Hadi yaşadığımız distopyanın adını koyalım: “HyperNormalisation”

Bu akşam Bant Mag. Havuz’da gerçekleşecek Adam Curtis belgeseli “HyperNormalisation” gösterimi öncesinde, Deniz Yenihayat’ın 2016 yılında Korsan Parti Türkiye Hareketi blogunda yayınlanan yazısını hatırlıyoruz.

Yazı: Deniz Yenihayat Aralık 2016

2010’lu yıllarda, bu gezegende yaşama deneyimi gerçekten de çok tuhaf, değil mi? Kontrolsüz bir enformasyon bombardımanı ve bilişim çılgınlığının ortasında, politik ve ekonomik sarsıntıların etkisinde, tüm ipleri tüketim sistemine kaptırmış bir haldeyiz. Sık sık çevrenizde dile getirildiğini duymuşsunuzdur: Sanki bir distopik roman ya da filmin sıradışı konusunda yaşıyoruz. “Şimdiye kadar hiçbir yazar, böylesi bir distopyayı tahayyül etmemiştir” diyebilecek kadar durumun farkındayız. Ama bunu değiştirmek için hiçbir şey yapmıyoruz. Yeryüzündeki her birey, bu gerçeküstü gezegende, iyice paralize olmuş gibi görünüyor.

Adam Curtis, yeni belgesel filmi HyperNormalisation’da, hiç kimsenin geleceğe umutla bakmadığı ve artık hayal kurmadığı bu ideolojisiz çağda, hiçbir şeyi değiştiremeyen insanoğlunun kapana kısılma öyküsünü anlatıyor. Bugüne kadar Cosmos gibi belgeseller, nasıl evrendeki hiçliğimizi ve kibrimizin yersizliğini yapıştırmışsa yüzümüze; HyperNormalisation da bireysel ve toplumsal olarak acınası halimizi tüm detaylarıyla ifşa eden sarsıcı bir tokat oluyor.

İçinde yaşadığımız bu distopik ortamda; bir gezegen dolusu bilinçli canlı, gerçek bir akıl tutulmasının ortasında kendi yok oluşunun şahidi oluyor her gün, tekrar tekrar. İklim değişikliği, ekonomik ve politik dengesizlikler, Orta Doğu ve terör, ırkçılık, sosyal adaletsizlikler, sürekli bir savaş ve yıkım beklentisi… Peki biz Dünyalılar, yaşanan kötülüğün, şiddetin ve yıkımın artarak sürmesine neden göz yumuyoruz? Neden hiçbir şey değişmiyor ve muhtemelen asla değişmeyecek? Bu soruların hazmetmesi kolay yanıtları yok ve HyperNormalisation aslında korkunç bir film! Çünkü hem bizleri bugüne getiren ve birbirleriyle alakasız görünen olguları, ilişkileriyle birlikte ifşa ederek çok büyük ve korkutucu bir tablo ortaya koyuyor; hem de şahit olduklarımızı normalize etme alışkanlığımıza uygun video-içerikler kullanarak, bizi filmin her anında suçluluk ve sıkışmışlık duygularıyla baş başa bırakıyor.

Her şeyden önce HyperNormalisation / Hiper-normalizasyon kavramı…

Adam Curtis bu kavramı, Berkeley’de antropoloji profesörü olan Alexei Yurchak’un “ Everything was Forever, Until it was No More: The Last Soviet Generation ” isimli kitabından alıntılıyor. Çünkü yıkım öncesi komünist sistemde ortaya çıkmış bu toplumsal vakanın, bugünkü küresel sorunumuzun karşılığı olduğunu düşünüyor. Paradoksal bir etki olan hiper-normalizasyon, Sovyetler Birliği’nin geç komünist döneminde, yani çöküşün hemen öncesinde görülüyor. Komünist sisteme “aşırı” entegre bireyler, sistemin ötesinde herhangi bir alternatif olabileceğini düşünemiyor, kaderlerini değiştirebileceklerine inanmıyor ve her şeyin yolunda olduğunu “kitlesel olarak” varsayıyor. Çöküş yaklaşırken Sovyet teknokratlar her şey plana uygun, sorunsuz işliyormuş gibi açıklamalar yaptıkça, halk da buna “aşırı” inanıyormuş gibi davranıyor. İşte hiper-normalizasyon bu; size de tanıdık geldiğini düşünüyorum.

Ve bugün küresel distopyamızdaki her birey, çökmek üzere olan bir ekonomik ve toplumsal sistemde, yaşadığı ve şahit olduğu her veriyle onu aşırı normalize ederek başa çıkabiliyor. Çünkü “gerçek” denen kavram fazlasıyla mıncıklanmış durumda ve her şey herkes için fazlasıyla belirsiz görünüyor. İşte Adam Curtis, kendi çıkmazını hiper-normalize eden, bir yandan da tüketici sıfatına hapsedilmiş insanoğlunun dramını anlamlı ve hareketli bir kurguyla izleyiciye aktarıyor. The Human Bomb, Inside the Soviet Empire, Altered States, Truth is Out There, A World Without Power gibi bölümler filmin iskeletini oluşturuyor ve hiper-normalizasyon kavramının pratikteki karşılığı, politik dönemler ve olaylar içine yerleştirilerek anlatılıyor.

Algı yönetimi ve kitle manipülasyonu, bugün gezegen genelinde, bireylerdeki hiper-normalizasyon davranışının belkemiğini oluşturan yöntemler. Adam Curtis de, algı yönetimi teknolojilerinin başlangıç aşamalarına kadar giderek, sistemin bu yöntemlerle nasıl istikrarlı tutulmaya çalışıldığını ve bunun için kullanılan teknolojinin evrimini de özetliyor. Ve film, bu distopik dünyada, güçlülerin elindeki manipülasyon imkanlarını kullanarak kitleleri paralize etme örneklerinden biri olarak günümüz Rusyasını gösteriyor. İnsanların güvendikleri grupları, değerleri ve kişileri deforme etmeye yönelik dezenformasyon çalışmalarını ve bundan kazanç sağlayan Putin’in nasıl güçlü bir lider olarak kalmaya devam ettiğini izliyoruz. İzledikçe de başka ülkelerde de aslında aynı şeylerin geçerli ve etkili olduğunu fark ediyoruz. Mesela kitlelerin, özellikle de sosyal medya üzerinden manipüle edildiği ve gerçeğin sistematik olarak deforme edildiği başka bir politik çalışmaya yakın zamanda, Trump’ın seçim kampanyasında da birebir şahit olduk. Trump destekçisi tweet’lerin %80’inin bot hesaplardan paylaşılması ve bu hesapları yönetenlerin Rus troll grupları olduğu söylentileri, sosyal medya üzerinden yapılan algı yönetiminin karanlık ve çapraşık dünyasına dair yeni ipuçları veriyor.

Aslında algı yönetiminin özellikle sosyal ağlar kullanılarak yapılması, internetin farklı ülkelerde farklı çıkarlar için domine edilmesi, bugün insanoğlunun kaderini yönlendiren en önemli etken. Oysa internetin kamulaşmaya ve sanal dünyanın yaygınlaşmaya başladığı yıllarda şekillenen alternatif gerçeklik fikirleri, eskiye dair negatif her şeyden sıyrılıp Dünyalılar için hiyerarşinin, politikanın, güçlülerin olmadığı, yeni ve sanal bir ütopya öneriyordu. Siber-aktivist ve müzisyen John Perry Barlow, 8 Şubat 1996 günü Davos’tan tüm politikacılara ulaştırdığı bildirisi “A Declaration of Indiependence of Cyberspace”te, onlara bu yeni dünyadan uzak durmalarını öğütlüyordu. HyperNormalisation’da bu aktivistlerin internetin evrimi için kurdukları hayallerin, hacker’ların ve şirket çıkarlarının sahneye çıkmasıyla nasıl da suya düştüğünü ve bugünkü distopyamıza nasıl dönüştüğünü izliyoruz. Sonuç olarak geldiğimiz noktanın vahameti de film ilerledikçe iyice ortaya çıkıyor. 80’lerden itibaren finans dünyasının ve yeni teknoloji şirketlerinin güçlerini birleştirerek oluşturdukları devasa veri ağları, Adam Curtis’in bugünkü yeni güç odaklarını netleştirmesine yardım ediyor.

Gezegeni kontrol eden güçler, kendi çıkarlarına uygun yapıları istikrarlı tutabilmek için algoritmaları kullanıyor. Dünyalıları sosyal medya üzerinden eğlenceli, gerçek-ötesi, değişmeyen izole baloncuklara hapsederek, tepkisiz ve çekimser bireyler haline gelmelerini sağlıyor. Aynı zamanda insanoğlunun sanal dünyada bıraktığı tüm veri izleri, analiz edilerek, tüm davranış ve fikirlerimizin manipüle edilmesinde kullanılıyor. Kısacası gezegensel kaderimizi, internet ve sosyal ağlardaki davranışlarımız belirliyor. Nasıl distopya ama…

2016’nın başında yapılan bir röportajda sosyal medyanın bir tuzak olduğunu söyleyen düşünür Zygmunt Bauman, “Birçok insan sosyal medyayı birleşmek, ufuklarını daha da genişletmek için değil; tek gördükleri şeyin kendilerinin birer yansıması olduğu, sadece kendi seslerinin yankılarını işittiği rahat bir alan açmak için kullanmaktadır.” diyor.

Bugün akıllı telefonlarımıza yansıyan her içerik, Bauman’ın nasıl da haklı olduğunu ve insanoğlu olarak internet gibi interaktif bir iletişim teknolojisini ne kadar da akılsızca kullandığımızı kanıtlıyor adeta. Dünyalılar sürekli kendi videolarını, fotoğraflarını, konumlarını ve duygularını paylaşıyor, sosyal medya platformlarında kendilerini olmak istedikleri gibi sergiliyor, sadece kendileri gibi düşünen hesapları takip ediyorlar. Sosyal ağların algoritmaları da, bireylerin içerik tercihlerini sürekli kaydederek, onlara aynı tip içeriklerden çok daha fazlasını pompalıyor. Böylece sıradan bir sosyal medya kullanıcısının önüne, sadece tek tip içerikler düşmeye başlıyor ve birey kısıtlı türde, çoğu zaman da yanlış bilgilerle karşılaştığı bir “filtre baloncuğu” içine hapsedilmiş oluyor. Sanal dünyadaki varlığımız gitgide, yanlış inançlarımızı ve kitlesel davranışlarımızı sorgulatacak önemli haber ve içerikleri dışlamış oluyor.

Tüm bu algoritmik sistemin içerisine, kasıtlı olarak üretilmiş içerikleri ve güçlülerin yaratmak istedikleri manipülatif etkileri de katınca, post-truth/öte-gerçek kavramı bugünkü distopyamızı şekillendirmeye başlıyor. Bu kavram, özellikle Trump’ın seçim başarısından sonra sıklıkla kullanılmaya başlandı. Hatta Oxford Sözlüğü, 2016 yılının kelimesi olarak “post-truth” kelimesini deklare etti. Böylesine güncel bir kavram, çok daha geniş inceleme yazılarında analiz ediliyor elbette. Şimdilik distopyamızdaki fonksiyonuna baktığımızda ise; algoritmik sistemler ve troll orduları kullanılarak, kitlelerin düşünce sistemlerini şekillendiren gerçek-ötesi durumlar yaratıldığını görüyoruz. İstisnasız bütün Dünyalılar, gerçeklik algısını yitirerek belirsiz, tekinsiz ve hissiz bir hale mecbur bırakılıyor. Bugüne kadar insanoğlunu, toplumları, bu gezegeni geliştiren sorgulama yetisi, merak ve hayal gücü ise, belli ki bu gezegeni yavaş yavaş terk ediyor. Ne acıklı…

BBC’nin online TV platformu iPlayer üzerinden yayınlanan, Youtube’ta kısa bölümleri paylaşılan ve malum kaynaklarda da bulunan HyperNormalisation da, muhtemelen algoritmaların dışında kalacak ve sadece kısıtlı internet kullanıcısına ulaşacak bir yapım. Oysa içinde yaşadığımız bu distopyayı doğru okuyabilmek ve belki de bu bataklıktan sıyrılabilmek için her kesimden insana ulaşması ve daha çok kişiyi düşünmeye sevketmesi küresel önem taşıyan bir yapım.

Çünkü HyperNormalisation sorunun kilitlendiği noktayı, yani İnternet’i ve sosyal ağları işaret ederek, çözümün de sadece orada bulunabileceğini düşündürüyor. Occupy Wall Street ve Arap Baharı’nı, internetin muhalif sesler tarafından bir araya gelmek için kullanıldığı denemeler olarak tanımlıyor ve bu denemelerin bir örgütlenme biçimi yaratamadıkları için yetersiz kaldıklarını ifade ediyor. Ben bu son iki cümleye ısrarla ‘şimdilik’ sözcüğünü eklemek istiyorum. Çünkü internet ve sosyal medya, henüz bebeklik çağını yaşayan ve sürekli bir devinimle dönüşen ve en önemlisi öncekilerden (matbaa, radyo, TV, sinema) farklı olarak interaktivite özelliği olan bir iletişim ortamı. Kendi evrimini hızla yaşayan sosyal ağlar, eski moda kitle örgütlülüğünden çok farklı yöntemleri yaratmaya da gebe görünüyor. Filmde yer bulmamış olsa da bizim için taze bir örnek olan Gezi Direnişi ve sonrasındaki travmatik ve kesintisiz Türkiye gündemi; sanal dünyanın etkili olabildiği istisnai durumlara da sahne olmaya devam ediyor.

Gezi’den beri durmadan kritik bir gündemle çalkalanan Türkiye’de, bariz ve baskın troll hesaplara ve söylemlere rağmen, sosyal medya gündeminde sık sık “Kamuoyu oluşturma” örneklerini deneyimliyoruz. Malum, ülkemiz her gün, her biri hayati önemde gündem başlıklarıyla çalkalanıyor. Bu kriz bombardımanının altında, geniş kitleleri rahatsız eden olaylarda (ki bu da ülkemizde çok sık karşımıza çıkıyor) kamuoyunun tepkisi özellikle sosyal ağlar üzerinden yayılıyor. Müşterek kaygılar için bir araya gelebilen sosyal medya kullanıcıları, etkili bir gündem yaratmayı tekrar tekrar başarıyor. Dengesiz ve mantıksız bir ülke yönetimiyle karşı karşıya olan ve ana akım medyada hakkaniyetli bir yayın politikası bulamayan sıradan vatandaşlar, hiçbir muhalefet etme kanalı kalmadığı için tepkisini sosyal medya üzerinden göstermeye mecbur kalıyor bu ülkede. Bu korku ortamına ve karmaşık politik çıkarlara hizmet eden kitle manipülasyonlarına rağmen, yüksek katılımın olduğu imza kampanyaları ve hashtag paylaşımları sayesinde de algoritmaları aşan kitlesel bir tepki geliştirilebiliyor. Türkiye’nin TT listeleri, bu ülkede yaşadığımız distopyanın hiddetiyle ilgili en renkli özet aslında.

Sosyal medya üzerinden kamuoyu oluşturmanın önemi belirginleştikçe elbette ‘güçlü’ olanlar buna karşı gardlarını almaya devam edeceklerdir. Türkiye özelinde internet kesintileri, alternatif medya hesaplarına yönelik kapatma kararları ve açılan bir sürü anlamsız dava da sosyal ağların önemini kanıtlıyor. Zaman zaman algoritmaları delerek geniş kitlelere ulaşan paylaşımlar da gösteriyor ki, bu gezegende yaşayan bireylerin interneti sorumlulukla ve bilinçli kullanmaya başlamaları, bu interaktiviteden istidafe etmeleri gerçekten işe yarıyor. Korkunç bir gündemde sıkışan bireyler, etkileşimleri ve paylaşımlarıyla, güçlülerin karar mekanizmaları üzerinde etkili olmayı deniyor. Bu anlamda Gezi, Arap Baharı ve Occupy Wall Street gibi hareketleri başarısız görmek yerine, buralarda kullanılan iletişim yöntemlerini doğru yorumlamak ve geliştirmek gerekiyor. Kim bilir, belki de internet yakın zamanda nefretin ya da tüketimin değil, iyiliğin ve dayanışmanın tüm gezegene yayıldığı bir ortama dönüşecek. Bunun için aktif ve bilinçli internet bireylerine, içerikleri doğrulama mekanizmalarına, sağduyulu içerik üreticilerine ve dahasına ihtiyaç var. Sosyal ağlarda yürütülen bu tip çabalar, bugün bir ütopya gibi görünüyor olabilir. Ancak gezegenimize musallat olan distopyanın panzehiri olarak yavaş yavaş ekranlarımızda beliriyor ve çağın saçmalıklarına karşı bir direniş yöntemine dönüşüyor.

Tekrar filme ve izleyiciyi bekleyen ağır içeriğe geri dönersek, başta da dediğim gibi izlemesi de hazmetmesi de kolay değil. Jane Fonda’nın sosyalistliği bırakıp aerobiği keşfini, Donald Trump’ın kumarhane günlerindeki algoritma ilgisini, Patti Smith ve Çavuşesku çiftini, ilk canlı bombanın ortaya çıkışını, LSD deneylerini, Reagan’ı, Trump’ı, Putin’i, IŞİD ve yapay zeka teknolojisinin bilinmeyenlerini bu üç saatlik zorlu yapım boyunca izliyoruz. Tüm bu çapraşık ve sıradışı içeriği ustaca yöneten Adam Curtis, olup bitenlerden şaşkına dönmüş Dünyalılara, çıldırmış bir gezegenin son 40 yılını distopik bir şov olarak sunuyor.

Ve bu şova muazzam müzikler eşlik ediyor. Gezegenimizin karanlık gerçekliğine yaptığımız bu üç saatlik dalışta; gerçekten rahatsız, gergin ve atmosferik bir müzik listesi karşımıza çıkıyor. Film boyunca şahit olduklarımızı hiper-normalize ederken senfoni orkestralarından synth etkili wave’lere, geniş bir janr yelpazesinde müzikler dinliyoruz. Mesela Brian Eno’nun On Some Faraway Beach şarkısını, gerçek bir kahır ve aydınlanma anında duyuyoruz. Veya Morricone’nin gerginliği distopyamızı daha karanlık hale getirdikten sonra, Shostakovich’in bir suitiyle her şeyin absürdlüğüne kani olabiliyoruz. Rus punk sahnesinden Yanka Dyagileva, Suicide, Nine Inch Nails, Clint Mansell, Aphex Twin, Burial gibi isimler, nasıl bir listeyle karşı karşıya olduğumuzu özetliyor bence. Filmden sonra da dinlemeye devam ettiğim, loop’ladıkça içinde debelendiğimiz gerçek-ötesi ortama en uygun seçimler olduğunu fark ettiğim bu liste; karanlık, tekinsiz, belirsiz bir gezegen hissini pekiştiriyor. Adam Curtis HyperNormalisation’da, her filminde olduğu gibi, müziğe olan kişisel ilgisini distopik bir atmosfer oluşturmak için ustalıkla kullanıyor.

Adam Curtis’in filmografisine bakınca, özenle seçilmiş müziklerin, neredeyse kusursuz bir yakın tarih yazımına da eşlik ettiğini görüyoruz. 21.yüzyıla uygun şekilde, görsel ve işitsel arşivler ile dijital ortamları layıkıyla kullanarak, gezegensel kaderimizi çizen olaylara tarafsızca yaklaşan bir belgesel yapımcı Adam Curtis. 1983 yılından bu yana yaptığı film ve programlar, bugün küresel olarak yaşadığımız birçok sorunun kilit noktalarını tüm çıplaklığıyla ifşa ediyor.  

Örneğin 2005 yılında BBC Two için hazırladığı “The Century of Self”, 20.yüzyılın başında popülerleşmeye başlayan bilinçaltı kavramının, tüketim toplumunu oluşturmak ve kitlelerin algılarını yönlendirmek için nasıl kullanıldığını konu ediniyor. Beyin yıkama, manipülasyon ve kitlesel zihin kontrolü ile tüketimin nasıl pompalandığını ve kitlesel demokrasinin nasıl oluşturulmaya çalışıldığını, yine müthiş bir arşiv çalışmasıyla izleyiciye anlatıyor.

Power of Nightmare ise, bugün tehditleriyle tüm dünyayı saran Orta Doğu’daki terör gruplarının nasıl ortaya çıktığını, bu gruplar üzerindeki kontrolün nasıl yitirildiğini, Batı’daki kitlenin algılarını manipüle ederek yaratılan korku imparatorluğunu ve ABD’deki neo-con’ların dizayn edilişini anlatıyor.

Pandora’s Box, The Living Dead, Bitter Lake ve diğer yapımları… Adam Curtis, gezegen için hayati olan konuları işleyişi, çağın algılarına uygun arşiv kullanımı, cesareti ve objektif yaklaşımı ile, medyanın böylesi tartışmalı olduğu zamanlarda birçok gazeteci ve film yapımcısı için önemli ve çağdaş bir örnek teşkil ediyor. Tüm yapımları da, dikkat ve ilgiyle izlenmeyi, daha da önemlisi sıklıkla incelenmeyi ve paylaşılmayı sonuna kadar hak ediyor, gezegenin kaderi için. Zira;

“Güçlülerin bizi kandırdığı bir dünyada yaşıyoruz.
Yalan söylediklerini biliyoruz.
Yalan söylediklerini bildiğimizi onlar da biliyorlar.
Bunu umursamıyorlar.
Biz umursadığımızı söylüyoruz ama bir şey yapmıyoruz.
Ve hiçbir şey değişmiyor.
Bu, normal.
Gerçek-ötesi dünyaya hoş geldiniz.”