Görür görmez unuttuklarımız: “Çabuk Çabuk”

Röportaj: Yetkin Nural

Göçün çoğunlukla Suriyeli mülteciler üzerinden konuşulduğu, bu “konuşmanın” ise sık sık nefret söylemi ve popüler politika malzemesi edildiği bir ülkede görünmez kılınmış, kendi görünmezliğini de sahiplenmek zorunda bırakılmış bir azınlık ülke topraklarını mesken eden Afrikalılar.

İstanbul’da yaşayan Afrikalılar dendiğinde pek çoğumuzun (dilimizden dökülmese de) aklına gelen düşünceler ve imajlar benzer. Sadece belirli “kesişim kümesi” semt ve sokaklarda karşılaştığımız, biçilmiş rollerin, en hafifinden “meraklı” bakışların, çoğumuzun kendimize dahi itiraf etmediği ön yargıların ötesinde yok sayılan, oysa ki bu topraklarda hatırı sayılır bir nüfusa ve geçmişe, hepsinden öte kucaklasak zenginleşeceğimiz değerli bir kültüre sahip bir topluluktan bahsediyoruz.

İşte böyle bir toplumda, görünmeyeni görünür kılmak için elini taşın altına koyarak zaman ve emek harcayan birileri çıkınca, bizi de utangaç bir heyecan sarıyor. Utanıyoruz, zira elimizde kalan yegâne insani duygu, yaşadığımız çağın ve toplumun ayrımcılığının yarattığı ayıpları utançla sahiplenmek. Heyecanlıyız çünkü böyle emeklerin ortaya çıkardığı çalışmalardan bahsetme fırsatına sahip oluyoruz.

Göçmenlik üzerine araştırmalar yapan sosyolog Doğuş Şimşek ve Mısır Darbesi, Kırım Krizi, Suriye Savaşı gibi politik kırılmaları belgeleyen fotoğrafçı Yusuf Sayman’ın geçtiğimiz Aralık ayında, Pencere Yayınları’ndan çıkan Çabuk Çabuk – İstanbul’daki Afrikalılar kitabı işte bu utangaç heyecanlara kapıldığımız işlerden bir tanesi oldu. Haklarında yapılmış araştırma sayısının sınırlı olduğu bu “görünmez” azınlık hakkında önemli metinler, gözlemler ve saptamalar içeren kitap, Sayman’ın kapalı yaşamların usta bir estetikle yakalanmış anlarının görselliğiyle taçlanıyor.

cabuk cabuk


Kitabın öyküsünü ve İstanbul’daki Afrikalıların yaşamının özetini belki de en güzel isminin ardında yatan hikâye açıklıyor. Bu soruyla hemen hemen tüm röportajlarında karşılaştığını biliyorum, ancak bir de Bant Mag. okuyucuları için gene senin kelimelerinle dinlesek, “Çabuk Çabuk” ne anlama geliyor?
Doğuş Şimşek: Tekstil atölyelerinde çalışan Afrikalı göçmenlerin işlerini tanımlamak için kullandıkları “çabuk çabuk” tasviri, iş yerinde patrondan en çok duydukları ve birçok Afrikalı göçmenin öğrendiği ilk Türkçe kelime olmanın yanı sıra Türkiye’deki hayatlarını en iyi betimleyen kelimelerden de birisi olduğunu düşündüğümüz için kitabın başlığı Çabuk Çabuk.

İstanbul’da bir azınlık topluluğu olarak Afrikalıların geçmişi aslında epey eskilere dayanıyor. Ancak bu topluluk hakkında yapılmış araştırmalar sınırlı ve politik bir “gündem” meselesi de olmuyorlar. Bize İstanbul’daki Afrikalıların görünmezliğinin altında yatan nedenlerden bahsedebilir misiniz?
D.Ş.: Afrikalı göçmenler ile uzun süredir bir arada yaşamamıza rağmen toplumun büyük çoğunluğu için görünmezler. Suriyeli mültecilere kıyasla Afrikalı göçmenler ile ilgili fazla akademik çalışma; onların göç ettikleri ülkede deneyimledikleri sorunlara, hayatlarını anlamaya, yönelik çalışmalar yok. Diğer göçmen gruplarına kıyasla sayılarının daha az olması ve bununla ilişkili olarak uluslararası toplumun Türkiye’de yaşayan Afrikalı göçmenlere yönelik ilgisinin az olması; politika yapıcılarının ve medyanın ilgisinin de az olması Afrikalı göçmenlerin göç alan toplumdaki görünürlüğünü etkileyen etmenler arasında sayılabilir. Birbirine temas etmeyen göçmen topluluklarının semtin farklı mahallelerinde oluşturdukları sosyal alanların dışında görünür olmamaları, gerçekte birbirlerinden ne denli izole olduklarını ve bu çok kültürlü alan içinde dahi kültürlerin etkileşiminin ne denli sınırlı kaldığını da gösteriyor.

cabuk cabuk
cabuk cabuk

Yusuf Sayman: Görünmezlik biraz Türklerin meraksızlığından, biraz ırkçılıktan, biraz da farklı ama popüler olmayana kapalılıktan. İstanbul’da birçok Afrika kilisesi var, buralardaki pazar ayinleri ortalama gece kulübünden daha eğlenceli ve müzik her hafta sonu dinlediğiniz DJ’in ezberinden çok daha ilginç. Üstelik bu kiliseler her gün gittiğimiz mahallelerde. Kimsenin haberinin olmaması Afrikalıların değil, bu müzik nereden geliyor diye merak edip bakmayan ahalinin suçu.

Seni İstanbul’da yaşayan Afrikalıları araştırmaya yönelten süreç nasıl gelişti?
D.S: İstanbul’da yaşayan Afrikalılarla ilgili yapılan çok fazla akademik çalışma yok. Sivil toplum kuruluşları ve akademisyenlerin araştırmalarının çoğu Suriyeli mültecilerle ilgili. Benim için de durum böyleydi. Yenikapı’da Suriyeli mültecilerle ilgili araştırma yaparken Afrikalı göçmenlerin yaşadığı sorunlar gözüme çarpmaya başladı. Bir süre sonra Afrikalı göçmenler ile ilgili de araştırma yapmam gerektiğini düşündüm. Son iki yıldır Afrikalılarla ilgili akademik çalışmalar yapıyorum. Onlarla yüz yüze görüşmeler yaptım, dertlerini dinledim. Zaten onlarla sosyal bağlar kurmuştum. İlerleyen dönemde akademik çalışmaların sadece ilgilisine ulaştığını fark ettim. Oysa ki bu konu İstanbul’da yaşayan çoğu insanı ilgilendiriyor. Afrikalıların da görünür olmaları gerekiyor. Bu nedenle bir kitap çalışmasını yaptık. Yusuf Sayman, Afrikalı göçmenlerin fotoğraflarını çekti. Ben de yaptığım saha çalışmasının bulguları üzerinden kitabın metinlerini yazdım.

cabuk cabuk
cabuk cabuk
cabuk cabuk

“Kitabın kapağında yer alan kişi dizi oyuncusu. Tarihî dizilerde, komedi dizilerinde oynuyor. Ona “dizilerde hangi rolleri oynuyorsun” diye sorduğumda; hırsız, dolandırıcı, kaçakçı ve köle cevabını verdi.”– Doğuş Şimşek

Kendi ayrımcılık kültürüyle yüzleşmek konusunda ciddi problemleri olan ülkemizde, özellikle siyahi nüfusun var oluşuyla ilgili trajikomik bir algı söz konusu: “Bizde ten rengi üzerinden ayrımcılık yapılmaz, o Amerika’nın problemi.” Kitap için yaptığın araştırma ve sohbetler üzerinden değerlendirdiğinde, bu algıya dair düşüncelerin neler?
D.S.: Araştırma sırasında ben de benzer söylemler duydum fakat Afrikalı göçmenlerin hikâyeleri, göç alan toplum ile etkileşim deneyimleri duyduğum söylemler ile örtüşmüyor. Birçok Afrikalı göçmen, gündelik hayatta ten renginden dolayı maruz kaldıkları ırkçılıktan bahsetti. Örneğin, toplu taşıma araçlarında Türkiyelilerin Afrikalıların yanına oturmak istememesi, sokakta “pis zenci” tasvirini sıkça duymaları. Afrikalı göçmenlerin çoğu sokakta sözlü hakarete maruz kalıyorlar, ev sahipleri evlerini onlara kiralamak istemiyor. Günlük hayatın pek çok alanında ırkçılığa maruz kalıyorlar. Kitabın kapağında yer alan kişi dizi oyuncusu. Tarihî dizilerde, komedi dizilerinde oynuyor. Ona “dizilerde hangi rolleri oynuyorsun” diye sorduğumda; hırsız, dolandırıcı, kaçakçı ve köle cevabını verdi. Maalesef Afrikalı göçmenlerle ilgili algı bu ve bu algının oluşmasında medyanın büyük rolü var. Afrikalı kadın göçmenler ten renginden kaynaklanan ırkçılığın yanı sıra kadın oldukları için de tacizle ve cinsiyetçi söylemlerle karşılaştıklarını, hatta tecavüze uğrama tehlikesi yaşadıklarını söylediler.

Türkiye pek çok göçmen için bir geçiş ülkesi, bir destinasyondan ziyade bir rota, bir durak… Ancak Avrupa’nın giderek katılaşan sınırları nedeniyle pek çok göçmen bu topraklarda bir yuva ve yaşam inşa ederken buluyor kendini. Senin kitap için yaptığın konuşmalarda, bir şekilde “arafta yaşam kurmak” diye tabir edebileceğimiz bu duruma dair ne gibi duygu ve düşünceler dinledin veya gözlemledin?
D.S.: Avrupa’ya göç etmek amacıyla Türkiye’ye gelen birçok göçmen gibi Afrikalı göçmenler de bir gün Avrupa’ya gidecekleri hayaliyle Türkiye’de çalışıp para biriktiriyorlar ancak o hayalini de gerçekleştiremeyip burada sıkışıp kalmışlar, bu göç hikâyesi içinde yersizleşip, yurtsuzlaşmışlar. Konuştuğum Afrikalı göçmenlerin çoğu, başlangıçta Türkiye’yi Avrupa’ya gitmek için geçiş ülkesi olarak gördüklerini söylediler. Yola çıkarken asıl amaçları Avrupa ya da Kuzey Amerika’ya gitmekmiş. Ne var ki hayalini kurdukları bu yolculuğun tehlikeli ve pahalı olması nedeniyle, başlangıçta sadece bir geçiş ülkesi olarak gördükleri Türkiye’de uzun yıllar yaşamak durumunda kalmışlar. Dahası, sahip oldukları birikimlerinin çoğunu da yine bu göç yolunda harcamışlar. İstanbul’da kurdukları sosyal bağlantılar sayesinde buldukları çeşitli işlerde çalışıp hayatlarına devam etme çabasındalar.

cabuk cabuk
cabuk cabuk
cabuk cabuk

Çabuk Çabuk kitabındaki fotoğrafların hem estetik hem de içerik olarak çarpıcı bir çeşitliliği var. Sayfadan sayfaya geçerken açık bırakılmış bir çekmecenin içindeki objelerden, bir futbol sahasında veya camide gerçekleşen “ritüelistik” anlara doğru savruluyoruz. Büyük bir soru olacak ama, hem çekimlerde hem de nihayetinde kitapta yer alacak karelerin seçim ve kurgusunda nasıl süreçler yaşadığını merak ediyorum?
Y.S.: Aslında fotoğrafları hem çekerken hem de kurguda benzer bir süreç söz konusu – çekerken kurguyu da düşünüyorum. Biraz sinema filmi gibi, bir hikâye anlatıyorsunuz, bunun için gerekli öğeler var. Karakterler, mekânlar, ritmi sağlayan detaylar vs… Kurguda çok geniş bir hikâyeyi, belli sayıda resim ile sıkıcı olmadan anlatmak gerekiyor, bunun için de ritim ve geçişler çok önemli. Bunu sağlamanın birçok yolu var, ben genellikle görsel öğeler üzerinden yapıyorum. Mesela kitabın başlarında eller var, bir fotodaki el sonraki fotoda karşımıza çıkıyor. Bazen birbirine benzeyen kompozisyonlar, bazen aynı yere yerleştirdiğim ögeler hem geçişleri sağlıyor hem de bir ritim ekliyor. Ritmi sağlamak için fotoğrafların duygusu da çok önemli. Kitabın kurgusunda duygular ile oynamaya çalıştım, biraz müzik kompozisyonu gibi. Mutlu ve heyecanlı başlıyor, sonra daha özel ve duygusal anlara gidiyor, sonra yeniden yükseliyor. Bu kurgu biraz Afrikalı göçmenlerin hayatı; kiliselerde ve futbol sahalarında heyecanlı ve mutlu, evlerde yoksul ve biraz acıklı. Biraz da herkesin hayatı, her hikâyenin temeli.

“İnsanlar ne kadar kapalı hayatlar yaşasalar da samimi bir ilgi gösterdiğiniz zaman hayatlarını size açıyor.” – Yusuf Sayman

cabuk cabuk
cabuk cabuk


İstanbul’da yaşayan Afrikalıları ülkenin yerlilerine kapalı ve/veya görünmez bir komünite olarak düşünmek sanırım yerinde olur. Kitaptaki metinler de bu “sahiplenilmiş görünmezliğin” altında yatan sosyo-politik sistematiği gayet net bir şekilde açıklıyor. Kendi içine kapalı bir azınlığın günlük yaşantısına kamerayla girmek ve bu derece samimi anlar yakalamak senin için nasıl bir deneyimdi?
Y.S.: İşim icabı çok da yabancı olmadığım bir deneyim aslında, pek de ilginç olmayan bir geçmişten geldiğim için olsa gerek, işim bana ilginç gelen hayatları fotoğraflamak. Bir de bu proje (kendim de uzun seneler göçmen olarak yaşadığım için) biraz tanıdığım durumları anlatıyor. Üç senedir oturduğunuz evde kıyafetlerinizin hâlâ bir bavulda olması mesela, yakından bildiğim bir durum.

İnsanlar ne kadar kapalı hayatlar yaşasalar da samimi bir ilgi gösterdiğiniz zaman hayatlarını size açıyor. Herkesin anlatmak istediği bir hikâye var, biri gelip “senin hikâyeni anlatmak istiyorum” dediğinde hayır diyen çok az oluyor. Tabii önce biraz araştırma yapmak, söz konusu kültür hakkında bilgi edinmek bayağı faydalı. Bu projede Afrobeat sevmem işimi kolaylaştırdı mesela, Fela Kuti’nin insana faydası sonsuz.

Çabuk Çabuk için gerçekleştirdiğin çekim sürecinin hem bir fotoğrafçı hem de bir birey olarak sende bıraktığı etkiler ve dönüşümler neler?
Y.S.: Hem birkaç iyi arkadaş edindim, hem de İstanbul’un göründüğü kadar sıkıcı olmadığını bir kez daha hatırladım. Bu şehirde birçok farklı hayat var; o hayatların içindeki dinlerin renkli ritüelleri var, acayip müzikler var. Biz genellikle sıkıcı mahallelerimizde sıkıcı orta sınıf hayatlarımızı yaşıyoruz ama şehir bizden çok daha büyük. Arada bir hatırlamak da insanı büyütüyor.

Bir fotoğrafçı olarak, yaptığım her proje biraz daha iyi fotoğraf çekmemi sağlıyor. Hem insan ilişkilerini öğreniyorsunuz hem de teknik falan. Hiç bitmeyen durumlar…

Bu kitap haricindeki fotoğraf serilerine baktığımda günümüz dünyasındaki politik kilitlerin ve kırılışların peşine düştüğünü düşünüyorum. Bugünün ve yakın geçmişin tarihini belgelemek senin için ne ifade ediyor? Y.S.: Bir işe yaradığım hissini veriyor, hiç de öyle olmadığını gayet iyi bilmeme rağmen! İnsanların normal dışı, kendilerini rahat hissetmedikleri durumlardaki halleri çok ilgimi çekiyor. Savaş, göç, devrim, darbe, her nevi karışıklık ve saçmalık… Bu durumlardan son derece güçlü duygular ve hikâyeler çıkıyor. Bunlar bence insanlığı tanımlayan hikâyeler, normal hayat ise bir şey olsa da heyecanlansak diye beklediğimiz anlar. Ne mal olduğumuz biraz iş ciddiye binince, ortalık karışınca, güvenecek bir şeyimiz kalmayınca ortaya çıkıyor.

Bir fotoğrafçı olarak ortaya koyduğun belgelemenin estetiğini nasıl hayal ediyor ve uyguluyorsun?
Y.S.: Konuya göre değişiyor tabii ama kullandığım genel bir estetik dil var. Kelimeler değişiyor, ama genel cümle yapısı sanırım pek değişmiyor. Zaten benzer konulara yöneliyorum, ama insan hep daha iyi anlatmak istiyor.

cabuk cabuk
cabuk cabuk