“Dergicilik aşkı”: SELÇUK ERDEM ve ÖZGÜR MUMCU

Bant Mag. Havuz’un “Yüz Yüze” muhabbetlerinde gazeteci, yazar Özgür Mumcu’nun 19 Mayıs 2018 tarihindeki konuğu uzun yıllar boyunca Leman, Limon, L-Manyak dergilerindeki karikatürleriyle dillere destan olan ve sonraki dönemde Penguen’i kuran deneyimli karikatürist Selçuk Erdem’di. Selçuk Erdem, Limon’da ilk karikatürünün basıldığı günden günümüze Türkiye’deki mizah dergiciliğine ve karikatür yaratımına dair hikâyeleriyle Mumcu’nun karşısında.

İllüstrasyon: Sadi Güran – Fotoğraf: Aylin Güngör – Deşifre: Gizem Kayar

961c09d0-12be-4ce9-bea6-6681e830abc4

Özgür: Hiç doktor olmayı düşündün mü?
Selçuk: Küçükken sorulunca doktor olacağım diyordum ama…

Özgür: Çok hissederek söylemiyordun herhalde.
Selçuk: Evet çünkü çizmeye çok küçükten başladım. Yani ilk anılarım hep çizmekle ilgili.

Özgür: İki gün önce senin konuk olduğun bir söyleşide canın sıkıldığı için çizmeye başladığını söylüyordun.
Selçuk: Öyle.

Özgür: Çok mu sıkıcıydı hayatın? Ne oluyordu? Yani hepimizin sıkıcıydı galiba çocukken de…
Selçuk: 1973’te doğdum. 70’lerin sonu ve 80’lerde geçti çocukluğum. Şimdi yaş ortalamasını bilemiyorum ama hiçbir şey yoktu Türkiye’de arkadaşlar. O yüzden her şey de çok az bulunuyordu. Mesela ben Asteriks’i çok seviyordum. Ama bulması çok zordu o yüzden çok değerliydi. Daha beş yaşındayken Asteriks’e bakarak çizmeye başladım. Bütün karakterleri çizip kesip onları oynatıyordum. Asteriks’in Roma ordusu vardır ya, hepsini çizdim ben onun.

Özgür: Duruyor mu onlar evde bir yerde?
Selçuk: Yok, durmuyor. Bir iki ilkokul defterim var sadece.

Özgür: Nasıl çizimler?
Selçuk: Güzel. Ümit vaat ediyor.

Özgür: Bir de yine internette dolaşan bir şey var. Senin ilkokul ikide yazdığın bir kompozisyon. O kompozisyonu yazdın mı gerçekten ilkokul ikide?
Selçuk: Yok hayır. Onu ben 1996 civarı L-Manyak’ta yazmıştım.

Özgür: Aslında belli daha büyük birinin kaleminden çıktığı ama bir an şüphelendim hakiki bir sosyopatla mı karşı karşıyayız diye. Değilmişiz. Ona sevindim. O tavuk adam hakikaten iyiydi. İyi bir karakterdi. Okumadıysanız tavsiye ederim. Hakikaten eğlenceli bir yazı. Lisede, ortaokulda da bir yandan çiziyorsun tabii… Selçuk da iyi çizer diye biliniyor muydun? Lokal bir şöhret olmaya başlamış mıydın?
Selçuk: Tabii, tabii. Lokal bir şöhrettim. Öğretmen herkese 23 Nisan diye Türkiye haritasının ortasında güneş gibi parlayan Atatürk resmi gibi ödevler veriyor, bana kopya etmem için bir ressamın resmini veriyordu.  Ama çok da iyi bir çizer değilim aslında ben. Daha çok fikir anlamında güçlüyüm. Mesela Bahadır Baruter’in deseni gibi bir tekniğim yok.

Özgür: Oraya gitmek istemedin mi?
Selçuk: Evet biraz da öyle yani. Sade, şapşal çizgileri bozmamaya çalışarak ilerledim. Ortaokulda Gırgır’a göndermiştim karikatürlerimi ama çıkmadı. Sonra aman be, dedim. Birkaç yıl göndermedim. Halbuki okul gazetesinde basıyorlardı karikatürlerimi. Gırgır basmadı. Sonra Limon çok farklı ve tamamen aykırı bir dergi olarak yükseldi. Lise 2’de oraya göndermeye başladım. Orada çıktı. Yıllar sonra Gırgır bittikten sonra Oğuz Aral Hürriyet’te yazıyordu. Benim de kitabım çıkmıştı. Hiç karşılaşmamıştık. O bu ne biçim çocukmuş, çok komik diye bir yazı yazdı. Çizgisi de kötü aslında diye arada iğnelemişti. Arayıp teşekkür ettim. Birlikte yemek yedik. Çok severdi beni. İyi ki sen benim elime düşmemişsin, dedi. O benim çizgimi düzeltmek için uğraşacaktı. Halbuki gerek yok. Bırak bozuk kalsın.

Özgür: Belki öyle bir durum olsaydı sana ket mi vuracaktı?
Selçuk: Belki yapabilirdi.

Özgür: Bir de sertlermiş sanırım o dönemlerde. O hep bilinir.
Selçuk: Tabii, tabii.

Özgür: Şehir efsanesi değil gerçek yani değil mi?
Selçuk: Yani benim editörüm değildi ama yemek yerken bile iki üç azar yemişliğim var. Rakı öyle tokuşturulmaz, diyor örneğin. Ben tam da anlamıyorum ne demek istediğini. O eski adamların kuralları var ya…

Özgür: Ben de rahmetli ile bir defa içki masasında bulunmuştum. Hakikaten otoritesini hissediyordun. O zaman tabii yaşça da iyice ufak oluyorsun. Bir de yanımda da Metin Akpınar vardı. Ölüm grubunun bulunduğu o masadan alnımızın akıyla çıkabildik ama hakikaten zordu. Anlıyorum ne demek istediğini.
Selçuk: Orta okul beşte yine çiziyordum. Derslerde deftere çiziyordum.

Özgür: Ders dinlemiyorsun o zaman pek.
Selçuk: Tabii. Niye dinleyesin! Sonra gönderdim, olmadı o. İşte Lise 2’de tekrar Limon’a göndermeye başladım. Limon o zaman hafif yükselişteydi.

Özgür: Asil Nadir’in Güneş gazetesinin eki olarak başladı sanki değil mi?
Selçuk: Eki değil. Aslında Güneş gazetesinin altında direk dergi olarak çıkmaya başladı. Sonra Asil Nadir kaçtı. Dergi ortada kaldı.

Özgür: Bilmeyenler vardır bu arada. Asil Nadir Kıbrıslı bir iş adamıydı. İngiltere’de çok büyük işler yapmıştı. Türkiye’ye çok büyük bir sermaye ile gelip medyada hiç o zamana kadar verilmeyen maaşlar vererek Güneş gazetesini kurdu. Sonra dolandırıcı olduğu ortaya çıktı. İngiltere’den kaçıp Kıbrıs’a yerleşti. İflas etti. Limon’un doğuşu da biraz bu süreçte gerçekleşti.
Selçuk: Anlamayanlar için Cem Uzan gibi düşünebiliriz. O dönemde Eskişehir’de lisedeyim. Her hafta açıyorum heyecanla amatör sayfaya bakıyorum. Yok, çıkmıyor. Uzun bir süre her hafta gönderdim. Artık o kadar umudum kesilmişti ki dergiyi aldım, ceketimin cebine koydum, okula gittim. O gün okuldayken bir açtım, Selçuk Erdem (Eskişehir) diye basılmış.

Özgür: Neydi o karikatür?
Selçuk: Bir eve hırsızlar girmiş. Biri telefonda konuşuyor “Neriman beni iş yerimden arama bir daha demedim mi, diyor.

Özgür: Kaç tane göndermiştin de bunu seçmişlerdi?
Selçuk: İşte 10’ar 10’ar gönderiyordum ben.

Özgür: Peki nasıl bir malzemeyle gönderiyorsun ki bunu basabiliyorlar? Yani çizgi defterine çizmiyorsun herhalde. Nereden öğreniyorsun ne yapman gerektiğini?
Selçuk: Abim doktor oldu benim ama bir ara karikatürle de uğraşmıştı. Şimdi tarama ucumuz vardır bizim, çin mürekkebi vardır. Divit uçlarının daha ince olan bir versiyonudur. Zordur da malzemeleri aslında. Abim onunla uğraşırdı. Sonra ben ilkokul beşteyken gereksiz dramatik bir şekilde “Sen benden daha iyi çiziyorsun” diye bir kâğıdı imzalayıp kabul ettim onun daha iyi bir çizer olduğunu. Bir tören düzenledik aramızda. Sonra ben de o gazla başlamışım artık… Limon’da çıktıktan birkaç hafta sonra postaneden kâğıt geldi. 10 lira göndermişler. Meğer para veriyorlarmış karikatür çizince. Oyun gibi yani. Dört yaşımda yaptığım şeye para veriyorlar yani.

Özgür: O zaman için nasıl bir paraydı peki? Bugünün kaç parasıdır?
Selçuk: O günkü harçlık olarak iyiydi. Bugün için 50 TL gibiydi. Ama her hafta olduğunu düşünün. Onca zaman çıkmadıktan sonra her hafta çıkmaya başladı. Üçlü köşe falan yaptılar.

Özgür: Kim seçiyordu?
Selçuk: Limon’da o sıra Gani Müjde ve Şükrü Yavuz vardı.

Özgür: Kim başlattı sence orayı? İlk kim karar verdi? Biliyor musun?
Selçuk: Gani olabilir. Gani ilgileniyordu galiba. Sonra Gani’yle Metin Üstündağ Eskişehir’e imza gününe geldiler. Ben de gittim. Kitaplarını aldım. Para da yok ama mecburen yanaşmak için kitap almak zorundasın. Orada Gani’ye “Ben Selçuk” dedim. O da “Aaa Selçuk Erdem mi?” dedi durduk yere. Sonra yazın İstanbul’a geldim, abimin İstanbul Tıp mezuniyet töreni vardı. Güneş gazetesine gidip kapıda Limon’a geldiğimi söyledim. Homurdanıp almadılar beni. Sonra döndüm dolaştım tekrar gittim ve bu sefer yalvardım. Öyle olunca aradılar yukarıyı, Şükrü Yavuz vardı.

Özgür: Niye almamışlar seni baştan?
Selçuk: Amatör çizerler için bizim de Penguen’de ara ara yaptığımız gibi belirli bir gün veriliyor, sadece o gün geliniyor.

Özgür: İş akışını bozmasın diye.
Selçuk: Evet. Ben dergide kimse yokken gitmişim. Bir tek Şükrü Yavuz varmış. Şükrü Yavuz da Netekim’i yazan yazardı o zamanlar.

Özgür: O gün o masada o da vardı biliyor musun? Oğuz Aral’ın olduğu masada.
Selçuk: Çok iyiymiş. Neyse Şükrü abi beni karşısına oturtup sende umut var, dedi. Ne yapacağımı sordu. Ben de İstanbul’a geleceğimi söyledim. İyi, dedi. Tabii çok heyecanlıydım. Sen bize espri de göndersene, dedi. Son zamanlarda azaldıysa da bizim dergicilikte şöyle bir şey vardır; politik sayfalar haricinde birinin espriyi bulup başkasının çizdiği orta sayfalar vardır. İki imzalı karikatürler öyledir. İlk imza espricinin, ikinci imza çizerindir. Ben de 100 tane espri gönderdim. Beş tanesi çıktı. 17 yaşındayım, düşünün, Limon’u açıp açıp sayıyorum. Beş tane ve 10 lira geliyor hepsine. Son yıl atlayıp üniversiteye İstanbul’a geleyim derken çok çizemedim.

Özgür: Yani senin aslında amacın İstanbul’da olmak, başka bir amacın yok.
Selçuk: Tabii tabii. Zaten Türkçe-Matematikçiydim. İşletme, ekonomi, siyasal, İstanbul’da ne tutuyorsa onu yazdım. İstanbul İşletmeyi kazandım ve geldim. O sırada gene o Asil Nadir karmaşasıyla da bağlantılı olarak kendi aralarında bölünmeler oldu. Dergi içinde iki grup ayrıldı.

Özgür: İflas ettiler Asil Nadir kaçtı falan o dönem sanırım.
Selçuk: O biraz daha sonrası. Öncesinde benim bağlı olduğum grup yani Gani, Şükrü ayrılıp Deli dergisini kurdular. Bir buçuk iki yıl orada çizdim. Sonra o kapandı. İşte Asil Nadir o arada kaçtı. Çok uzun süre para alamadılar Güneş’te ve Limon’da çalışanlar. [Mehmet] Çağçağlar bir gecede Limon’u Leman yapıp kendi dergilerini çıkarmaya başladılar. Sonra galiba 1993’te Leman’a geldim. Deli de çok bir momentum kazanamamıştı tirajıyla. Çok iyi durumda değildi.

Özgür: Yaklaşık aynı döneme denk gelmiyor mu Gırgır’dan bir grubun kompası da?
Selçuk: O bir yıl öncesi filandı.

Özgür: O ara mizah dergilerinde bir bölünme hikâyesi başlamıştı.
Selçuk: İlk amatör çizimim 1990’da yayımlandı. 1991’de artık derginin içine girmiştim. 18 yaşında profesyonel olarak çizmeye başlamıştım. 10 lira değil de 20 lira alıyordum gibi düşünebilirsiniz. İlk Hıbır’ı kurdu, Interpress de vardı ve o da Asil Nadir’indi. Hıbır’ı öyle büyük paralarla Gırgır’ın ünlülerini toplayarak kurdu.

Özgür: Hıbır’ın kurulduğu zaman ben bir yazı hatırlıyorum. Zamanında da Gırgır’dan ayrılanlar Mikrop diye bir dergi kurmuşlardı. “Bakın tutmadı, yapmayın çocuklar” diye yazılar çıkmıştı. Genel olarak bu bölünmeye karşı bir tutum da vardı.
Selçuk: Ama kadro da çoğalınca biraz hakikaten zor olmaya başlıyor dergide. Bir açıdan iyiydi yani. Sonra Pişmiş Kelle çıktı, birçok dergi çıkmaya başladı. Bir ara 10 dergi vardı.

Özgür: Tabii. Hepsini alıyordum oradan hatırlıyorum.
Selçuk: 1993 civarında Hıbır da kapandı. HBR filan derken onların da tirajları düştü. Leman kaldı ve Leman epey yükselmeye başladı. Biz çok genç bir kadro olarak geldik. Ben vardım, Erdil vardı, Cem Yılmaz vardı hatta. O tiraj yükseldi. Güzel bir dönemdi.

“‘Leman’, Beyoğlu’ndaki ilk mizah dergisiydi. Daha önce Cağaloğlu’ndaydı çoğu. Sonrakiler hep Beyoğlu’nda çıkmaya başladı… Barlara yakın olsun diye! – Selçuk Erdem

Özgür: Limon’dan Leman’a döndüğü zamanı hatırlıyorum. Hatta gelirken de konuşmuştuk logo ile ilgili de bir oylama yapmışlardı. Logosu şu mu olsun bu mu olsun, diye. Üç dört tane logo vardı ve okurlar oyluyordu. Ben de oy verdiğimi hatırlıyorum. Bir de Gırgır’ın da siyasi bir tarafı vardı ama Leman’ın daha sert bir siyasi çizgisi vardı. O nasıl etkiliyordu? Siyasi bir yerde çalışıyormuş hissi oluyor muydu sizde?
Selçuk: Evet. Biz gençler olarak işin siyasi kısmına çok bulaşmıyorduk. Kendi köşelerimizi yapıyorduk. Benim tarzım da çok absürt bir tarzdı. Gündemden kopuk bir tarzdı. Ama derginin böyle bir tarafının olduğunun farkındaydık. Çok çok başka tarafları vardı derginin. Cezmi Ersöz de yazıyordu, her rengin olduğu bir birleşimdi. Yani hikâye sert olmasa bile varlığı sertti derginin. Onun var olması bile bir şeydi yani. Bizim dergi İstiklal’deydi. Kafamıza göre gece çıkıp barları dolaşıp gelip çalıştığımız zamanlar oluyordu.

Özgür: Daha Leman Kültür kurulmamış ama değil mi?
Selçuk: Ben geldiğimde kurulmuştu. 1993’te filan vardı. Leman, Beyoğlu’ndaki ilk mizah dergisiydi. Daha önce Cağaloğlu’ndaydı çoğu. Sonrakiler hep Beyoğlu’nda çıkmaya başladı… Barlara yakın olsun diye!

Özgür: Cem Yılmaz da ilk stand uplarına Leman Kültür’de çıkıyordu. Yani ben onu ilk karikatürist olarak hatırlıyorum. Peki o zaman bekliyor muydunuz mesela Cem Yılmaz’ın böyle bir kariyere doğru yöneleceğini.
Selçuk: Yani Erdil ve ben yakın olduğumuz için bekliyorduk. Ama bir iki yıla bekliyorduk. O iki ay sonra oldu! Çünkü normal bir muhabbetteki enerjisinden belliydi. Çok şaşırılacak bir şey değildi.

Özgür: Karikatüristler içine kapanık insanlar derler genelde, öyle bir yaygın anlayış vardır.
Selçuk: Evet ben de biraz öyleyim.

Özgür: Sen de öylesin. Cem Yılmaz pek öyle değilmiş.
Selçuk: Değildi.

Özgür: Peki o durum hakikaten içine kapanmayı gerektiren bir şey mi? İçine kapanan insanlar mı daha iyi gözlemler?
Selçuk: O biraz çocuklukla ilgiliydi.

Özgür: Yani oturup 100 tane Roma askeri çizdiğine göre biraz içine kapanık olman lazım.
Selçuk: Evet. O can sıkıntısında kendini eyleyebilmek herhalde birazcık yaratıcı insanlarda olan bir şey.

Özgür: İstanbul’da bir yandan üniversiteye gidiyordun. Peki sık gidiyor muydun okula?
Selçuk: Yok. İşletme sırf İstanbul’a gelebilmek amacıyla girdiğim bir bölümdü. Yalnızca birkaç kere gittim okula.

Özgür: Zor da olsa geçinebiliyordun herhalde?
Selçuk: Yok, hiç geçinemiyordum. Ama 18-20 yaşlarından bahsediyorum.

Özgür: Yurtta mı kalıyordun?
Selçuk: Yok, Cihangir’de bir arkadaşta kalıyorum. Nasıl yemek yiyordum hatırlamıyorum ama bir şekilde oluyordu. Leman’da da çok para yoktu ama artık böyle tanınacağını düşünüyorsun. Bir dönem televizyona senaryolar yazmıştım.

Özgür: Ne yazdın?
Selçuk: Gani Müjde ile birlikte Kaygısızlar vardı.

Özgür: Baya da absürt bir işti o.
Selçuk: Evet, öyleydi. Kaygısızlar’da benim bir esprim vardı, yıllar sonra duydum, çok şaşırdım. Benim yazdığım sahnede kız “Taksi!” diye bağırıyor, sonra taksi de “Yolcu!” diye bağırıyor. Çok acayipti. O bizim yazdığımız bir şeydi ve o zamanlar bize reytingler çok kötü diyorlardı. Star’daydı galiba dizi. Tabii biz de senaryo falan bilmiyoruz, kafamıza göre yazıyoruz. Ama meğer 20 yıl sonra böyle bir kahkaha olacakmış. Teşekkür ederim. O zamanlar kendimizi kötü hissediyorduk. Kaldırılacak diyorlar ama kaldırılmıyor, biraz daha devam ediyor. Yani zor zamanlardı.

Özgür: O sahneyi izleyen o dönemler 13 – 14 yaşında olan kuşak büyüdüğü zaman onu müthiş bir şekilde hatırladı.
Selçuk: Bir de internet bir noktada hafızayı koruyan bir şey haline de geldi ya. Yani eskiden bir sinemada bir repliği kaçırdın mı kaçırdın yani yok artık. Şimdi her şeyi bulabiliyorsun.

5261e9a7-5e9e-43f1-adef-e7207ac903d1

Özgür: Kaygısızlar ne kadar sürdü?
Selçuk: 2 yıl filan sürdü galiba. Şöyle diyeyim; dergiden 1.000 lira alıyorum diyelim, senaryodan ise (ama sadece Kaygısızlar değil başka şeylerle de birlikte) 15.000 lira alıyordum. 22-23 yaşlarındaydım. Ama sonradan televizyona devam edemedim. Yapımcı, kanal gibi belli prosedürlerden dolayı çok sıkıldım.

Özgür: Çok mu müdahale oluyordu?
Selçuk: Müdahale değil de bizim dergide istediğimi yapıyordum. Orada ise oto sansürle aslında üretim yapıyorsun. Böyle bir özgürlüğü tatmamış olsam belki olabilirdi ama dergideki çalışma şekli varken tercihim ondan yana oldu. Bir de senaryo yazmak çok ağır Türkiye’de. Yani bir gecede 40 sayfa yazdığımı hatırlıyorum. Dünyada böyle bir şey yok. Onlarda bir kişi bir bölümü alıyor, bir ayda yavaş yavaş yazıyor. Bizde öyle bir durum yok. Hâlâ öyle.

Özgür: Daha da kötü olabilir hatta dizi süreleri uzadı çünkü.
Selçuk: Tabii, 120 dakika yazmak zorundasın. İşte araya şarkı atıp vakit geçirmeye çalışıyorsun.

Özgür: Kaygısızlar ile bitti mi senaryo macerası?
Selçuk: Yasemince vardı. Ona biraz yazdık. Sonra Bahadır ile L-Manyak’ı çıkartmaya başladık.

Özgür: Sizin fikriniz miydi o?
Selçuk: İlk kimin fikriydi bilmiyorum. Çağçağ’ın da olabilir. Amaç aylık bir dergi yapmaktı. Ama aylık dergi o zamanlarda tutmuyordu çünkü Avrupai çizgi roman dergileri yapmaya çalışıyorlardı. Heavy Metal filan vardır ya. Böyle büyük büyük kareler vesaire… Bir de İngiliz Viz diye bir dergi vardır, çok eski. Sade çizimler, küçük kareler, hızlı akan öyküler gibi bir formatı vardır. Ama o sadece birer sayfalıktı. Biz o düzeni çizgi romancılık mantığıyla değil de aşırı çizgi gösterişi olmadan, politikaya çok bulaşmadan, öykülerin hızlı akabileceği şekilde kurguladık. Leman çok politikti ya bunda politika yoktu.

Özgür: Ama o zaman Gırgır ve Fırt’ta da vardı benzer bir durum.
Selçuk: Vardı evet. Gırgır’da herkes çok güzel iş yapıyor ama bir baskı vardı. Fırt’ta da herkes kafasına göre takılsın gibi bir işleyiş vardı.

Özgür: Mesela Fırt’ta cinsellik daha yoğundu, L-Manyak’ta da aynı şekilde.
Selçuk: Aynıydı aşağı yukarı o konuda, doğru.

Özgür: Bir de L-Manyak bayağı kalın bir dergiydi.
Selçuk: Evet, 64 sayfa.

Özgür: Sonra benzerleri de çıktı tabii onun değil mi?
Selçuk: Evet, benzerleri de çıktı. Sonra 2002’de biz ayrıldık ve Penguen’i kurduk.

Özgür: Onu hatırlıyorum. Niye ayrıldınız?
Selçuk: Leman’da beğenmediğimiz bazı şeyler vardı. Hani genç olarak bir şeyleri beğenmiyorsun ya…

Özgür: Daha çok gençlerin isyanı gibi miydi?
Selçuk: Yani Erdil [Yaşaroğlu], Met-Üst [Metin Üstündağ] ve ben ayrılmıştık. Bahadır [Baruter] daha önce ayrılıp Lombak’ı kurmuştu Bülent’lerle [Üstün] filan. O niye ayrıldı onu tam hatırlamıyorum da. Biz birazcık daha Leman’ın anlayışına sıkışmışlık hissediyorduk kendimizde. İşleyişin çok sert olmasını sevmiyorduk. Sert olduğu için değil de biraz böyle tepeden bakan ve artık hani mizahı azalan bir şey olarak geliyordu bize.

Özgür: Daha mı siyasi geliyordu size?
Selçuk: Siyasiliğinden değil de.

Özgür: Çünkü onu diyeceğim, size de bir sürü siyasi dava açıldı.
Selçuk: Evet, evet. Yok, biz o siyasiliği didaktik olmadan, çok komik bir şekilde yapalım istiyorduk. İlk bir yıl çok iyi yapamadık ama sonradan baya da iyi yaptık Penguen’de onu.

Özgür: Penguen nereden aklınıza geldi?
Selçuk: Benim Leman’dayken çizdiğim kanatlı bir penguenim vardı. Bahadır bunu yapalım dedi. Sonra herkes kabul etti. Derginin maskotu oldu kanatlı penguen.

Özgür: Bir tek ona dava açmamışlardı değil mi?
Selçuk: Evet. Cumhuriyet’ten Musa Kart, Erdoğan’ı kedi olarak gösteren bir karikatür çizdi. Yumağa dolanmış. Birçok sert karikatürler de yapıyorduk ama orada hayvan olunca anlamadığımız bir hassasiyet oldu galiba. Musa Kart’a dava açıldı sonuçta.

Özgür: O da dünyanın en naif karikatürü.
Selçuk: Evet.

Özgür: Kedi ip yumağıyla oynuyor, ipe dolanmış. Yani şöyle söyleyeyim, Abdülhamit döneminde çizsen başına bir şey gelmeyebilir.
Selçuk: Evet. O zamanın parasıyla 5.000 liralık bir tazminat davası açılmış Musa abiye. Musa abinin de başına neler geldi sonradan…

Özgür: O hiçbir şeymiş. Kaç ay yattı.
Selçuk: Evet. Biz de karikatürist abimize destek olmak için kapakta Tayyipler Alemi diye böyle 8 farklı hayvanı çizdik ördek, deve filan. Ben de penguen maskotumuzu yaptım. Yine Erdoğan kafalı bir penguen yaptım. Bir sonraki hafta da hatta dalga geçerek tekzip yayınladık sanki bize dava açılmış gibi. Hakikaten destek oluyor, bize de dava açılacağını düşünmüyorduk. Öbür hafta hakikaten dava geldi. Musa Bey’e 5.000 lira açılmış ya, bizimkisinde 8 hayvan var diye beş kere sekiz kırk, 40.000 liralık dava geldi. Yani hayvan başı 5.000 gibi. Sonra tabii gazeteler filan da geldi. O zaman gazeteler gelebiliyordu. Televizyonlar gelip bizimle konuştular. Ben de saf saf pengueni de çizmiştik 9. hayvan olarak, onu saymamışlar… Gene mesela bugün olamayacak bir şey; biz davayı kazandık. Hâkim bizim çizimimiz için normal eleştiri sınırları içindedir, şeklinde yorum yaptı.

Özgür: Temyize gitti mi karşı taraf?
Selçuk: Uğraşmamışlardı galiba.

Özgür: Çünkü baya büyüdü bu olay uluslararası basında filan da. Bu tarz davalarda bazen attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmiyor. Değmez deyip vaz geçiyorlardı. Bir de “Hayvanların da başbakanı yok mu? Onlar niye ayrılıyor ki” demiştiniz.
Selçuk: Hayvanları hakaret olarak kullanan bir toplumuz, evet. Ama ördek diye bir hakaret yok. Bizim savunmamızda var bu. Bu hadiseyi atlattık ama yıllar sonra bir dava açıldı. Karikatürünü hatırlamıyorum bile, Erdoğan gelirken Bahadır’ın çizdiği karikatür adam onun karşısında düğmesini ilikliyor. Yani binlerce karikatür bulabilirsiniz böyle yapan. Bu hakaretmiş. Yani bilinçaltı filan bile yok işin içinde. Her neyse avukatımız Tora saçma olduğu için reddedilir bu dava dedi. Reddedilmedi. Kazanırız dedi, kazanamadık. Hâlâ temyizde o dava şu an.

Özgür: Baya da bir tarihi var derginin. 16 yıldı değil mi Penguen?
Selçuk: 15 yıl. 2002 – 2017 arasında.

Özgür: Uykusuz sizden ayrıldı değil mi? Niye ayrıldı?
Selçuk: Uykusuz bizden ayrıldı. Onlar da gene o sıkışmışlıkla ilgili. Bir de o gençlik enerjisiyle değişik bir şey yapmak istiyorsun.

Özgür: Artık siz ihtiyar oldunuz, gençler sizden kopmaya başladılar.
Selçuk: Evet. Yani bence çok da farklı bir dergi yapmadılar. Biz Leman’dan farklı bir şey yapmıştık bence. Onlar farklı bir şey yapmadılar. Ama olsun onların dergisi de güzeldi.

Özgür: Çoğu insan ikisini aynı anda alıyordu zaten. Tek bir dergi gibi okuyordu.
Selçuk: Sadece %10’luk bir okuyucu farkı vardı ikisini birden almayan. Ama biz seviyorduk onları çok.

Özgür: Anlaşarak ayrıldınız yani.
Selçuk: Tabi, toplantı yaptık.

“Türkiye hakikaten ilginç bir ülke. Gırgır’ı satın alan ve Oğuz Aral’ın ayrılıp Avni’yi kurmasına sebep olan Ertuğrul Akbay, Gölge Adam gazetesinin -şahane bir gazeteydi bu arada- sahibiydi. Onun oğlu da şimdi Sözcü gazetesinin sahibi.” – Özgür Mumcu

Özgür: Hiç duygusal anlar yaşandı mı biz abileriniz artık size el uzatıyoruz gibi?
Selçuk: Tabii. Birkaç konuda uyarmıştık onları, ama dikkate almadılar, başları derde girdi. Bizde de şöyle bir şey oldu: Ben yöneticiliği aslında hiç istemiyorum çünkü o karikatür çizmeme engel oluyor. Ama illa bağımsız olacağız diye yıllar önce Asil Nadir zamanında bir şey çıkmıştı malum. Gırgır’ın mutlu bir dönemi var, Simavi’lerin olduğu dönem. Ama çok uzun sürmedi, Ertuğrul Akbay’a sattılar dergiyi birden. Büyük hadise oldu. Oğuz abi Avni’yi kurdu filan… Büyük paralarla karikatüristleri transfer edip Hıbır’ı kurdu Asil Nadir. Ama baktık, olmuyor. Patron varken her şeye karışılıyor ya da patron yurt dışına kaçıyor, maaşını alamıyorsun. Gerçekten de bu nedenlerle Leman bağımsız oldu. İlk bağımsız dergi Deli’ydi, sonra Leman da oldu. Ondan sonra bütün dergiler sırayla bu yönde ilerledi. Biz Penguen’i ilk kurarken kendi üç beş liramızı birleştirip bir dergi kurduk. Ama o zaman da tabii yönetmesi zor oluyor.

Özgür: Türkiye hakikaten ilginç bir ülke. Gırgır’ı satın alan ve Oğuz Aral’ın ayrılıp Avni’yi kurmasına sebep olan Ertuğrul Akbay, Gölge Adam gazetesinin -şahane bir gazeteydi bu arada- sahibiydi. Onun oğlu da şimdi Sözcü gazetesinin sahibi. Bir yandan da bütün karakterler aynı eksende devam ediyor. Yani o Avni hikâyesinin travmatik olduğunu hatırlıyorum. Çünkü Gırgır’ın da bir yandan kurumsal bir duruşu var. Ben üzüldüğümü hatırlıyorum. Çocuğum mesela, niye üzülüyorsam. Tabii internet yok. Onunla yaşıyorsun. Her hafta bekliyorsun çıksın hadi, diye.
Selçuk: Mesela karikatürlerde genelde çok fazla küfür yoktur da 1980’ler 1990’ları düşünürseniz, ergenliğe yeni adım atan bir isyankârlık var içinizde. Aradığınızı buluyorsunuz o dergilerde. Şimdi tabii öyle bir ihtiyaç yok. İnternette var her şey.

Özgür: O dergileri biraz öldüren de o oldu o zaman değil mi?
Selçuk: İnternetten ziyade şöyle bir şey oldu; internet de biraz etkiliyordu ama bizim uzun yıllar dergiyi idare ettirecek kadar tirajımız vardı. Akıllı telefonlardan sonra tirajlar düştü.

Özgür: Çekiyor, paylaşıyor çünkü.
Selçuk: O da var tabii, karikatürünüz paylaşılıyor. Ama sadece o değil, insanların hayatında kapladığı yer anlamıyla bir değişiklik oldu. Ben dergi tirajları düşerken çok inceledim. Mesela Penguen’in düşme grafiği ile İngiltere’de bir gazetenin düşme grafiği aynıydı son 10 yıldaki tabloya baktığında. O grafiğin derginin içeriğiyle hiçbir alakası yoktu.

Özgür: Aynı şey gazeteler için de geçerli.
Selçuk: Evet. Eskiden insanlar dergi alırlardı. Şimdi insanların hepsinin elinde telefon var artık Candy Crush mı oynuyorlar ne yapıyorlar bilmiyorum ama vakit geçiyor.

Özgür: Doğru, otobüs yolculuklarında vesaire illa alınırdı dergi.
Selçuk: Evet. Muhakkak alınırdı, yazın bizim tirajlarımız artardı tatil sebebiyle.

Özgür: Bir de üniversite öğrencisi memleketine dönüyor.
Selçuk: Ama şimdi öyle çok sıkılabileceğimiz bir durum yok hayatımızda.

“Bence son yıllardaki depresyonumuz yüzünden nostalji arayışımız çok yükseldi.” – Selçuk Erdem

Özgür: Ama öte yandan senin de çalıştığın edebiyat dergileri, Ot, Kafa gibi dergiler de var ve satıyorlar. Onlar niye bu akıllı telefondan etkilenmediler sence?
Selçuk: Onlar farklı bir boşluğu doldurdu. Bence zor o konsepti anlatmak çünkü bir sürü şeyin bir araya gelmesiyle olan bir şey. Bence haftalık olarak şansı yok bir derginin. Aylık olarak kültürel anlamda doyuyorsun öyle bir dergiyi satın aldığın zaman. Farklı farklı yazarlar var onlarla bir doygunluk sağlıyorsun.

Özgür: Zaten mizah dergileri çekilirken o tür edebiyat dergileri geldi. Onu da sen bir röportajında “Aslında biz bir depresyondayız halk olarak ve mizah dergilerinin yerini biraz dertli edebiyat dergilerine bu sebeple bıraktı,” diyorsun. Hâlâ aynı şekilde mi düşünüyorsun?
Selçuk: Bence son yıllardaki depresyonumuz yüzünden nostalji arayışımız çok yükseldi.

Özgür: Bunu Hey Douglas’tan Yasin ile de konuşmuştuk. DJ setlerinin çoğu eski şarkıların yeniden yorumlanmasından oluşuyor. Niye peki sence bu geçmişe özlem?
Selçuk: Bugün çok parlak olmadığı için. Memleket olarak bir değer arayışı içindeyiz. Biz neydik, ne tip değerlerimiz vardı onu arıyoruz herhalde.

Özgür: Çok da şahane değildi geçmiş ama biz iyi tarafını hatırlıyoruz.
Selçuk: Seçilmiş tarafını hatırlayan bir şeydir tabii nostalji. Aradan cımbızlayarak seçme şansı olduğu için. Biz kimiz, eskiden de mi böyleydik gibi bir sorgulama içine giriyor insan.

Özgür: Tabii, değil mi! Seksenlerde çocuk olmak… Seksenlerde çocuktun sen de değil mi?
Selçuk: Evet.

Özgür: Nasıldı iyi miydi peki? Sıkılıyordum diyorsun gerçi ama.
Selçuk: Yani çok olaylı bir çocukluğum olmadı. Ama sıkıcıydı.

Özgür: Ben de çok sıkıldığımı hatırlıyorum hakikaten çocukken. Gerçekten kendi kendini eylemezsen yapacak çok fazla bir şey yoktu. Bilmiyorum İstanbul öyle miydi, ben Ankara’daydım. Ama bir şey olmuyordu hakikaten.
Selçuk: Evet dergiler mesela çok önemliydi. Herhangi bir yerde bir dergi buldun mu okurdun. Nokta Dergisi vardı. Alıp okurdum onu.

Özgür: Anlamasan da okurdun değil mi?
Selçuk: Evet. Mizah dergilerinin aslında çocukların kafasında şöyle bir etkisi de var, örneğin IMF ile alakalı bir karikatür çıkıyor kafanda bir soru işareti oluşuyor. Televizyonda anlatılan şeyler gibi olmayabilir de kafanda bir kırılma oluyor.

Özgür: Alıştırıyor seni yavaş yavaş.
Selçuk: Evet. Sorgulamaya başlıyorsun.

c5c35336-31d9-4402-9149-f34644891034

Özgür: Bir de bir ara şöyle bir söylenti vardı. Gırgır, Rusya’da Krokodil’den, Amerika’daki Mad’den, sonra dünyada en çok satan üçüncü mizah dergisi oldu şeklinde. Doğru mu o?Selçuk: Yok değil.

Özgür: Niye yediler bizi?
Selçuk: O biraz Oğuz abinin galiba ortaya attığı bir şey. Krokodil zaten Sovyetler Birliği’nin devlet dayatması ile insanlara satın aldırdığı bir dergi. Mad gerçekten çok satıyordu ama İngiltere’de filan da çok satan dergiler vardı. Fransa’da da aynı şekilde. O biraz tiraj anlamında en çok satan 3. dergiyiz demek. Bir boşluk bulmak bir nevi.

Özgür: Ama fena da değildik değil mi?
Selçuk: Evet, 300.000 satmış Gırgır.

Özgür: Bugünle kıyasladığımız zaman çok iyi. Penguen’in tirajı en son neydi?
Selçuk: Biz 15.000’de kapattık.

Özgür: Nereden indiniz ama?
Selçuk: 80.000 olduğumuz da oldu ama ortalama 60.000’di iyi yıllarımızda. Gezi’den sonra düşmeye başladı. Depresyona girdik halk olarak şeklinde konuştuğum röportaj yüksek ihtimal onunla ilgilidir. Çünkü şöyle, Gezi’de de yükselmişti bizim tirajımız, çok kötü şeyler de oldu tabii, insanları kaybettik. Orada artık bir kapanma oldu kafamızda galiba. Hepimizin yani sadece okurun değil; senin, benim… Dolayısıyla herkes gündemden uzaklaştı. Onu kastetmişimdir.

Özgür: Sonrasında da daha da feci bir şekilde devam etti zaten. Bombalar patladı filan.
Selçuk: Biz de dergide artık o kadar çok siyah kapak yapmaya başladık ki.

Özgür: Gündem komik olmaya müsaade etmiyordu. Ama Penguen’in çocuk versiyonu devam ediyor değil mi?
Selçuk: Evet, o devam ediyor. Süper Penguen 7 – 12 yaş aralığındaki çocuklar için çıkartılan aylık bir dergi. Çocuğu olanlar bir baksın çok güzel bir dergi.

Özgür: Sen ama bilfiil yoksun içinde?
Selçuk: Yokum, Erdil onunla ilgileniyor.

Özgür: Onunla 18 yaşından beri berabersiniz galiba.
Selçuk: Erdil’le evet tam öyle. 18 yaşından beri.

Özgür: Peki yönetici olmaya nasıl karar verdin? Çiziyordun çünkü. Penguen’i kurunca mı karar verdin?
Selçuk: Yani her çizerin kafasında bir dergi projesi vardır aslında. Çalıştığınız dergiyi beğenmezsiniz. Bir de 25 yaşındasın mesela. Sorunların nedenini de görmüyorsun. Hani kenardan Barselona’yı eleştiren adam oluyor ya. Niye o adamı oynatıyorsun onun gibi.

Özgür: Ama Penguen hakikaten bir farklılık getirdi amacına ulaştı yani o anlamda.
Selçuk: Evet, ulaştı.

Özgür: Peki sence Türkiye’de çizgi roman neden çok rağbet görmüyor? Uzun süre Fransa’da yaşadığım için karşılaştırabiliyorum. Çizgi roman orada çok önemli bir kültürel unsur. Bir belediye kütüphanesine gittiğiniz zaman bile kocaman bir çizgi roman bölümü oluyor. İnsanlar oradan çizgi roman alıp okuyorlar. Sadece çizgi roman satan kitap evleri var. Türkiye ise karikatüre çok düşkün bir toplum, ama çizgi romanda o ilgiyi aynı oranda görmüyoruz.
Selçuk: İşte o L-Manyak projesi tutmuştu o anlamda. Çizgi romana oranla daha gösterişsiz öykülerdi belki… Ama genel olarak evet, sevilmiyor. Bilmiyorum.

Özgür: Çocukken de okumaz mıydık yabancı çizgi romanları? Okurduk.
Selçuk: Okurduk. Ama üretimle de ilgili şimdi mesela bir sürü ünlü çizgi roman ustası Belçikalı. İşin komiği şu, Belçika çok küçük bir ülke. Fakat birbirlerinden öğrenerek ülkeden bir sürü çizgi romancı çıkartıyorlar. Oğuz Aral’ın yaptığı da o aslında. Bir sürü genci topluyor, herkesin birbirinden bir şey öğrenmesini sağlayarak bir sürü karikatürist yetiştiriyor. Mizah yazarı daha da az mesela Fransa’da, Almanya’da yazı ağırlıklı dergiler var. Bizde de karikatüristler bir şekilde yetiştirildiği için dergileri de hep karikatüristler kurmuştur. Mizah yazarı dergi pek kurmaz örneğin. Ya da çizgi romancının kurduğu dergi yoktur.

Özgür: Nadiren karikatürist kadar da popüler olurlar. Atilla Atalay bir dönem belki parladı.
Selçuk: Evet.

Özgür: Bir de siz bırakmıyorsunuz ki, siz de yazıyorsunuz. Bir de yazıyorsun yani, bırak onu da başkası yapsın! Çok da güzel yazıyorsun bu arada.
Selçuk: Teşekkür ederim. Türkiye’de yayıncılık çok zor. Gerçekten yayıncılık zor. Şimdi geri dönüp baktığımda biz 100.000 dergi satmışız ya, baya acayip bir işmiş o.

Özgür: Tabii canım. Cumhuriyet’in tirajı 35.000 – 40.000 düşün. 100.000 çok önemli.
Selçuk: Yani ülkenin bir kısmı okuyor, bir kısmı bilmiyor.

Özgür: Her yere ulaşamıyordunuz ama değil mi? Türkiye’nin her şehrine ulaşamıyordunuz.
Selçuk: Talep olmadıktan sonra oraya zaten gönderilmiyor. Bizim satışımızın da her zaman % 60’ı İstanbul’daydı. Bu çok yanlış bir ağırlık.

Özgür: Yöneticilikten yorulmuştun ama galiba?
Selçuk: Çok! Çok yorulmuştum.

Özgür: Biraz rahatladın mı Penguen kapanınca?
Selçuk: O kadar rahatladım ki! Yani, çok hüzünlüydü. Bizim kapatma kararı alışımız ve akabinde kapattığımız o günler. Ama tabii çok aylara yayıldı o kapanış hikâyesi. Sürekli hesap yatık, şöyle yapsak olur mu, şu koltuğu da satarız filan gibi…

Özgür: Ancak telif vermeyerek sürdürebilirdiniz.
Selçuk: Evet. Biz de onu istemedik. Şimdi başka dergiler o şekilde devam edebiliyor. Derginin kapanışı hüzünlüydü ama içten içe bir rahatlık da oldu.

Özgür: Bu son, çok da beklenmeyen bir son değildi. Basılı yayın kuruluşları bir şekilde böyle bir sonla karşılaşıyor. Muhtemelen 10-15 seneye çoğu basılı yayını ortadan kaldıracak. Bir yandan da reklamlarda da görüyoruz senin çizgilerini. O ne aşamada başladı? Nasıl dahil oldun reklam dünyasına?
Selçuk: Sanırım gene 1990’ların sonunda başladım reklamlara. Biraz adım duyulmaya başladığı sıralardı. Gazetelerden teklifler geliyordu, tam da Penguen’i kuracağımız zamanlardı. Yakışık almaz diye düşünüyordum. Kabul etmiyordum çoğunu. Milliyet’e birkaç kere gittim, Mehmet Yılmaz çağırmıştı beni. Odasına çıktık, büyük bir odası vardı. “Yenileniyoruz, daha gençleşiyoruz, aramızda senin de olmanı istiyorum,” demişti. Ben teşekkür ederek kibarca hayır dedim. Çünkü dergiye odaklanmıştım. Sonra bir yıl sonra Sedat Ergün’le aynı odada, aynı konuşmayı yaptım. Ama dergicilik aşkı uğruna pek gazetelere girmedim ben. Penguen’i kapattığımızda gazete diye bir şey kalmamıştı zaten.

Özgür: Reklama da çok girmedin aslında?
Selçuk: Biraz girdim. O hep hayatımı bir noktada kazanmak için, dergiden çok bir şey kazanamadığımız için.

Özgür: Şimdi ne yapıyorsun peki? Dergi kapandıktan sonra hayatında büyük bir boşluk olmuştur.
Selçuk: Şimdi Ot’ta çiziyorum. Ayda bir çiziyorum. Hem karikatür çizmek iyi geliyor hem de dergiye de gidiyorum. Orada arkadaşları görmek iyi geliyor. Ot diğer edebiyat dergileri gibi değil. Sabahlıyorlar bizim gibi. Oradaki editöryel ekip de mizah dergiciliğinden gelme. İhtiyaçları yok ama yine de oturup sabahlıyorlar. Çünkü öyle öğrenmişler.

Özgür: Mesela Uykusuz’un adı da oradan geliyor. Bu hadise nasıl başladı? Oğuz Aral mı başlattı? Çünkü hakikaten efendi gibi yapabilirsiniz. Niye delirmiş gibi sabahlıyorsunuz?
Selçuk: Yok. Olmuyor, vallahi olmuyor.

Özgür: Ama niye olmasın? Vakit mi yetmiyor? Sanatsal üretim biraz böyle son dakikacı bir şey mi?
Selçuk: Son dakika olmasa bile tek bir parçada yoğunlaşıp yapmak iyi oluyor. Bölünmeden. Ben bir saat espri bulsam her gün şeklinde olmuyor. Espri bulurken de defterimi alıp düşünmeye başlıyorum. Bir saatte daha kafa ısınmamış oluyor, iki saatte yavaş yavaş fikirler çıkmaya başlıyor ama kötü oluyor.

Özgür: Ne düşünüyorsun? Nasıl espri buluyorsun? Çok saçma bir soru bu belki ama… Defteri açıp bakıyor musun öyle?
Selçuk: Evet. Aşağı yukarı öyle. Kafandan bir sürü şey geçiriyorsun. Hayattan sahneler, şunlar, bunlar… Bazen gerçek hayatın içinden bir sahneyi alıp başka bir yere götürüyorsun, bazen kafanda yarattığın bir hikâye oluyor bu. Ama dediğim gibi kafa yavaş yavaş açıldığı için ilk saatte kötü oluyor, ikinci saatte yavaş yavaş bir şeyler çıkmaya başlıyor, sonra yoruluyorsun ya o dördüncü saatte kafa biraz yanıyor. Orada normalde olmayacak şeyler olmaya başlıyor. Çok hızlı bağlantılar kuruyorsun kafanda.

Özgür: Çizerek mi espri arıyorsun?
Selçuk: Evet, eskizlerle. O eskizlerdeki ilk duygu da çok güzel oluyor. Dediğim güzel çizmek değil de böyle aceleyle çizilmiş eskizlerde o duyguyu yakalamak. Daha güzel oluyor.

Özgür: Bir de senin belli temaların var. Hayvanlar, uzaylılar, bir ara yeniçeri ve sultanlar vardı. Bu arada zaten hepimizin sen deyince aklında canlanan 20 karikatürün vardır.
Selçuk: Yani, bir 5-10 vardır.

Özgür: Benim favorim savunma yazan ayıdır mesela. Peki hiç basıldıktan sonra utandığın var mı?
Selçuk: Vardır tabii. Şimdi hatırlamıyorum da. Eleyerek yapıyorum ben zaten. Çok fazla eleme yapıyorum. Hatta şimdi hepsini tekrar eleyip en çok sevdiklerimden bir albüm yapmak istiyorum. Kitaplar zaten “best of” gibiydi. Şimdi “best of’un best of’u”nu yapmak istiyorum. İlk başladığım günlerden bugüne kadar…