyal, politik temeller üzerine kurulu. Hem de… lanet olsun, neredeyse 16 yıldır, 17 yıldır! Bu yüzden de bence geçmişim, geldiğim yer, kökenlerim ve hâlâ aşmamız gereken birçok şey olması konusundaki gerçek hislerim nedeniyle çevrem her zaman bu esaslarla dolu olmuştur. Ama bir kolektif olarak gerçekten eyleme geçebileceğimiz bir ana girmek daha önemli, öyle değil mi? Çünkü bence çoğu zaman bireylere vurgu yapıyoruz. Tamam, mesela Nelson Mandela gibi birisi kurtarıcıydı, çok güzel bir insandı ve candı. Martin Luther King, bir kurtarıcıydı, müthiş güzel bir insan ve candı. Ama aynı zamanda aynı şeylerle karşılaşan, aynı şeyleri riske atan, hırpalanan, istismar edilen, hapsedilen ve aynı yollardan geçen yığınla insan vardı. Üzerinde bir tür ilgi odağı oluşmuş bireyler elbette var ama değişimleri gerçekleştirenler daima toplumlardır, bireyler değil.Eğer bir toplumu hiçbir gücünün olmadığına ve belli bir değişim gerçekleştirebilmesi için kendisine bir kurtarıcı araması gerektiğine inandırmaya devam edersek bir şeyler yarım kalıyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?

O yüzden de kolektifin tam bu noktada çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela o sahneye çıkan her insanın bu müziği çalan en iyi kişi olduğu tartışılabilir; bu gruptaki çoğu insan için sağlıklı bir tartışma. Ama olay şu ki tüm bu insanların aynı odak noktasıyla, aynı hataları tekrarlamadığımızdan emin olmak niyetiyle aynı odada olması aslında benim için tamamen farklı bir şey ifade ediyor.

Albümünüz Collagically Speaking geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Peki albümün kayıt süreci nasıldı?
Biliyorsun geçtiğimiz yılda üç albüm kaydettik ve üretim seviyemiz gerçekten çok yüksek. Bu yüzden genellikle benim stüdyoda olduğum zaman çok odaklanmış, hatta bir dereceye kadar neredeyse nizami bir düzende, yani sanatsal nizami bir düzende çalışıyoruz! O yüzden her şey planlı programlı yürüyor. Stüdyoya her girdiğimizde sürekli olarak kayıt yapıyor, her şeyi teybe alıyormuşuz gibi geçiyor. Rob[ert] ve diğerleriyle bu kayıtta benim için asıl keyifli olan da bu sürecin çok daha gevşek ilerlemesiydi. Gerçekten kayıt yaptığımız kadar az çok da hisleri yakalamaya çalıştık. Bu yüzden de benim için gerçekten çok keyifli bir süreçti, çok eğlendim.

Geçen yılki üç albümünden de söz açılmışken… Dinleyiciyle belki de bir süredir cazda çok da görmediğimiz bir şekilde iletişim ve diyalog kuruyorlar.
Kayıt yapmayı çok seviyorum. Müzik yapmayı çok seviyorum; insanların düşünme biçimlerini değiştirmeyi çok seviyorum. Bunu da böyle bir şekilde yapabilme fırsatına sahip olmak… yani insanların hayatları boyunca Centennial Trilogy’sini dinleyip onda yeni şeyler bulabileceklerini umuyorum. Bana albümleri tersten dinlediklerini ve çok hoşlarına gittiğini söyleyenler oldu. Yani insanlar tabii ki de albümleri sırasız dinliyor, bu yüzden de insanların müziği nasıl sindirdikleri konusunda çok fazla yorum alıyoruz. Ama bu benim için her zaman çok keyifli bir şey olmuştur; dinleyiciyi sürekli olarak başlarından her ne geçiyorsa, kendilerini iyileştirmek üzere kullanabilecekleri bir şey ile vurmak… Şu anda da yeni bir albüm üzerinde çalışıyorum, tamamen yeni bir albüm. Bence son albümümden çok farklı; tamamen yeni bir konsept, yepyeni bir çizgi gibi geliyor. Prodüksiyon becerilerime çok daha fazla odaklanan bir çalışma. Belki bunun için çok da doğru bir zaman değil ama biraz daha Kanye West-imsi bir yaklaşımın benim stilimle buluşması gibi olduğunu söyleyebilirim. Yani kompozisyon açısından tamamıyla farklı bir yaklaşım olmasına rağmen yaratıcı doğaçlama çalışmalarındaki aynı ateşi ve gücü barındırıyor. Ben sırf müzikle eğlenmeye, olabildiğince fazla öğrenmeye ve öğrendiklerimi de hayatımda uygulamaya, daha etkili bir şekilde iletişim kurmaya çalışıyorum yani.

Son olarak enstrümanının sesini aslında sevmeyen bir müzisyen olmak son derece ilginç bir durum. Artık kendi enstrümanlarını tasarlıyor, farklı bir şey oluşturuyorsun ama yıllar içerisinde bu sesle olan ilişkin nasıl değişti? Veya hiç değişti mi?
Yani bu lanet olası sesten her zaman nefret etmişimdir! Evet, o sesten her zaman nefret ettim! Ama biliyor musun benim büyüdüğüm mahallede eğer hayatınla ilgili bir şeyler yapacaksan bir şeyi seçmen ve karar vermen lazım. Bu seçimi de bayağı önceden yapman lazım çünkü eğer yeterince erken davranmazsan olumlu olmayan her türlü durumun içerisine çekilebilirsin. O yüzden ben de oldukça genç bir yaşta bir şeye odaklanmam gerektiğinin farkına vardım ve amcam Donald [Harrison] da aslında benim çalmak istediğim enstrümanı çalıyordu! Fakat ona kardeş olan enstrümanı seçersem ondan öğrenebileceğimi biliyordum; o yüzden de trompeti seçtim. Ne var ki her zaman bu enstrümanın sesinden nefret ettim. Tabii şimdi açık olmam lazım. Normal bir trompeti çaldığımda benim sesim hoşuma gidiyor! Yani tamamen dürüst olmam gerekirse geleneksel bir trompeti çaldığımda bana gerçekten oyuncak gibi geliyor! Aynı zamanda kendi enstrümanlarımla yürüttüğüm mücadele de hoşuma gidiyor ve bence tüm bunların ardında yatan temel fikir, enstrümanı değiştirmek zorunda kalmadan sesin dokusunu ve rengini değiştirebilmek ve tek bir enstrümanın sınırları içerisinde birçok yaklaşım yaratmanın bir yolunu deneyip bulmak oldu. Bunun sonucunda da birçok farklı enstrüman ortaya çıktı! Bu da biraz garipti çünkü ilk başta sana tüm bu sesleri verebilecek tek bir alet geliştirmek istemiştik. Fakat bunu böyle yaparak da aslında birçok farklı enstrümana uygulanabilecek şeyler öğrendik ve o yüzden de bunu Reverse Flugelhorn (ters kornet) ile yapmaya başladık, ondan sonra da Siren ve Sirenette kornolarıyla yaptık. Yani farklı bir şekilde konuşabilmeyi, iletişim kurmak için sürekli bağırmak zorunda kalmamayı sağlayacak bir yol bulmaya çalışmak gerçekten çok önemliydi. Trompet öyle bir enstrüman ki onun aracılığıyla belki de biraz içe dönük veya daha ince, nüanslı bir şekilde konuşurken en üst seviyelere gelebilen çok az sayıda müzisyen olmuştur. Ben de bu dalgayı yaratabilmek istedim.