Gerçeklik leş gibi kokunca büyüyü yaratmak kime kalır?: "Körfez"

Emre Yeksan’ın 74. Venedik Film Festivali’nden dünya prömiyerini yapan ilk uzun metraj filmi Körfez, geçtiğimiz ay da Ulusal Yarışma kapsamında İstanbul prömiyerini gerçekleştirdi. Filmin 1 Aralık’ta başlayacak vizyon gösterimleri öncesinde Yeksan ile ilk filmi, senaryo süreci, İzmir ve büyülü gerçekçilik üzerine sohbet ettik.

Röportaj: Yetkin Nural

İlk uzun metrajın için düşündüğün senaryo Körfez değildi aslında… Körfez’in hikâye fikrinin hangi aşamada, nasıl ortaya çıktığını biraz anlatır mısın?
2012 sonbaharında, ilk uzun metrajlı filmim olarak çekmeyi planladığım Dışarıdakiler’in senaryosu üzerine çalışıyordum. Hikâyenin gelip tıkandığı yere çözüm bulamadığım bir noktada, 2009’dan beri aklımı kurcalayan diğer bir hikâye olan Körfez kendini birden öne attı. Filmin son halinden oldukça farklı olan ama Selim karakterinin, ailesinin ve koku temasının belirdiği bir öyküyü bir gecede yazdım. Bu tabii ki bir birikimin kendine alan bulup akması anıydı. Önceki üç yıl boyunca fırsat oldukça üzerine düşündüğüm, notlar aldığım bir hikâyeydi aslında. İlk nüveleri 2008 sonu 2009 başında, İzmir’de işsiz ve hayata karşı motivasyonsuz geçirdiğim üç aya kadar gidiyor. Mutsuz ya da depresyonda değildim ama hayata karşı bir yeniklik hissim vardı ve yeni bir şeyler için çabalamak hiç içimden gelmiyordu. Bu duygunun bir tek bana özgü olmadığını, yakın çevremde birçok insanla paylaştığım bir his olduğunu fark ettiğim an hikâyenin de belirmeye başladığı andı sanırım.

Senaryoda Ahmet Büke ile beraber çalıştınız, aranızdaki dinamik nasıl işliyordu? Filmin hikâyesi bu dinamik sayesinde nasıl dönüşümler yaşadı?
Hikâyenin kaba taslağı ortaya çıktıktan sonra hemen Ahmet’e götürdüm. Zaten halihazırda Dışarıdakiler için birlikte çalışıyorduk. Ama Körfez’in Ahmet’in kendine çok daha yakın hissedeceği bir fikir olduğundan da emindim. Selim’in duygusunu en kolay anlayacak insanlardan biriydi. Nitekim haklı da çıktım. Ahmet’in de projeye heyecanlanması üzerine ve biraz da onun yazar olarak tez canlılığı sayesinde hızla senaryoyu yazmaya giriştik. Ahmet torbasında ne varsa bu ilk versiyon için döktü. Karaktere ve sahnelere dair birçok güzel detay daha ilk versiyonda, onun sayesinde ortaya çıkmıştı. İlk yazdığım öyküdeki birtakım ağır detayları atarak daha hafif, daha uçucu bir yapı kurmaya çalıştık. Ahmet’in üslubu ve mizahı bu aşamada Körfez’e çok güzel bir dönüşüm geçirtti. Fakat bu ilk versiyonu tamamladıktan sonra Ahmet’in asli görevi bitmiş oldu.

Sinema alanında edebiyattan gelen bir yazarla çalışmanın en zorlu tarafı sanırım yeniden yazımlar. Bir senaryo ortaya çıktıktan sonra defalarca yeniden yazıp onu sinema diline, sinemasal bir ritme uygun hale getirmek gerekiyor. Oysa birçok edebiyatçı için yazma eylemi daha yoğun yaşanan, ama metin ortaya çıktıktan sonra tamamlanan bir süreç. O noktadan sonra ben sete giden dört yıl içinde birkaç defa oturup elimizdeki malzemeyi, nasıl bir film yapmak istediğimizi de düşünerek yeniden yazdım.

“HEPİMİZ, HAYATIMIZIN BİRÇOK ANINDA ‘NEDEN BUNLAR BENİM BAŞIMA GELİYOR?’ DİYE DÜŞÜNÜRKEN BULUYORUZ KENDİMİZİ. AMA ASLINDA BİZİM KİŞİSEL DENEYİMLERİMİZ HEM ZAMANSAL HEM DE MEKÂNSAL OLARAK BAŞKA ANLARDA VE COĞRAFYALARDA ORTAYA ÇIKAN MİLYONLARCA BAŞKA DENEYİMLE ÖRTÜŞÜYOR.”

Filmde günümüz Türkiye’sinde yaşanan dertler hem sembolik hem de somut olarak oldukça görünür bir pozisyonda. Ancak Selim karakteri üzerinden mekâna ve zamana bağlı olmayan, daha varoluşsal diye tanımlayabileceğimiz buhranları da hissediyoruz. Şunu söylemeliyim ki Körfez yerel ve güncel olan ile evrensel ve soyut olan arasındaki dengeyi ve bağı kurmak konusunda oldukça başarılı. Senin ne gibi bir vizyonun, düşüncelerin ve/veya kaygıların vardı bu iki ağırlık arasında bir denge gözetirken?
Körfez’in hikâyesi ortaya çıktığı anda, projeyi ilk götürdüğüm insanlardan biri de filmin yapımcısı Anna Maria Aslanoğlu’ydu. Onunla projeye dair daha ilk konuşmamızda aslında senin de bahsettiğin bu ikili halin tam da bu fikri ilginç ve yapılası kılan şey olduğunu anladık. Olguları tarihsel ve evrensel bütünlüğünden kopuk deneyimler olarak algılamaya meyilimiz var. Hepimiz, hayatımızın birçok anında “neden bunlar benim başıma geliyor” diye düşünürken buluyoruz kendimizi. Ama aslında bizim kişisel deneyimlerimiz hem zamansal hem de mekânsal olarak başka anlarda ve coğrafyalarda ortaya çıkan milyonlarca başka deneyimle örtüşüyor.

Dolayısıyla Selim karakterinin yaşadığı öznel, filmin dünyasına ve zamanına ait durumun zamansız ve evrensel olan birtakım hislerle ve fikirlerle olan bağlantısını ortaya çıkarmak Körfez’in en başından beri yapmaya çalıştığımız, bizi motive eden fikirdi. Senaryonun tekrar yazım süreçleri de temelde bunun dengesini en doğru biçimde kurabilmenin yollarını aramakla geçiyordu. Senin söylediklerinden, Türkiye’de ve yurt dışında aldığımız birtakım tepkilerden bunu bir ölçüde başarmış olduğumuzu hissediyoruz. Bizi mutlu eden şey de bu geri dönüşler oluyor.

Filmin hikâyesi özellikle Latin Amerika edebiyatından bildiğimiz, Türkiye’de de Bilge Karasu, Hasan Ali Toptaş gibi yazarların kitaplarında tattığımız büyülü gerçekçilik hissini taşıyor. Örneğin filmi izlerken Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki denizini kaybeden bir ada halkının başından geçenleri anlattığı “Bizim Denizimiz” öyküsünü anımsadım. Büyülü gerçekçilik filmi yaratırken aklında olan bir ton muydu, yoksa tamamen öznel bir algı içinde miyim? 
Marquez, Borges, Karasu, Toptaş çok sevdiğim ve kişisel tarihimde çok özel yeri olan yazarlar. Okuyup da bu kadar sevdiğim, benimsediğim yazarların bir iz bırakmamış olması mümkün değil tabii ki. Büyülü gerçekçiliğin de temel yaklaşımı olan, gerçekle gerçeküstü arasındaki sınırın muğlaklaşması fikri beni hep etkilemiştir. Filmin daha minimalist – gerçekçi bir üslupta, hatta Türkiye sinemasından çok aşina olduğumuz bir tonda başlayıp yavaş yavaş gerçek dışına sürüklenen bir yapıya sahip oluşu en baştan beri var olan bir fikirdi. Sanırım içinde yaşadığımız dünyadan, zamandan sıkılıp bunaldıkça insan gerçeklikteki bir kırılmayı hayal etmeye başlıyor. Bilge Karasu’nun o güzel öyküsünün ismi gibi “masalın da yırtılıverdiği” anı arıyoruz. Film yapmama sebep olan itkilerden biri de bu arayış.

“İLGİNÇ BİR ŞEKİLDE YAZDĞIIM İLK FİLM HİKÂYELERİ VE SENARYO FİKİRLERİ HEP İZMİR’DEN ÇIKIYORDU. İNSAN SANIRIM İLK ÖNCE GELDİĞİ YERLE OLAN DERDİNİ HALLETMEYE ÇALIŞIYOR, BİR ÇEŞİT ÖDİPAL MEMLEKET HESAPLAŞMASI DURUMU DA VAR SANIRIM.”

Filmde zaman kavramını nasıl işlediği üzerine de konuşmak istiyorum. Filmin seyri sırasında önümüze çıkan günler hikâyeyi bir zaman çizelgesine oturtuyor zannediyoruz. Ancak bir süre sonra izleyicinin aklındaki zaman algısıyla oynayan ve zaman kavramını giderek anlamsızlaştıran bir yere doğru gelişiyor. Genel olarak Körfez evreninde zamanın nasıl işlediği konusunda düşüncelerin neler?

Hepimiz “Sadece iki yıl mı geçti üstünden? Sanki asırlar önceydi.”, ya da “Daha dün gibiydi ya, ne çabuk geçmiş zaman.” dediğimiz anlar yaşamışızdır. Zaman fiziksel, ölçülebilir bir olgu olduğu kadar öznel ve ancak algıya dayalı var olabilen de bir kavram. Biraz bu ikilikten de hareket ederek, karakterin kendi zamanını deneyimleme biçimine yaklaşmak için, filmin zamansallığını farklı araçlarla bükmeyi denedik. Selim’in içinde bulunduğu durum ve ruh hali, içe sindirilmiş bir işsizlik ve aylaklık duygusu, günlerin ve saatlerin anlamının kalmadığı bir evreni de beraberinde getiriyordu. Bunu gün isimlerini kullanarak vermeyi denedik. Hikâyedeki bir noktadan sonra da filmi, dayatılan biçimiyle zaman kavramının tamamen yok olduğu ya da daha doğrusu genişleyip ortadan kaybolduğu bir noktaya ulaştırmaktı amacımız. Hem senaryo hem de kurgu sürecinde bu konuyu tekrar tekrar ele aldık.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:60’a ulaşabilirsiniz.