“Filmler birileri onları izleyince var olurlar.”: Wim Wenders

Röportaj: Heja Bozyel

Pina, Paris Texas, Buena Vista Social Club… Daha saymaya gerek var mı? Ulu Wim Wenders’la yaptığımız bu söyleşide, dönemin politik yapısına, gençlere ve tabii ki sinemaya dair karizmatik ve alabildiğine bilge bir yaratıcının sözleri var. Dikkatli okursanız, tüm bu sözleri filmlerindeki sahnelerden hatırlayacaksınız.

Kötü bir fıkranın ilk cümlesi gibi gelebilir kulağa ama gerçek: Bir İsrailli, bir Brezilyalı, bir İngiliz ve ne idüğü biraz belirsiz bir Türkiyeli (ben), Zürih’in en lüks otellerinden birinde oturmuş Wim Wenders için röportaj sıramızı bekliyorduk. Wenders, 14. Zürih Film Festivali’nin onur konuklarındandı. İsrailli ve Brezilyalı gazeteciler dünyadaki film festivallerinin gediklisi oldukları için Wenders ile neredeyse ahbaplardı – ya da en azından bana öyle anlattılar. Wenders bütün gazetecilere normalden uzun zaman ayırmak istediği ve kalabalık grup röportajları istemediği için bekleyişimiz daha süreceğe benziyordu. Haliyle kaynaşmak kaçınılmazdı. Brezilyalı beş senedir Los Angeles’da yaşıyormuş. İsrailli gazeteci ise bir dönem sık sık İstanbul’a geliyormuş çünkü Türkiyeli bir erkek arkadaşı varmış. Ancak ailesi çocuğun bir erkekle ilişkisi olduğunu öğrenince, çocuğu zorla amca kızıyla evlendirmiş ve o zamandan beri hiç haber almamış çocuktan. İsrailli hikâyeyi üstünden seneler geçmiş olmasının verdiği rahatsız bir rahatlıkla anlatsa da masaya koskoca bir burukluk çöktü hikâyesi bittiğinde. Sonra da o burukluğu bozmak için olsa gerek, gülerek “İstanbul çok değişmiş diyorlar, doğru mu?” dedi.

Öyle yanlış bir yerden girmişti ki konuya, Wenders aramıza katılsa bir şişe de rakımız olsa o masadan ne filmler çıkardı! Ancak ne rakı vardı ortalıkta ne de Wenders’la röportaj sıramın geldiğini belirten bir hareket. Her yabancıyla aynı konuları konuşmanın verdiği sıkkınlıkla “Eh değişti, her yer değişiyor, Brezilya’daki seçimler ne oldu?” diyerek ben de pası Brezilyalı’ya attım ama nafile bir çabaydı, ne yaparsam yapalım politikaya dalmıştık bile. Yeni gelinlerin altın gününde kaynanalarını çekiştirmelerinden hallice, devlet başkanlarımızı çekiştirirken nihayet kapı açıldı; “Heja, Wim seni bekliyor,” dedi çok tatlı bir basın danışmanı.

Kalktığım masadaki ruh hali üstüme yapışmış olacak ki röportajımız da bu konularla başlayıp bu konularla bitti…

ÖNCE DETAYLAR…

Siyah çerçeveli gözlüğünün camları o kadar kalın ki gözleri dev iki balık gözü gibi görünüyor 1945 doğumlu Wenders’ın. Bu da ona daha ulvi bir hava katıyor bence. Zaten ne yaparsa yapsın karizmatik olmaktan kaçamaz gibi. Yaşlı ve iri ellerindeki gümüş yüzükleri, eskimiş hatta eskilikten incelmiş gibi duran ceketinin temizliği ve kırışıksızlığı saçlarının muntazam taranmış duruşuyla çok uyumlu. Sorulara öyle hemen cevap vermiyor, iyice dinliyor ve düşünüyor. Hatta bu boşluklar yüzünden tedirgin olup biraz fazla laf kalabalığı yaptığımı söyleyebilirim. Şimdi bu röportajı çözerken bir kez daha düşünüyorum ama hâlâ karar veremiyorum: Sesinde ve kelimelere yaptığı vurgularda umutsuzluk mu var yoksa yaşını başını almış, artık kendini kanıtlamaya ihtiyacı olmayan bir yaratıcının huzuru mu? Belki de ikisi birden vardır.

Diğer gazetecilerle dünyanın durumunu konuşuyorduk. İsrail, Brezilya, Türkiye, İngiltere… Sizce neler oluyor hepimize böyle?

Ne mi oluyor? İnsanların geçmişe, tarihe dair hiçbir fikirleri yok. Herkes geçmişin çok iyi olduğunu anlatıyor. Ulusalcılığın da çok iyi bir şey olduğunu söylüyorlar. Her şeyden önce Brezilya, önce Amerika, önce İtalya, önce İsrail, önce Türkiye… Herkes aynı tezgâhta. Ama kimse geçmişte bu durumun yani ulusalcılığın insanlığı nerelere sürüklediğini anlatmıyor. İnsanların tarihe dair bir fikirlerinin olmaması gerçek bir felaket bence.

Az önce Brezilyalı gazeteci, Brezilya’daki Alman konsolosluğunun “Nazizm nedir” konulu bir video gösterimi yaptığını çünkü insanların Nazizmi solcu bir görüş sandığını anlattı. Sosyalizm diyerek ortaya çıkmış Nazizm ama orada kalmamış ki… Yani tam da dediğiniz gibi… Tarih bilgisinin yetersizliği…

Evet, bu çok acı. Sadece tarihi öğrenerek hataları görebilir ve bu hataları tekrarlamaktan kaçabilirsiniz. Ama insanlar aynı hataları tekrarlamaya yeminli gibiler.

Peki tüm bunların, dünyayı saran faşizmin uzun vadede sanatı, sinemayı, müziği nasıl etkileyeceğini düşünüyorsunuz? Kriz zamanlarının genelde sanatsal anlamda güzel meyveleri olur ama bu kez sanki korku ve depresyon hâkimiyeti çok fazla.

Karanlık dönemlerde sinemanın her zaman çok önemli bir işlevi olmuştur. Hatta belki de filmler bu yüzden yapılır; bizi içinde olduğumuz delikten çıkarmak için! Hepimiz o duyguyu biliriz; sinemadan, bir filmden çıkarsın ve dünyayı yeni bir çift gözle görmeye başlarsın. O nedenle dünyanın en feci felaketlerinin bir kısmından aşırı iyi filmler çıktı. Ama şu anda sinema bize yardım edemez. Yine de aslında Amerika’da oldukça başarılı politik filmler yapılıyor. Türkiye’yi bilmiyorum. Türkiye sinemasında yakın zamanda neler olduğunu pek bilmiyorum. İşinizin daha zor olduğunu tahmin ediyorum. Türkiye’deki sinemacıların seslerini daha çok duyurması gerekli. Gerçi bunları yazabilir misin, onu bile bilmiyorum…

Eski filmlerinizi onardınız, dijitalleştirdiniz. Bunu yaparken “keşke farklı yapsaydım” dediğiniz oldu mu?

Hepimiz her zaman geçmiş işlerimizin bazısı için bunu söylemiyor muyuz? Benim durumum biraz farklı çünkü o filmler artık bana ait değil. Bir vakıf kurdum biliyorsun. Vakıf temel olarak halka ait bir kurumdur. Yani filmlerim de halka ait. O nedenle onlar hakkında konuşmak benim vazifem değil artık. Bu da iyi hissettiriyor çünkü bu filmlerin hepsi insanlar için, halk için yapıldı. Belli bir yaşa geldim ve bunu şimdi net görebiliyorum: Filmler bir kişi onları yaptığı ve sahip olduğu için var olmazlar. Bir DVD’de ya da ekranda bulununca da var olmazlar. Filmler sadece birileri onları izleyince, kullanınca var olurlar.

KUTSAL İNEK: EKONOMİ

Son filminiz Pope çok tartışıldı. Hatta bazı sahnelerinin değişeceği söyleniyordu…

Hayır, asla! Tek sahnesine bile dokunmam. Mümkün olduğunca çok yerde gösterilmesini istiyorum çünkü bu film sadece Hristiyanlar ya da Katolikler için değil. Herkes için. Üstelik Papa’nın en yakın arkadaşı, Beunes Aires’de bir haham. Yani kim bu filmin sadece tek bir dinin mensuplarına göre olduğunu söyleyebilir ki?

Aslında filmden ziyade Papa’nın kendisi çok eleştirildiği için film de bu kadar tartışıldı sanırım…

Papa’nın sözleri cımbızlanarak yanlış yansıtıldı. Hem de fena şekilde. Kendi kilisesindeki sağcı ve mutaassıp kesim tarafından çok acımasızca eleştirildi. Ama Papa kilisede şeffaf bir politikanın olması için savaş veriyor. Tüketim toplumunun alışkanlıklarına ve liberalizme karşı duruyor. Bunlara karşı çok temel birtakım etik değerleri savunuyor. Fransız Devrimi sırasında bu değerler oldukça iyi bir şekilde belirtilmiş ve kurulmuşlardı. Özgürlük, bağımsızlık, eşitlik gibi temel değerler bunlar. Oldukça cesur bir şekilde savaş veriyor. Tabii ki bu savaşı Tanrı inancıyla veriyor; kardeşliği, birliği ve eşitliği savunuyor. Politikacılar birliği unutmuş durumdalar. Hangi dinden ya da ülkeden olurlarsa olsunlar birlik ve eşitlik karşıtı düşünceleri savunuyorlar. Bütün ülke liderlerine karşın sadece ve sadece Papa çıkıp birlik olmaktan bahsediyor. İsviçre’de, İngiltere’de, Amerika’da, Fransa’da, Brezilya’da, Rusya’da aklına gelen her yerde “kutsal inek” ekonomik büyüme. Tüm politikacılar tüketimin ve ekonomik büyümenin artmasının faydalarını anlatıyor. Sadece Papa çıkıp açık açık “Büyümeyi değil; dünyada daha fazla insanın dünyanın zenginliklerinden faydalanmasını geliştirelim” diyor. Çünkü dünyanın zenginliklerinden faydalanamayan milyonlarca insan var. Bu kadar açık konuştuğu ve haklı olduğu için de çok fazla düşmanı var.

Bu konuda aslında oldukça sağlam açıklamaları var ama zaten bilinip göz ardı edilen şeyler değil mi hepsi?

Evet. Dünyanın gidişatından, küresel ısınma ve tüketim alışkanlıklarımızın zararlarından en çok fakir insanların etkilendiğini bilimsel olarak da kanıtladı. Her şeyden önce bu dünyayı kendi ellerimizle katlediyoruz bu bir ve ikincisi de bu katliamdan en çok en fakir olanlar zarar görüyor. Bunu bağıra bağıra söyleyen başka kimse de olmadı.

Belki de California’daki yangınlarda yaşandığı gibi zenginler de küresel ısınmanın ve diğer durumların sonuçlarından zarar görmeye başlayınca uyanacaktır insanlar.

Evet o yangınlarda bir kere de olsa zenginler de acı çekti ama sonunda hepimiz, her birimiz acı çekeceğiz. Bu gidişatın sonuçları hepimizi etkileyecek, payımıza düşeni alacağız, acıyı paylaşacağız. Oysa insanlar paylaşmayı unuttu.

Öte yandan günümüz gençleri geçmiş jenerasyonların hepsinden daha fazla bilinçli ve farkındalık sahibi. Ellerini taşın altına koyan, koymaya hazır bireyler. Bu size umut vermiyor mu?

İnanılmaz gençler görüyorum. Ekoloji için, eşitlik için savaşan bilinçli gençler hatta çocuklar var. Koca bir jenerasyonun kadınların hakları için mücadele ettiğini görüyorum. Gelmiş geçmiş en büyük hareketlerden biri bu. Yaşı daha büyük kadınlar tarafından da destekleniyor ama gençler öncü oldu. Tüm bu hareketler bana çok umut veriyor. Daha 10-12 yaşında olup gerçekten bilinçli olan çocuklara güveniyorum.

Bu çocuklar sizin yeni izleyicileriniz aslında. Onları diğer nesillerden farklı kılan bir başka şey de her konuda acımasızca yorum yapabilmeleri, ellerindeki telefonlarla film çekebilmeleri ve her konuda kritik yapma hakkını kendilerinde görmeleri… İzleyicideki bu değişim sizi ve sinemayı nasıl etkiliyor?

Sosyal medyanın en harika yönü bilgiye ulaşmayı kolaylaştırması. O kadar da harika olmayan yönü ise insanları izole etmesi, birbirinden uzaklaştırması. Çoğu insan artık birçok şeyi birebir tecrübe etmektense ekranda izlemeyi tercih ediyor… Ben yakınlıktan, insanlarla bir arada olmaktan yanayım.

Bu yüzden mi Twitter ya da Facebook kullanmıyorsunuz?

Neden kullanayım? Ben film yapıyorum. İnsanlara dokunmayı seviyorum. Yakınlığı seviyorum. Gözünün içine bakmayı tercih ediyorum. Filmler sinemada insanları bir araya getiriyor. Festivaller de bu yüzden güzel.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:65’e ulaşabilirsiniz.