Çok yaşa tiyatro!

Gülin Dede Tekin, tiyatro hayatın aynası olduğu kadar toplumsal hafızanın da yansımasıdır düsturuyla yola çıkarak 1962’den günümüze Dünya Tiyatro Günü bildirilerinden öne çıkanları derledi.

Yazı: Gülin Dede Tekin

1954 yılında A. M. Julien’in çabasıyla Paris’te düzenlenen, yabancı topluluklara açık Théâtre des Nations  (Uluslar Tiyatrosu) festivaliyle beraber fitili ateşlenen Dünya Tiyatro Günü, 1962 yılında Uluslararası Tiyatro Enstitüsü (ITI) tarafından festivalin ilk günü olan 27 Mart’ta kutlanmaya başlandı ve ilk yıldan itibaren düzenli olarak Enstitü tarafından yayımlanmaya başlayan bildiri de bugünün vazgeçilmezi haline geldi. 1962 yılının ilk bildirisine imza atan Fransız şair, oyun yazarı ve film yönetmeni Jean Cocteau bildirisinde şöyle diyordu: “Ne tuhaftır, tarih zamanla şeklini kaybeder, buna karşılık, efsane zamanla kuvvetlenir. Bunu en iyi tiyatro sahnesinde anlarız.”

Tiyatro sanatı dünya tarihinin belki de hafızasının tutulabileceği en önemli kaynaklardan biri. 1962 yılından itibaren başlayan bu bildiriler de gerçek bir dünya hafızası olarak okunabilir. Birçoğumuzun sınırların kalktığı bir dünya hayali kuruyor olması bir yana, 1977 yılından itibaren Enstitü’nün “her ülkenin kendi toplumsal olayları açısından değerlendirdiği ve kendi sıkıntılarını ortaya koyabildiği bildiriler yayınlaması kararı” da bu hafızanın güçlenmesine katkı sağlayan kararlardan biriydi. Bir nevi 1977’den bu yana her ülkenin kendi toplumsal hafızasına ışık tutmak mümkün olabildi. Çeşitli dönemlerde, baskılar sebebiyle tutamamak da tabii…

1978 yılında Türkiye’deki ilk bildiriye imza atan, şüphesiz, dönemin büyük tiyatro ustalarından Muhsin Ertuğrul’du. Ertuğrul’un “ Derler ki, tiyatro üçüz doğmuş bir sanat koludur: Yazar, oyuncu ve seyirci. Bunlar birbirinden ayrılırsa ortada tiyatro kalmaz. Oysa ben diyorum ki günün en önemli sorunlarını kâğıda aktaran yazar da onları sahnede dile getiren sanatçı da sizin aranızdan çıkmıştır. Onun için biz bir bütünüz. Teker teker düşüncelerimiz ayrı olabilir, ama dertlerimiz birdir.” diyerek başladığı Türkiye’nin ilk Dünya Tiyatro Günü bildirisi, devamına bakıldığında döneminin atmosferini kendi bakış açısından “ Gençler gençleri neden öldürüyor? Kardeş kardeşi neden öldürüyor? Gençler kendilerini neden öldürtüyorlar? İşte size şimdiye dek sahneye getirilmiş en acı konu. Ulus olarak bugün bizim en önemli sorunumuz bu.” sözleriyle net bir dille yansıtıyordu. 1979 yılındaki bildirinin sahibi Haldun Taner ve 1980 bildirisini kaleme alan Bedia Muavvit ise (belki de ülkedeki baskı rejimindendir, bilinmez!) özü sadece tiyatro olan yazılara imza atmıştı. Taner, bildirisinde tiyatronun her devrin sanatı olduğunun altını “Tiyatronun bunca yüzyıllardır varoluşu boşuna değildir, tiyatro, insan mayasının kopmaz bir öğesi, insandan ayrı düşünülemez bir gereksinmesidir. Doğada işlevini bitiren her şeyin varlığını sürdürebildiği görülmemiştir. Tiyatro sürüyorsa, sürecekse her devirde bir işlevi olduğundandır.” sözleriyle çizmişti.

1980’lerin baskıcı döneminin ardından büyük bir duraklama dönemine giren Türkiye Tiyatrosu,  2002 yılında ITI Türkiye Merkezi’nin tiyatroya ilgisiz kalan kuruluşları protesto etmek için bildiri hazırlamayı reddetmesiyle yeniden tartışılmaya başlanır. 2003 yılında Zülfü Livaneli “ Tiyatro da bir ekin gibi ekilmeye, yetiştirilmeye, bakılmaya ihtiyaç duyuyor. İşte bu umursamazlık komplosunun en yıkıcı etkisi de burada ortaya çıkmakta. Eğer tiyatroyu gözden düşürürseniz, hele yeni yazarların yetişmesini zora sokarsanız, genç kuşaklardaki yaratıcı tiyatro enerjisini de daha baştan engellemiş, başka alanlara yöneltmiş ve tiyatro alanını çölleşmeye terk etmiş olursunuz. Yapılan iş korkunçtur.” diyerek önceki yılın protestosuna da destek verir. Aynı yıl uluslararası bildiride Tankred Dorst da tiyatronun zamanın ruhuna yansımasını tekrar sorgular: “Hep aynı soruyu soruyoruz: Tiyatro hâlâ zamana uygunluk gösteriyor mu?”

2005 yılında, LeTheatre du Soleil’in kurucusu Fransız Ariane Mnouchkine “Tiyatro, yetiş imdadıma! Uyuyorum. Uyandır beni.” dizeleriyle başlayan çarpıcı bir şiirle kelimelere döker bildiriyi. Değişen düzene başka bir açıdan dikkat çeken Talat Halman, 2006 yılında, git gide artan televizyon ve bilgisayar bağımlılıklarını konu edinir: “TV’deki pembe diziler, sahnenin üstüne kara perdeler indirdi. Bilgisayar bağımlıları, evdeki ekranlarının başından kalkıp tiyatro koltuklarına oturmaya üşeniyor. Trafik, izleyicileri ürküten bir canavar.”

Uluslararası bildirilerde Birleşik Arap Emirlikleri’nden yazar Şeyh Dr. Sultan Bin Muhammed el Kasimi2007 yılında “ Tiyatro hayattır. Sorumlulukla çınlayan vicdanın dizginleyebileceği o çirkin başlarını pervasızca yükselten bütün o nafile savaşlara ve öğreti farklılıklardan kaynaklı dayatmalara karşı durmak bugünkü kadar boynumuzun borcu hiç olmamıştı.” der. 2008’te Ezilenlerin Tiyatrosu’nun yaratıcısı Augusto Boal’un, “Görüntülerin gerisine bakarsak bütün toplumlarda ezenleri ve ezilen insanları, etnik grupları, cinsleri, sınıf ve katmanları görürüz. Adaletsiz ve acımasız bir dünya görürüz. Başka bir dünya yaratmamız gerek; çünkü biliyoruz ki öyle bir olanak var. O başka dünyayı kendi ellerimizle, kendi sahnemizde, kendi yaşantımızda yaratmak bize düşüyor.” s özlerinin yanında ulusal bildiride Orhan Alkaya da umudu dürter: “Tiyatro ümitsizliğin reddidir, çünkü oyun daima başlar.”

2010 yılında, ulusal bildirilerin olmazsa olmazı “alternatif bildiri”ye imza atan Süreyya Karacabey’in yazdıkları ise uzun yıllardır sessiz kalınan çok şeyi dile getirir. Sokaktan bağımsız bir tiyatro, tiyatro olabilir mi? “Tiyatro binalarının önünden yorgun adamlar ve kadınlar geçer, evlerine ekmek götürme yükleri yüzünden omuzları erken çökmüş, yüzleri yaşsız çocuklar geçer, tiyatro binalarının önünden sokak köpekleri ve kediler geçer; kahırlı bir hayatın bütün yükleri sokaktan geçer. Siz koltuklarınıza yerleşmişken, evine çok gecikmiş temizlikçi kadın, onu hiç mutlu olmadığı evine götürecek otobüse koşmaktadır, sokak çocukları geceyi geçirecekleri korunaklı bir yer aramaktadır, siz orada otururken park orospuları, umumi helalarda iş bitirirler. Sokakların vahşi cangılında yolunu arayan bir adam usulca sizin dibinizden geçer ve o da anlamaz neyin dibinden geçtiğini. Siz orada otururken birisi sokaktan alınır belirsiz bir adrese götürülür. Her şey siz oradayken olur, içinde olduğunuz binaların dibinde, ruhunuz bile duymaz.”

2012 yılında Kenan Işık, Shakespeare’in cümleleriyle Arap Baharı’na selam çakar. Uluslararası bildiride ise John Malkovich daha kısa ve yalın cümlelerle temennilerini gönderir tiyatro insanlarına: “Dilerim en iyileriniz temel sorun olan ‘Nasıl yaşıyoruz?’ sorusunu bir çerçeveye oturtmayı başarır.”

Türkiye’nin en önemli dönüm noktalarından biri olan Gezi Parkı sürecinin hemen ardından 2014’te yazılması beklenen ilk bildiriyi ise bir tiyatro insanı yerine Uluslararası Tiyatro Enstitüsü – UNESCO Türkiye Merkezi İcra Komitesi yayınlar. Gezi, tiyatro sahnesinde birçok esere ilham olmuş, birçok sahnenin ödeneği de bu süreçle bağlantılı olarak kesilmişken yazılan ilk bildiri “O açıdan toplumumuz ne durumda diye soruyoruz kendimize. Pek sağlıklı görünmüyor. Sınıfsal karşıtlıklar ya da başka somut bağdaşmazlıklardan kaynaklanmayan anlamsız kutuplaşmaları aşamadık. Birlikte sorun çözülebilecek yerde bile birbirimizi sorun yaptığımız, el ele vereceğimize gırtlak gırtlağa geldiğimiz oluyor. Birbirine düşmanlaştırılan kesimler ‘kaba cahiller’ ve ‘vesayetçi beyazlar’ gibi yaftalarla ‘ötekini’ karalama yarışında.” sözleriyle toplumun kutuplaştırıldığına işaret eder.

Bildirinin bir komiteye yazdırılmış olması karşısında tiyatro insanları sessiz kalmaz ve çoğu bu bildiriyi reddeder. Yücel Erten, altında birçok STK ve bireyin imzasını barından alternatif bir bildiri yayınlayarak oldukça sert bir dille iktidarı, yandaş medyayı ve kuruluşları eleştirir: “Er ya da geç, yurdumuzda bilim ve sanat özgür, kurumları özerk olacaktır!.” diyerek umut dolu bir gelecek perspektifi çizer.

Aynı yıl uluslararası bildiride Brett Bailey dünyada süregelen baskı dönemini teğet geçmez: “Gelin görün ki şu çağda milyonlarca insan hayatta kalmak için çabalamakta, baskıcı düzenlerin ve yırtıcı kapitalizmin pençesinde acı çekmekte, çatışmalar ve cefalardan kaçışmakta; özel yaşantımıza gizli servisler burunlarını sokmakta ve sözlerimiz mahremliğe saygısız hükümetlerce sansürlenmekte…”

Bu yıla yani 2018’e geldiğimizde ise Uluslararası Tiyatro Enstitüsünün (ITI) 70. yılı şerefine uluslararası bildirilere getirdiği önemli bir yenilikle karşılaştık. Yürütme Kurulu uluslararası mesajın Asya Pasifik Bölgesi, Avrupa, Arap ülkeleri, Amerika kıtaları ve Afrika’dan oluşan beş UNESCO bölgesinin her birinden birer yazar tarafından kaleme alınmasına karar verdi. Türkiye’de ise Zehra İpşiroğlu’nun tiyatronun yaşamı yeniden üretmesine dikkat çektiği “Diyelim ki bir tiyatro yazarı, yönetmeni ya da oyuncuyum. Yaşamın akışındaki acıları, çatışmaları, haksızlıkları yüreğimde hissediyorum. Nefreti, şiddeti, yalanları, hile ve komploları görüyorum. Savaşın, sömürünün, sürgünün, adaletsizliğin, acının, yokluğun yarattığı bir karmaşa içinde yitip gitmek üzereyim. Çaresizlik mi? Hayır, ben tiyatrocuyum ve yaşamı bir yerinden yakalayabilirim, anlamak için çaba harcayabilirim, yaşamı okuyabilirim.” sözleri bu yılki ulusal bildiride okunabilecek.

Velhasılıkelam, yasaklanan oyunlar, hukuksuz yollarla yıkılan, çürümeye bırakılan sahneler, tarihî sahnelerin ortasına kondurulan mescitler, tiyatrocuların yönetiminden alınan ödenekli tiyatrolar ve daha nice beterinden uzak, dayanışmanın kat be kat arttığı, Peter Brook’un da dediği gibi kendi devrimini yaratmaktan vazgeçmeyen bir tiyatro hayali eşliğinde, 2007 yılında Ferhan Şensoy’un, Bozkurt Kuruç’un ulusal bildirisine alternatif olarak yayınlanan bildirisinden bir kupleyle bitirelim yazıyı: “ Bizler, perdelerimizi her zamankinden daha çok bağımsızlık için, eşitlik için, özgürlük için açacağız. Seslerimiz uçuşup gitse de sözcüklerimiz bilenip kalacak yeryüzünde. Sahnelerimiz barışın ve kardeşliğin çiçek bahçesi olacak. ”

Çok yaşa tiyatro.

kesanli-ali-destani
13606761011165634107-b
lüküs-hayat