Görkemli bir ses bahçesi ve onun usta bahçıvanları: Nik Bärtsch’s Ronin

Bu akşam İstanbul Caz Festivali kapsamında Zorlu PSM sahnesinde izleme fırsatı yakalayacağımız RONIN’in kurucu üyesi Nik Bärtsch’la zen-funk, empatik müzik üretimi ve yaklaşan İstanbul konseri üzerine sohbet ettik. 

Röportaj: Yetkin Nural – İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç

Sekiz yaşında piyano ve perküsyon dersleri almaya başladın. Çocukluğuna geri döndüğünde, piyanonun senin yaratıcı enerjinin odaklanacağı enstrüman olduğunu hep biliyor muydun? Piyanoyla birbirinizi bulmanızı nasıl hatırlıyorsun?

Aslında yedi yaşında davul çalarak başladım, bulabildiğim her şeyi bir davul gibi kullanıyordum ve sesimle de davul ritimleri söylüyordum. Sekiz yaşındayken bir çocuğun piyano çalışına denk geldim ve o an enstrümanla aramda bir bağlantı oldu. Yani içgüdüsel bir çekimdi, doğal olarak gelişti, bir baskı sonucu piyanoya yönlenmedim. Piyanoyla en başından beri oyunlar oynayabiliyor, müzik yazabiliyor ve doğaçlama denemeler yapabiliyordum. Hislerimi şöyle tarif edebilirim: Güzel bir bahçeye ilk defa girdiğinizi düşünün, ilk başta orada bulunan bitkiler, yapılar ve hayvanların hepsi sizi etkiliyor. Sonra kendiniz deneyler yaparak ve usta bahçıvanlardan öğrenerek bir bahçıvan haline geliyorsunuz. Bu o kadar ilham veren, ilginç ve insanı besleyen bir deneyim ki o bahçeyi hiç terk etmek istemiyorsunuz. İşte ben de böyle bir süreçle piyanoyla çalışan bir ritim bahçıvanı haline geldim. Piyano benim bu bahçeyi üzerinde gezdiğim atım ve partnerim.

“MÜZİKTE TÜMDEN ÖZGÜRLÜK YOK EDİCİ BİR PRATİK.”

Ronin’le İstanbul’a geliyorsun ve bu şehre ilk gelişin değil. Daha önceki ziyaretlerinden aklında neler kaldı, bu ziyaretinde tekrar deneyimlemeyi dört gözle beklediğin şeyler var mı?

Daha önce bir kez Borusan Müzik Evi’nde bir kez de Babylon’da çaldık. Her iki sefer de inanılmaz ilham verici, en iyi anlamıyla çılgın deneyimlerdi. Bir seferinde seyahatimi uzatıp şehrin görmediğim yerlerini gördüm, efsanevi Lale Plak’a uğradım ve İstanbul’daki yaratıcı insanlarla tanıştım. İstanbul zengin tarihi ve yaratıcı insanlarıyla çok etkileyici bir şehir. Elbette her şehrin kendine ait zorlukları var ama bizim için tekrar çağrılmak, müziğimizi ve enerjimizi dinleyicilerle paylaşmak büyük bir keyif ve onur. Dört gözle bekliyorum!

Ronin (yalnız bir samuray) yaptırımları olan bir özgürlük, sosyal bağların koparılması sonucu ortaya çıkan bir özgürleşme kavramına dayanıyor. Ancak senin grubun aslında bu durumun tersini gerçekleştiriyor: bir grup bağımsız müzisyenin beraber üretmek için bir araya gelmesi, aralarındaki bağları Monday Sessions gibi ritüel yapıda provalarla aralarındaki bağı kuvvetlendirmesi gibi pratikler söz konusu. Bireysel ifadenin, emprovizasyonun ve özgürlüğün, empatik birlikteliğin ve iş birliğinin birbirlerini nasıl beslediğini düşünüyorsun?

Toplum kişilerin belirli kurallar üzerinde uzlaşması ve daha sonra bu kurallar içinden özgürlük alanları bulması veya yaratması anlamına geliyor. Müzikte tümden özgürlük yok edici bir pratik. Eğer müzikte beraber ama aynı zamanda esnek ve sürprizlere açık olmak istiyorsanız antrenmana ve empatik birlikteliğe ihtiyacınız var. Bunu bir spor takımına da benzetebilirsiniz aslında: İyi bir maç için net takım mekanikleri ve şaşırtan bir yaratıcılığın doğru karışımına ihtiyacınız var. Sadece bireysel yaratıcılık değil, aynı zamanda grubun bir organizma olarak yaratıcılığından da bahsediyorum. Bu şekilde uzun bir zamana yayılan bir evrim süreci oluşturabilirsiniz ve bu bir devrimden daha etkili olur. Empati, ruh ve yaratıcılık, disiplin ve takım birlikteliği kadar önemli.

Ronin’in müziğini “zen-funk” terimiyle ifade ediyorsun. Bu tanım bana paradoksal bir izlenim veriyor: Kaotik bir müziksel üretim ve sakin, toplu ve net bir yaklaşımla el ele… Yanlış mıyım? Sen Ronin’in müziğini üretim haritanda nereye oturtuyorsun?

Zen ve funk aynı “bireysel üretim” ile “topluluk ruhu” gibi paradoksal bir ilişki içindeymiş gibi algılanabilir ama belki de aynı dünyanın farklı kutuplarıdır… Ben funk müziğin o pürüzsüz akışını sağlamak için kaosun tam tersine, organizasyona ve titizliğe ihtiyacınız olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle aslında Zen ve Funk için gereken disiplin benzer bile olabilir. Ancak iki pratikte de bir noktadan sonra o doğal, egosantrik olmayan akışı bulmanız için kendinizi bırakmanız gerekiyor. Belki esas paradoks Zen’in durgun, meditatif enerjisiyle Funk’ın güçlü, fiziksel ritmik yapısı arasındadır. Her durumda ben ikisini de seviyorum ve ikisi de bana devam edebilmem için gerekli enerjiyi veriyor. Bu nedenle bu iki pratiği müziğimde bir araya getirmek istedim, her ne kadar aralarında paradoksal bir potansiyel olsa da. Sanırım hayatım boyunca kendi müzikal bilmecemin üzerinde uğraşmam, üretim haritamı çizmeye sürekli devam etmem gerekiyor.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:58’e ulaşabilirsiniz.