Güneşten en uzakta: İpek Görgün’den Aphelion

Müziğin yanı sıra, şiir ve fotoğraf alanında da çalışmalar yapan İpek Görgün’le disiplinlerarası sanatı, ses ve sessizliği, gürültünün cazibesini ve yeni albümü Aphelion’u konuştuk. 

Röp: Zülal Kalkandelen

İlk albümü Aphelion’u geçen ay yayınlayan İpek Görgün, ilk gençlik yıllarında Ankara’nın yeraltı müzik sahnesinde yer alan gruplarda başlayan serüvenini 2000’lerde İstanbul’a taşıdı. Sürekli evrilen müziğini zaman içinde çok boyutlu derin bir elektronik yapıya kavuştururken, ses, sessizlik ve gürültü üzerine akademik çalışmalara başladı. Bilkent Üniversitesi’nde siyaset bilimi okuduktan sonra, Galatasaray Üniversitesi’nde felsefe dalında yüksek lisansını aldı ve bugün de İTÜ MİAM’da sessel sanatlar doktorasını sürdürüyor.

Özgeçmişinize baktığımda Ankara’nın Aşağı Ayrancı semtinde büyüdüğünüzü öğrendim. Hemşehri olmamızın yanı sıra, aynı mahalleden olduğumuz anlaşılıyor. Sakin ve samimi bir atmosferi vardı o mahallenin. SSK İşhanı’nın içindeki Baraka adlı bara sık gider, yerel grupları dinlerdim. Siz de orada 17 yaşındayken Four Handle One Scandal adında bir ska-punk grubunda davul çalarak ilk konserinizi vermişsiniz. 17 yaşına gelene kadar müziğe ilginizi yönlendiren temel etkenler nelerdi?

Evet, hemşehriyiz ve aynı mahalledeniz! Hoşdere Caddesi’ndeki parkın karşısında oturuyorduk biz de, sonradan Çankaya’ya taşındık; ama çocukluğumda Ayrancı’nın apayrı bir yeri var. Hâlâ Hoşdere’deki son duraktan geçerken duygulanırım. Baraka da çok güzeldi; gittiğim ve hatta çaldığım zamanlarda 18’imi doldurmamıştım. Hanın karşı tarafındaki Limon’u da sayarsak, öğrenci pasosuyla girebildiğim iki yerden biriydi.

Başlangıçta ailem, okuduklarım ve arkadaşlarım, müzik ilgimin şekillenmesinde önemli rol oynadı. Evde ağırlıklı olarak Türkçe ve yabancı pop, TSM, Halk Müziği ve Klasik Batı Müziği dinlenirdi. Benim favorilerimse Nilüfer, Seyyal Taner, Coşkun Sabah, Michael Jackson ve Elvis Presley’ydi. 12 yaşındayken kuzenim beni grunge’la tanıştırdı. 1997 civarında Shades ve Hayri Müzik’e gitmeye başladım, oradan Stüdyo İmge kitapları, fanzinler, demolar derken rock müzikle daha içli dışlı hale geldim.

İlk L7 dinlediğimde ise 13-14 yaşlarındaydım. Sonrasında Hole ve 7 Year Bitch geldi. Böylece punk rock’a kadınlar üzerinden geçiş yapmış oldum; devamında İngiliz, Amerikan ve Alman punk gruplarının albümlerini toplamaya başladım. Çiğ ve düşük kaliteli seslere olan sevgimse beni nihayetinde İsveç crust’ına ve eski usûl hardcore’a getirdi. Çok yakın bir arkadaşımın black metal ve grindcore tutkusu da müzikal anlamda çok şey kazandırdı. Siz de bilirsiniz; o zamanlar Ankara’da sokakta ve parklarda sosyalleşilirdi. O yüzden buralarda tanıştığım arkadaşlarımın da bana çok şey öğrettiğini düşünüyorum.

DİSİPLİNLERARASI ÇALIŞMANIN ÇOK BOYUTLU SONUÇLARI

Siyaset bilimi eğitimi, felsefe yüksek lisansı ve şimdi de sessel sanatlar doktorası… Yine kendime bir yakınlık hissettim. Ben gazetecilik okuyup, siyaset bilimi yüksek lisansı yaptım; bunu müzik yazarlığıyla buluşturup iyi bir denge sağladığımı düşünürdüm hep. Elbette müzik yapmak çok daha farklı bir durum ama şunu merak ediyorum: Siyaset ve felsefe eğitiminin bugün yaptığınız müzik üzerinde dolaylı ya da doğrudan etkileri oldu mu?

Öncelikle disiplinlerarası çalışmak hakikaten zormuş. 16 akademik yılın sonunda ancak bunu söyleyebilirim; ki öğrenim geçmişinizden dolayı derdimi anlıyorsunuzdur. Siyaset biliminden sonra felsefe, devamında sessel sanatlar okumak başta biraz alakasız duruyor; ama sessel sanatlar çalışırken bir anda teknoloji tarihini araştırabiliyorsunuz, bu da sizi siyaset tarihi, felsefe ve bilim tarihine yöneltebiliyor. İki örnek vereyim:

Endüstri devriminin üzerinden insanların dinleme biçimlerine bakarken fabrikalardaki gürültü oranları ve yeni teknolojilerin yarattığı gürültüler devreye giriyor. Tarih okuması yaparken insanların seslerle ilişkisi siyasi bir bağlama oturmaya başlıyor: makinelerin, trenlerin, radyoların sesleri ve çalışanların ürettiği sesler… Bu seslerin iletilme biçimlerini tartışmaya başlıyoruz; böylece yeniden üretim ve temsil gibi konular, işin felsefi boyutta da tartışılmasına alan açıyor.

Başka bir örnek de ses algısı üzerinden verilebilir; beyinde seslerin nasıl algılandığını araştırmak için yola çıkarken konunun teorik boyutu da konuşuluyor; zaman-mekân algısı, hafıza ve içerik problemleri başlıyor, ki bunları hem felsefe hem de psikoloji üzerinden incelemek mümkün. İşin içine bir de deneyim ve bedensellik aşamaları eklendiği takdirde maruz kalan/maruz bırakan tartışması karşımıza çıkabiliyor; bu da tercihe göre bizi siyasete ve felsefeye götürebilir.

2000’lerde Ankara’da kurduğunuz avangart rock grubu Bedroomdrunk’ta yaklaşık 11 yıl boyunca vokalist ve bas gitarist olarak yer aldınız. O dönemde yaptığınız müziği dinlediğimde köklerini punk, doğaçlama ve psikedelik rock’tan alan sert ve güçlü bir sound çıkıyor karşıma. O noktadan bugünkü solo elektro-akustik kayıtlara geçişiniz nasıl oldu ve o dönem size neler kazandırdı?

Psikedelik rock’tan ziyade, punk/post-punk ve Seattle rock’ının etkisi sanki daha fazlaydı bizde. Öte yandan, enstrümanlarımıza tam anlamıyla hâkim değildik. Parçaları yazarken, sahneye çıkarken hep sıfırdan başlıyorduk ve bu heyecan bizim müziğimize yansıyordu; çünkü sürekli bir şeyler keşfedip hızla paylaşıyorduk.

Elektronik müziği üniversiteden itibaren dinlemeye başlamıştım ve bilgisayarın deneysel müziğe ciddi anlamda dahil olduğunu görmüştüm; ama kafamda net bir fikir yoktu. Bir süre Bedroomdrunk’tan İlker Cece’yle Coquelicot’da çaldık ve ikimiz de Fruityloops ve Cubase’le haşır neşir olduk. O sıralar Mehmet Kemaloğlu’yla Slowcore Sunset’i de devam ettirdik, bu defa da işin içine Logic girdi. Sonrasında Osman Kaytazoğlu ve Erdem Dicle’yle Oliva Gray Away/Vector Hugo projeleri başladı. Ben hâlâ bas gitarın tını açısından olanaklarını araştırırken, 2009 yılı itibariyle Osman da algoritma kavramını hayatıma komple sokmuş ve böylece başımı yakmış oldu!

Bedroomdrunk ise bana icracı ve besteci olarak çok şey kazandırdı. Şu an malzeme ve katmanlar üzerine daha fazla düşünsem de, sıfırdan başlama duygusunu hiç bırakmadım. O dönemlerde edindiğim doğaçlama pratiği sayesinde sesle uğraşırken net bir plan yerine içgüdülerimle ilerleme imkânım oluyor. Ayrıca hatalardan yeni malzemeler ve fikirler çıkarmayı öğrendim; zira hâlâ bir sürü hata yapıyorum ve çalışırken tıkandığımda bunlar yolumu açabiliyor.

SONIC YOUTH’LA İLE GÜRÜLTÜYÜ KEŞİF

Gürültünün de güzel olabileceğinin farkına ilk ne zaman vardınız?

Lisedeyken istemsiz bir şekilde hep daha gürültülü parçalara yöneliyordum; ama bunun tam anlamıyla farkına varmam ve adını koymam, Sonic Youth’un 16 yaşındayken dinlediğim Sister albümüyle oldu.

rsz_aphelion_cover

İlk albümünüz Aphelion standart dışı kullanılan sesler ve ritim bozukluklarıyla dokunan bir tür ambient noise. Tam olarak içine girebilmek için ya yalnız olmayı gerektiriyor ya da birden fazla kişi varsa birbirlerinden soyutlanmaları için sesin yüksek olduğu karanlık bir mekânda bulunmayı talep ediyor. Bunu fark ettiğimde yüksek lisans tezinizin konusuyla bir bağlantı kurdum ister istemez. “Heidegger’inVarlık ve Zaman’ında Beraber ve Yalnız Olmanın Sessizliği” üzerine çalışmışsınız. Aphelion’u dinleme deneyimimden yola çıkarak onu bu çerçevede değerlendirebilir miyiz?

Tezim Heidegger’in beraber ve yalnız olan/olmak kavramlarında sessizliğin yeri üzerineydi.  Heidegger için sessizlik, durmak bilmeyen gündelik sohbette de bizi yakalayabilir; bazen bir insan saatlerce konuşur ama aslında hiçbir şey söylemez. Bir yandan da sessizlik, hiçlikle ilişkilidir ve varlığın gündelik yaşamdan, genelgeçer kimliklerden ve tanımlardan farklı olan otantik varoluşunun çağrısını duyabilmesi için gereklidir.

Benim sorguladığım şey ise, gündelik yaşantıda sessizliğin ani müdahaleleriydi. Sohbet esnasında “öteki”yle beraberken yaşanan garip sessizlikler, varoluşun (Heidegger için) en kritik anlarında geride kalanların birbiriyle kurduğu iletişimdeki sessizlik gibi. Günlük, genelgeçer olma haline rağmen bu tarz sessizliklerin de aslında kökenini hiçlikten aldığını, bu garip sessizliklerin günlük varoluşu bir anda kesintiye uğrattığını ve bizi ansızın boşlukla yüz yüze bıraktığını düşünüyorum.

Bunu albümüme bağlamam ise haddimi aşmak olur. Müzikal deneyimin duygusal bağlamda son derece kişisel olduğuna inanıyorum. Bu konuda kendimce söyleyebileceğim tek şey, beste yaparken her bir sessizlik anı için düşündüğüm ve sessizliğin bazen birçok sesin içinde de bulunduğunu hissettiğim yönünde olabilir.

Ses, sessizlik ve gürültü ekseninde gelişen bir müzik yapıyorsunuz. Ses ve gürültünün dışında bir müzisyen olarak sessizliğe merakınız nereden kaynaklanıyor? Sylvain Chauveau’yla kısa bir süre önce yaptığım röportajda bu soruma, “Sessizliğin içinde yanlış bir ses yok. Belki de bir mükemmellik formu ya da onun illüzyonu veya meditasyon şekli” diye yanıt verdi. Sizinkini merak ediyorum.

Burada ben de bir alıntı eklemek isterim. John Cage’in dediği gibi, mutlak sessizlik diye bir şey yok; her şey sussa kalp atışımız, kulak çınlamalarımız var. Peki sessizlik sürekli form değiştirebiliyorsa, bir an görüntünün tamamı, bir an negatif alan ya da bütün varlıkların var olmasını sağlayan sonsuz bir yokluk haline gelebiliyorsa, onu nasıl tanımlayabiliriz?

Sessizlik, koşullara bağlı olarak kabul veya ret anlamlarını taşıyabiliyor. Yaratıma imkân veriyor; ama bizi yıkma gücüne de sahip. Tam yakaladığımızı sandığımız anda ise sessizliği kaçırıyoruz. Onu bir şekilde hissedebiliyoruz, hakkında konuşabiliyoruz; ama net bir şekilde tanımlayamıyoruz, çünkü sürekli fonksiyon ve biçim değiştiriyor. Bu meditasyonda da yaşanan bir durum aslında, içinde bulunduğumuz anı tanımlamaya başlar başlamaz onu yitiriyoruz. Sanırım sessizlikle ilgili beni cezbeden şeylerin başında bu geliyor.

Bir de canlı çalarken özellikle kontrol etmesi zor olan bir şey var. Çok yüksek volümlere geldiğinizde ses etrafınızı kuşatmaya başlıyor ve duyduklarınız kulaklarınızı öylesine dolduruyor ki kendi içinizde çok sessiz olduğunuz anları yakalamaya başlıyorsunuz. Bu durumda maruz kaldığınız gürültü bile olsa, sonunda sizi sessizliğe sürükleyebiliyor.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:48’e ulaşabilirsiniz.