Hiçbir yerde olmayan konfor: Harmondia

Berke ve Burak Mermaid’de, Babylon’da verecekleri konsere hazırlanırken ben de araya kaynadım. Dura kalka sohbet ettik. Onlar arada çalıştılar. Mevzularıyla alakalarını, bağlarını sevdiğim iki arkadaşımla, müziği ve müziklerini ortamıza alıp keyifle muhabbet ettik. Şansımıza hava da çok güzeldi.

Röportaj – Fotoğraf: Deniz Koloğlu

Müzikal birlikteliğinizi, aşkınızı mı konuşarak başlamak istersiniz yoksa Harmondia’yı mı?

Burak: Yani müzikal aşktan bahsetmeye gerek yok bence.

Espri yapıyorum atlamasana hemen yahu.

Burak: E soruyorsun ben de atlıyorum.

Sen rahatla diye espri yapıyorum işte. Peki rahat mısınız öyle?

Burak: Rahatız rahatız.

Berke: Yaylar falan, inanılmaz gergin bir ortam var burada.

“Sayın okuyucular, dinleyiciler ortamı görmeniz gerekiyordu!”

Burak: Buradan rezone eder söyleyeyim. 

2.DSC_0077

Ciddi soruyorum, cevabınıza göre söyleşinin gidişatını belirleriz. Bir yandan da her şey iç içe, onun da farkındayım.

Burak: Mesela şimdi 20 senelik bir mevzu var. Bir yandan da Harmondia, Big Beats Big Times konseri vesilesiyle oldu.

Berke: Hımm evet, ama o bahanesiydi.

Bahanesi dediğin, olacağı varmış anlamında?

Berke: Tabii canım. Bütün bu yaptığımız işlerin içinde* sanırım en çok baş başa kalan, birlikte vakit geçiren ikili biziz. 20 yıldır çokça çalıyoruz, kayıt yapıyoruz. Keza bir Big Beats Big Times konserinde anladık ki Polonya’dan Jakub (Kurek) gelemeyecek, biz de “İki kişi yapamaz mıyız ya?!” dedik…

Burak: …ve yaptık. Sonrasında da “Acaba albüm de mi yapsak?” dedik.

Her şeyin temelinde bir yapma arzusu var aslında.

Burak: Var var evet.

Berke: Big Beats Big Times’in Full Moon’unu da, albümde çalan diğer davulcular haricinde yine ikimiz, burada, Mermaid’de yaptık. Böyle bir sürü süreç oldu. Sonra hep başkalarını da ekledik ama şu anki durum doğal bir seleksiyonun sonucu gibi. Mesela Mutumut’u yapmak da öyle; ben ve Özün Usta, iki kişiyiz. Bir araba var, ona sığacak kadar da eşya ve sonuç Mutumut. Belki bunları düşünerek yola çıkmıyorsun ama öyle olunca da “A böyle en iyi!” diyorsun. Yıllardır bin türlü şey organize ediyoruz ve çoğu da çok yorucu oluyor. Şahsen, Big Beats Big Times’ın son albümündeki müziği sahnede kalabalık bir ekiple çalacağız tatavası ve onun organizasyonu beni çok yordu. İşte kim gelecek, kim gidecek, yabancı konuk kim olacak…

Burak: …memnun kalacak mı, ne olacak, ne bitecek.

Berke: Adamı mı mutlu edeceksin, iki gün provadaki müziğe mi bakacaksın? Çalınan anın dışında bir sürü organizasyon gerektiriyor.

Koşullar da biraz yapacağınız müziği belirliyor gibi bir durum var değil mi?

Berke: Tabii ki! Derken bir gün Burak’a bir sampler almakta karar kıldık. O bizi çok özgürleştirdi. Çünkü evdeki her şeyin sesini kaydetmeyi ve onlarla bir şeyler yapmayı seviyoruz. Bu bir piyano-davul ikilisi değil. Bu, etrafımızdaki sesleri kaydetme metotlarımızı da içine sokuşturduğumuz bir şey. Peki bunu sahnede nasıl çalacaksın şimdi?! Üstüne klarnet de çalmışsın, onu da yapmışsın, bunu da yapmışsın… Ha o zaman da kendimize sampler’da “Bunu şu tuşa koyarım, bunu bu tuşa koyarım” gibi yöntemler geliştirdik. Daha iyi oldu di mi?

Burak: Tabii tabii eğlenceli oldu. 

Müzikal icra, çalıcılık ve bir yandan da yaratıcılık, bestekârlık, kompozitörlük… İkinizde de hepsi var. Bunları ayrı kümeler gibi düşünelim, Harmondia bunların kesiştiği hangi noktalarda, nasıl bir yerde duruyor? Hem Harmondia olarak hem de kişisel müzikal serüvenleriniz bağlamında soruyorum. Bir yerde bir yorum vardı Burak’ın Harmondia’daki varoluşuyla ilgili, neredeydi tam hatırlamıyorum…

Berke: Bir Youtube comment’iydi bence o.

Evet sanırım. “Sonunda Burak’ın izlerini çok daha net duyduğumuz bir proje” minvalinde bir yorumdu.

Burak: Hiç haberim bile yok.

Ben de Harmondia’ya baktığımda iki beyin görüyorum ve tamamen kendi müziğinizi icra ediyorsunuz. Şahsen beni çok heyecanlandırdı.

Burak: Berke’nin kafasına hep bir takım fikirler geliyor. Benim de geliyor. Sonra birbirimizi arıyoruz ve “Aklıma şöyle bir şey geldi. Sadece bunu söylemek için aradım. Önemli bir şey yoktu” diyoruz ama aslında önemli bir şeye adım atmış oluyoruz. Bu çok parametreli bir şey. Birbirimizi müzikal olarak besliyoruz diyebilirim ve hep de böyle oldu. Berke’nin neden hoşlanacağını biliyorum, Berke de benim. O zaman da ortaya birtakım müzikler, daha doğrusu birtakım sesler çıkıyor. Farklı farklı gruplarla çalarken de aynı şekilde oldu.

Harmondia da bunun bir şekilde dışavurumu mu olmuş oldu?

Burak: Baktık ki herhangi birinin etkisi altında da olmadan, ne istiyorsak onu yapabiliriz, çalabiliriz gibi bir duruma geldik…

Berke: …bir de en başında “Yüzde elli elli ortağız” diye konuştuk. Harmondia’nın içinde, bir şeye hizmet etmeden sadece kendimiz olabilelim istedik. Çıkış noktası oydu. Çünkü hep yok “Bu 123’e yakışır mı”, yok “123 öyle bir şey değil” deyip bir ket vuruyorduk. Başka işler için de yapıyorduk bunu.

Oyun bahçesi.

Burak: Valla öyle oldu.

3.DSC_0133

Bir görev dağılımı var mı aranızda?

Burak: Çalarken teknik olarak mı soruyorsun?

Her türlü. İcraatta, yaratımda.

Burak: Tabii, ciddi anlamda var. Melodiler bende gibi duruyor ama Berke’de de bayağı iş var. Bir de onun üzerine davul çalıyor. Set-up’ında birtakım elektronik şeyler var. Sampler var. Birtakım sequenzer durumları var. Bu evdeki -biraz konudan atlamış mı oluyorum bilmiyorum ama- kapı gıcırtısını kaydettik.

Berke: Hımm şu dışarıdaki demir kapı

Burak: İçeridekini de kaydettik. Yani bunları kaydetmemiz gerektiğini düşündük ve onun üzerine bir parça yaptık. Adı da “Part I”. Bu arada biz ikinci albümü de kaydettik. “Part I” de orada. Yakında mikslenecek. Neyse sonra Berke’ye “Hadi arabaya atla” dedim “Niye, nereye gidiyoruz” dedi, “Sen atla ama sadece gaza bas, gitme, kaydedeceğim” dedim. Böylece “Part I”le “Part II”nin arasında bir geçiş kısmı olmuş oldu. Böyle komik komik şeyler.

Berke: Hatta sen çok daha iyi bir motor sesi istiyordun da benim arabam böyle “üüüüüü” yaptı.

Burak: Ben de onun üzerine amfi similasyonu koydum ve arabaymış gibi oldu. Güldük, eğlendik ama kendimize yine zor bir şarkı çıkarmış olduk.

Berke: Ben de arabayı sattım daha iyisini aldım.

Harmondia’nın oluşmasıyla albümü yapmaya karar vermek sanırım paralel. Hatta birbirine sebep olan, birbirini sonuçlayan…

Berke & Burak: Evet, tabii.

Albümün bütünlüğünü nasıl kurguladınız? Ben naçizane bir bütünlük hissi aldım.

Burak: Kendimizi tamamen, hiçbir şekilde bir kasılma yaşamadan, serbest ve rahat bıraktık. İçimizin rahat ettiği şekil buydu, sonuçta da ortaya böyle şarkılar çıktı. Hep bu tarzda gideceğiz diye de bir şey yok.

Berke: Evde kaydetmek de öyle bir karar oldu sanki.

Bir altını çizelim bu evin; “Efenim şu an Mermaid stüdyolarındayız ve ‘A Strange Tissue of Space and Time’ da burada kaydedilmiş”…. Ev, Mermaid derken, burası nasıl bir yer?

Berke: Burası Beykoz’da bahçe içinde, kendi başına bir müştemilattan, gecekondudan bozma bir yapı. Duvar komşusu yok. Bir köyde olduğunu varsayabiliriz. O yüzden de burada gece gündüz çalabiliyoruz. Özel bir akustik mimarisi hiç yok ama sesini bildiğimiz bir yer. Tamamen bizim prova stüdyomuz. Bir yandan da benim evim. Burada biri yemek yapıyor, biri davul kuruyor, biri bir şey söküyor, diğeri ateş yakıyor. Hiçbir yerde bu konforu bulamayacağımızı düşündük. Hem nereye gidersen git hep biriyle çalışma durumu var.

4.A-DSC_0076

Bu sese razı oldunuz diyemeyiz ama değil mi?

Berke: Hayır hayır! Bu razı olmak değil, biz bu sesi tercih ettik. Kendi şahsım adına artık bunca deneyimden, okumadan, düşünmeden sonra en iyi sesi, en iyi teknolojiyi arayan biri olmadığımı söyleyebilirim. Dolayısıyla bir odanın sesi kötüymüş, albüm kaydetmeye uygun değilmiş gibi şeylere hiç inanmıyorum. Hepimiz işte bunun gibi [Deniz’in emektar Zoom H6’sı] kayıt cihazlarıyla sokaklarda gezebiliriz. Ben bu sesten çok tatmin oluyorum.

Burak: Ben de aynı fikirdeyim.

Berke: Bu arada bütün bu dediklerimizi hiçe sayarak, çok iyi bir stüdyoda albüm kaydettik. İkinci yayımlayacağımız albümümüz buranın tam zıttı bir ortamda kaydedildi.

Burak: Blue Kite Audio. Göksu Evleri’nde. Mahmut Albulak yönetiminde. Orası da evimiz gibi oldu. Mahmut çok iyi bir arkadaşımız, dostumuz.

Biraz önce Burak söyledi ama gerçekten bitti mi ikinci albüm…?

Berke: Ufak tefek bir şeyler eklenecek sanki.

Burak: O da bizim şımarıklığımızdan olacaktır. Bazı şeyleri attık bile. Yani sepette başka şarkılar vardı da onları koymadık.

Neyse, onu da heyecanla bekliyoruz ama şimdi “A Strange Tissue of Space”e dönelim; parçalarınızda birtakım küçük hikâyeler sezdim. Belki de ben dinleyici olarak öyle tahayyül etme arzusundayım. Kulak bir adres ya da kişileştirmek ister ya biraz…

Berke: Her şeyin biraz bir hikâyesi var ama o kadar küçücük hikâyeler ki bunlar! Hani uçurumun kenarında duran bir şeyi itiyorsun, düşüyor ve o düşüş ne kadar kısaysa, hikâyesi de o kadar kısa oluyor. Bu şarkıların hepsinin başlamasına bir şeyler sebep oldu. Bir tanesi; özellikle bu aralar kafayı John Cage’e taktığımız için evdeki piyanonun her yerine çiviler, vidalar taktık. Aslında bu yıllardır cesaret edemediğimiz bir şeydi; bu piyano buraya sadece, birisi taşınırken onu apartmanın aşağısına indirtmek için para vermek istemediği için ve o nakliye parasını da biz ödeyebildiğimiz için geldi. Geldiğinde de çok honki tonkiydi. Bir gün bir piyanist gelip “Bu piyano çok şey” diyor, başka bir gün Burak “Bunun akordu iyi değil” diyor veya bir başkası da “Keçelerinin değiştirilmesi, tamiri 3000’leri bulur” diyor. O yapılacak ta, çalınacak… Bir efsane! E o zaman bozmak daha kolay! Nitekim g…z yedi çünkü kolay da değil bir piyanonun içine vida sokmak. Çok güzel oldu bozabilmek. Onu iyice kötü yaparak özgürleştirdik. Mesela sırf onun o sesleri yüzünden bir parçamız oldu.

Burak: Parçanın ismi de o oldu zaten.

Berke: Piyanonun üzerinde yazan Comendinger.

Ernest Comendinger diye ünlü bir piyano imalatçısı ve satıcısı varmış.

Berke: Ta kendisi galiba. İşin garibi bununla kapağını çıkarınca karşılaştık. Piyanonun üzerinde başka bir marka yazıyordu.

Burak: Biz de o ismi sevdik ve onu koyduk.

Berke: Şimdi de senden onun piyano yapımcısının ismi olduğunu öğrendik.

Birkaç kelime not aldım ben. Arada onlardan bazılarını size serbest bir şekilde ya da bir bağlam çerçevesinde söyleyeceğim. Mesela “kararlılık”; müzikte kararlığı nasıl tarif edersiniz? Hani karar vermeyince o albüm çıkmaz ya. Bir yerde dur demen gerekiyordur.

Berke: Bizde genelde o kararı ben veririm. Burak’ın her zaman daha çok ekleyecek şeyi vardır. O eklemeyi seviyor, ben çıkartmayı seviyorum diyebiliriz. Bu aramızdaki bir denge olabilir.

Burak: Beni tuttu aslında Berke. Daha da kopup gitmek istiyordum. Sonra baktım o kadar da kopup gitmenin hiçbir manası yok. Bu arada gerçekten sağ ol Berke!

Berke: Artık bir noktada ne olması gerektiğine dair el sıkışmamız gerekiyordu. Kopmanın sonu yok. Eksiltmenin sonu, sessizliğin dibine yanaşmak. Kanal sayısıyla konuşursak eklemenin sonu da filarmonik olmak. Her şeyi yapabildiğimiz 2018 yılında teknoloji bize izin veriyorken iki kişi gibi de, yetmiş sekiz kişi gibi de duyulabiliriz. O yüzden, albümün kısa bir anında birden senfoni orkestrası ya da bir kuş sesi kullanacak kadar değişkeniz. O kararlılık dediğin aslında denge.

Hâlâ satranç oynuyor musunuz birlikte?

Berke: Bu ara oynamıyoruz.

Burak: Berke başkalarıyla oynamaya devam ediyor.

Özellikle ikinizin beraber oynayıp oynamadığını merak ettim.

Berke: Albüm kaydı döneminde çok fazla oynuyorduk.

Burak: Bir şey kaydediyorduk. Odunları ayarlayıp yakıyorduk. O sırada bir hamle yapıyorduk. Sonra bir şey daha kaydediyorduk.

Hem Harmondia olarak size hem de çok severek dinlediğim iki müzisyene yöneltiyorum bu soruyu: Bu şekilde albüm kaydetmenin bedeli nedir?

Berke: Maddi olarak mı?

Sanırım evet… Bugüne kadarki hem başkalarına hem de size dair gözlemlerimden esinlenerek; daha çok para kazanmak yerine azla yetinerek, dolayısıyla da konfor alanlarınızı dar tutarak müziğinizi dilediğinizce yapmaya devam edebiliyorsunuz. Sorum sanırım, Türkiye’de, İstanbul’da bağımsız bir şekilde müzik yapmanın bedeliyle ilgili.

Berke: Bu albümü yapmamız altı aylık bir süreçti. Birçok insanın desteği oldu. Teknik bir sürü şeye para vermekten kurtulduk. Ama biz bu altı ayda bir yandan da yaşamaya devam ettik. Onun da bir bedeli oldu. Hem artistik olarak hem de fiziksel olarak epey para harcadık. Açıkçası başka hiçbir şey de yapmadık. Bir süredir çok fazla ortalıkta görünmediğimizi düşünüyorum. Dijital olarak yayımlandığı için sıfır liraya mal olmuş gibi görünebilir ama ardında belki de 50 bin lira para var. Bu durum zaten beni çok düşündürüyor. Bir yandan bu çok lüks bir şey. Bu albüm asla o parayı geri kazanmayacak. Mümkünatı yok! O yüzden “Niye yapıyoruz” sorusu… Business olarak konuşuyorsak bunu yapmamızın hiçbir mantığı yok.

Mükemmel bence!

Berke: Evet ama günün sonunda, bunu yapıyor olmak belki de bir şımarıklık, bilemiyorum.

Sanatsal üretim böyle bir şey… Uzunca bir süre önce mesleki bir hamle yapmamın arifesinde “Ben hiçbir zaman çok para kazanamayacağım, yaptığım işler para etmiyor çünkü. Aileme yük olmak da istemiyorum. Hem yaşlanınca aileme nasıl bakacağım?!” dediğimde çok sevdiğim biri “Sen de yaptığın iyi, güzel şeylerle insanlarla besliyor olacaksın” demişti ve çok iyi gelmişti. Tabii ki sürekli bunu düşünerek yapamayız yaptıklarımızı, yoksa çok ciddi bir ego dehlizine düşeriz. Ama bunu böyle yaşamamıza müsaade eden hayata ve sevdiklerimize de teşekkür etmek, şükran duymak gerekiyor diye düşünüyorum ve yaptığımızı da yapmaya devam etmek.

Burak: İyi düşünüyorsun.

Ama icraatı zor. Bazen karanlığa düşmemek elde değil.

Berke: Tabii çok zor. Ama günün sonunda birilerine ulaşıyor olması ihtimali gerçekten değerli. Onu kabul ediyorum. Mesela biraz önce bahsettiğimiz “Sonunda Burak’ın çekirdeği olduğu bir projeyi duymak ne güzel” diyen Youtube yorumunu duyduğum için çok mutluyum. Çünkü yazan kişi için de bunun bir anlamı var. Biz de başka şeylerden çok beslendik. Bir yandan da o kadar doğal ve hayatın kendisine benziyor ki bu durum! Bütün bunların karşılığında biz de bir şeylere su, bir şeylere hava oluyoruz diye düşünerek iyi olmaya devam ediyoruz. Yoksa sıfır iş adamı kafası… Ne kadar öyle düşünmeye çalışsam da beceremiyorum. 

Müzik zamanınız nasıl akıyor diye soracağım gerçi biraz önce bahsetmiş oldunuz; ayrıyken de, birlikteyken de birbirinizi sürekli müzikal fikirlerle “taciz” diyormuşsunuz. Net bir gidişat da çizmemişsiniz ama ikinci albüme soyunup kaydetmişsiniz bile, gibi gibi.

Burak: Bir şekilde birbirimize güveniyoruz. İlk albümün kayıt sürecinde, bir ara Berke’nin yalnız olmaya ihtiyacı olduğunu, o da hissetti, ben de hissettim. Aynı şekilde Berke de beni yalnız bıraktı. “Bak şöyle bir şey yaptım nasıl güzel oluyor mu” diye sormadık. İlk dinlendiği anda zaten okeydik. O çok değerli bir şey. Bu büyük bir lüks bizim için.

Bu sanırım her türlü ilişki tipi için geçerli.

Berke & Burak: Tabii tabii!

Berke: Ayrı ayrı kendi küçük adalarımız var. Kendimizle meşgulüz gibi geliyor bana.

Burak: Biri kendi işiyle uğraşırken öbürü başka bir şeyle uğraşıyor. Herkes sürekli kendi halinde çalışıyor. Ama hep dediğimiz gibi, bu odun kırmak da, çay koymak da olsa tamamen bu işle alakalı olan bir şey olmuş oluyor. Dün ben burada set-up’la alakalı ortalığı karıştırıp bir şeyler kaydediyordum, o sırada Berke yan stüdyoda kendi set-up’ını kurdu. Hep bir fokurdama durumu oluyor.

Ocakta hep bir şey kaynıyor.

Berke: Kahve oluyor şimdi de duyduğunuz üzere.

Burak: Güven mevzusu çok önemli. Birbirimizin dediğini ciddiye almak çok önemli. İnanmak, en önemlisi.

Berke: Yalnız alanları korumak da çok önemli.

Burak: Hatta müzikal anlamda kitlendiğim birtakım teknik noktalar olmuştu sen bana demiştin “Bir yalnız kal” diye. Kara kara düşünüyordum.

Berke: “Kalumbu” mesela.

Burak: “Jacob”da da öyleydi.

İkisi de bünyesinde farklı yapıları barındıran parçalar.

Berke: Evet Kalumbu’da Burak yalnız kalıp son kez bir üstüne çalıştı, Jacob’da da ben. Bazı şeyler birlikte yapılamıyor. Zaten yalnız kalma işi kimseyle birlikte yapılamıyor. 

Merak ediyorum, mondia, har-, mon-, harman, harmony… atıp tutarken mi çıktı Harmondia?

Burak: İsim konusunda Berke sürekli beni dürtükledi.

Berke: Çok fazla şey düşündük.

Burak: Berke çok daha fazla şey düşündü eminim, işin sonunda o buldu zaten. Direkt duydum ve OK dedim.

Berke: Yeniköy Kitapçısı’nda karşıma olmayan yerler, hayali yerler ansiklopedisi gibi iki ciltlik bir şey çıkmıştı. Bir sürü metinden, kitaptan gerçekte olmayan yerlere dair bir antoloji, bir seçki yapılmış. Yapı Kredi’den yayımlanmış. Sevin Okyay çevirmiş. Ahmet satmıyordu onu. Artık basılmıyormuş. Benim de çok ilgimi çekti. Kitabı alıp eve götüremediğim için orada bir gün oturup bütün sayfalarını çevirip baktım ve Harmondia’yı buldum. Karlheinz Stockhausen’ın yazdığı…

Burak: Yazdığı bir marş mıydı?

Berke: Evet ama benim anladığım, o müzik eseri de aslında yok. Biz de onun üstünde oynayalım istedik. Açıkçası internette Harmondia adına hiçbir şey olmamasına da çok sevindik.

Albüm kayıt ekipman ve tekniklerine dair neler anlatmak istersiniz?  

Burak: Sağ olsun Ahmet Ali Arslan kendi evinde kullandığı ekipmanı bize verdi. Çok da yardımcı oldu. Onun dışında davul tonlanmasıydı, simetrik olmasıydı, kaydın nasıl çıkacağıydı falan derken Feryin Kaya ve Can Aykal kurulum sürecinde yardımcı oldu. Kaydı kendimiz yapmış olmamıza rağmen preamp’ını, her şeyini Feryin ayarladı. Sonra bıraktılar biz de tepe tepe kullandık. Herhangi de derdimiz de olmadı.

Albümün miks sürecine ne kadar müdahil oldunuz ve çıkan sonuç, sound başta hayal ettiğinizle örtüştü mü? Kayıtları “Pharoah Talin” ve Emre Değer’e ne kadar emanet edebildiniz?

Burak: Biz miks yapan insana karışmayı çok sevmeyen insanlarız. Çünkü o zaman bir şey yapmasının bir anlamı kalmıyor. Tabii birtakım notların olur, onun da sana birtakım soruları olur, ki daha sonra şarkılar geri geldiğinde ufak tefek notlarımız oldu onlar da “Eyvallah” deyip dediğimizi yaptılar zaten. Bir orta yol bulunur. Miks’i Feryin yaptı [Pharoah Talin], mastering’i Emre Değer yaptı. Zaten bildiğimiz ve güvendiğimiz insanlar oldukları için bir problem yaşamadık.

Peki sürprizler geldi mi o taraftan?

Burak: Feryin yaptığı birtakım proseslerle çok hoşumuza giden sürprizler yaptı. Zaten o şekilde yapacağını biliyorduk. Tabii hiç beklemediğimiz “Vay be ne güzel olmuş burası” dediğimiz yerler de oldu.

1.IMG_6260

Performans Harmondia’nın ne kadarını oluşturuyor? Mesela şu an lansman konseri arifesinde nasıl bir noktadasınız?

Burak: Aslında şöyle, albümdeki iki şarkıyı zaten canlı, hücum şeklinde çalabiliyorduk. Bu albümü yapmaya başladığımızda ise bitmemiş şarkılar vardı. Normalde parçaları bitirip albüm kaydına girmek lazım, mantıklısı bu. Ama burası bizim yerimiz, bizim stüdyomuz, Berke’nin de evi olduğu ve de rahat olduğu için “Niye bekliyoruz ki? Başlayalım. Zaten burada vakit geçiriyoruz. Harmondia yokken de biz burada vakit geçiriyorduk” diyerek yapalım dedik. İşin prodüksiyon faslı çoktu. Ama sahneye çıkıp tıpa tıp aynısını çalmak derdimiz değil. Ama çalamamak değil, çalmamak. Yaptığımız prodüksiyonları canlı çaldığımız zaman daha başka tınlıyor, hatta daha bile başka, güzel fikirler veriyor. İyi anlamda çok şey var.

Şu an konsere doğru, performansı kuvvetlendirmek ya da albümü sunabilmek için yol yordam bulmak üzere bir kampa girdiğinizi söyleyebilir miyiz?

Berke & Burak: Tabii.

Berke: İkinci albüme dair olan şeyleri de çalacağız.

Burak: Big Beats Big Times konserlerinde çaldığımız bir şarkının kırıntısı da var. Onun dışında “Jacob” parçasını da anlatabilirsin sen. 1994 müydü?

Berke: Galiba. Michael Cain’in Cemal Reşit Rey’deki konserinde yaka mikrofonuyla kasede bir kayıt yapmıştık. O konser ve o kayıt bizim arkadaşlığımıza özgü bir şey… Cain’in çaldığı sekiz tane akoru kaydedip, evirip çevirip geçmişte birçok yerde kullandık. Bu albümde de kullandık. Dolayısıyla bu albümün genel tavrı itibariyle birazcık ilintisiz bir parça “Jacob”.

Burak & Berke: 123’ün ilk albümündeki “Soul of Things” şarkısında [Aksel 2009], Arve’deki “Laughter”da [123 – 2010], Big Beats Big Times’ın Full Moon Theory’sinde “Writer’s Bloc”’ta var [2015].

Berke: Hep o ses, o akorlar.

Burak: Dört kere, etinden, sütünden, suyundan, kemiğinden faydalandık.

Berke: Belki insanlar farkına varmışlardır. Daha da ekmeğini yeriz kim bilir.

Yeni bir kelime atıyorum “Disiplin”!

Berke: İşte o akoru kullanmak bizim disiplinimiz.

Burak: Dört akor, dört şarkı.

Berke: Birisi geçen gün şey dedi “Caz üç kişi için on bin akor çalmaktır. Rock da on bin kişi için üç akor çalmak”.

Kayıt tekniklerinde daha önce denemediğiniz, yeni şeyler denediniz mi?

Berke: Hayır. Yeni ve ilginç olabilecek şeyler sadece enstrümanlar. Dediğimiz işte, piyanoyu çivilerle vidalarla hazırlamış olmak bizim için bir ilkti. Birtakım garip başka sesler; shaker yerine ceviz kabuğu kullandık. Hem de buradaki ceviz ağacının kabukları. Demir kapı sample’ı var.

Burak: Daha aklımıza gelmeyen şeyler de vardır. Çok ses var çünkü.

Albümün ismi de buradan telli sanki.

Berke: Albümün ismi Walter Benjamin’in bir yazısından geliyor. O biraz derin bir konu.

O zaman bir kelime daha, “Uzay”!

Berke: Uzay… Walter Benjamin de yazısında biraz açıklıyor; “space” İngilizce’de sadece uzay anlamına gelmiyor ya hani. Bir yandan da boşluk… İşte bu, albümün tüm dokusu için çekirdek bir done oldu; doldurarak değil de boşaltarak da hâlâ şeyler birbirine değiyor manasında. Albümün adının, yaptığımız şeye benzediğini düşünüyorum. Sadece mikroda bir makine değil, makroda bir boşluk. O kadar zor ki bunları tarif etmek…

Harmondia nasıl bir sahnenin müziği; dinleyicisini hiç tahayyül ettiniz mi, çıkacağınız sahneyi hiç düşündünüz mü, bunlar müziğinizin ne kadar parçası, yoksa hiç umurunuzda değil mi?

Burak: “Umurumuzda değil” değil bir kere. Tabii ki insan sahneye çıkmadan önce az da, çok da olsa heyecanlanıyor. Arkadaşlarımız, dostlarımız da çok destek veriyorlar, seviyorlar. Yanımızda da oluyorlar. Doğal olarak da bu bizi heyecanlandırıyor. Ayrıca iki kişi olduğumuz için küçük sahnelerde de çalabiliriz.

Berke: Geçen gün trafikte konuşuyorduk, mesela bizim 21 Mart’ta Babylon’da saat dokuz buçukta canımızın çalmak istemesi lazım.

Şimdi “zoraki” kelimesini attım.

Berke: Bunca yılın sonunda, bu kadar çok yaptığımız bir şey olarak konser vermek biraz durup düşününce yine de garip geliyor. İnsanların karşısına çıkıp bunları yapmak hâlâ tuhaflığını barındırıyor. Çözemeyeceğiz bu işi herhalde. Sahne günü de bir türlü bir rahat edemiyorsun. Bütün gün zaten insanlardan uzak geçiyor. Her şeye “He he, hımm” falan diyorsun. Ancak sahnedeki o bir saatte kendinlesin, gerçekten oradasın. O yüzden oraya çıkmana değiyor bir şekilde. Yoksa bence kulisteki, sahneden önceki hâlimiz bir fecaat, biz değiliz o.

Kendi tonmeister’ınız olacak mı konser gecesi?

Burak: Evet, Mert Aksuna. Çalıştığımız, bir sürü sound engineer arkadaşımız var ama ben nedense bu projede Mert’i istedim. Parçaları biliyor, seviyor. Sahnedeki insanın psikolojisini de düşünmesi de çok güzel.

kapak

Görsellik sizin için ne anlam ihtiva ediyor müziğinizi sunarken? Albüm kapağını kim çekti?

Burak: Berke.

Berke: Çok eski bir fotoğraftı o. Belki de Holga’yla çektiğim ilk makaradan çıkan bir fotoğraf. Onu bulmak çok güzel oldu. Yakıştı da buna sanki. Biraz mobese gibi geliyor. Mavi bir gökyüzü var, ama teller de var. Çok şımarır da oradan atlarsan bir yerlerini yırtabilirsin.

Klibinizden bahsetmek ister misiniz?

Berke: Klip yıllardır bekliyormuş resmen. Onlar, Mozambik ve Svaziland’da çekilmiş orijinal görüntüler. Her fırsatta bunlardan ne olur diye açıp bakıyordum. İnanılmaz bir rastlantı oldu. Zaten filmde gözüktüğü gibi, kadınların o dansı, söyledikleri şarkı hiç kesilmedi. Sanki bu şarkıyı onlara yapmışızcasına.

Onlara uyarlamadınız değil mi?

Berke: Hayır. Biz de görüntüdeki sesle müziğin bağdaştığını keşfettik bir şekilde.

Hep ritim kaçtı kaçacak diye bir tansiyonla izliyor insan ama kaçmıyor.

Berke: Evet inanılmaz bir şey! Bu Afrika’nın ana toprak olduğuna dair büyük bir şey de söylüyor. Üç zaman üzeri iki zaman ya da dört zaman üzeri üç zaman; onlarda üç erkek, iki dişi… iki zaman birbirine geçiyor. Oradaki her ritim kabulü gösteriyor. Bizim çaldığımız, günümüzde konumuz olan meter’la, tempoyla, matematikle sabitlenmeye ihtiyacı olmayan genişlikte kabul edilecek bir şey var orada. Film bize büyük resimde, hepsinin ne kadar unified olduğunu bir kere daha anlattı. Biz bir şey yapmadık. Onlar bir araya geldiler, biz izledik.

Menajeriniz olacak mı?

Berke: Menajer öyle istediğimiz zaman olan bir şey değil. Daha önce hep “Biz artık profesyonel bir grubuz, menajerimiz de olmalı” diyerek adımlar attığımızda bir sürüsü başarısızlıkla sonuçlandı. Gerçekten bizi anlayıp bir yere taşıyabilecek birini tanırsak olur.

Konuştuğum müzisyenlerden bazıları, konser vakitleri “Konsere mi konsantre olayım yoksa paranın peşinde mi koşayım” diyerek menajere ihtiyaç duyduklarından bahsediyorlar.

Berke: Müzisyenin “Ben sadece müzikten anlıyorum” tavrı bayağı sıkıntılı. Yeri geliyor şoför de, hamal da oluyorsun. Her şeyi yapmak gerekiyor. Yemek de yapman gerekiyor. Sadece müzikten anlayan yüce bir zekâ olup başka hiçbir şeyden anlamıyor olma lüksümüz yok. Doğaya karşı öyle bir sorumluluğumuz var bir kere. Para işine karışmayayım diyemezsin. Parayla yaşıyorsun çünkü. Karışmazsan da kimse sana paranı vermez.

Kendini müzikle ifade eden kişiler olarak müziğinizle ilgili konuşmak size nasıl geliyor? Kendinizi tanıtmak konusunda da ne düşünüyorsunuz?

Burak: Ben deli gibi müziğimi tanıtmak heveslisi bir insan değilim. Zorla da tanıtılmaz zaten.

Müziğinizi, müzik dışında başka bir ifade biçimiyle dillendirmek diyeyim.

Berke: Çok fazla çöp de var. Arşivlere dönüp de bakınca uzun zamandır söyleşi yapmak istemeyişimizin sebebi birazcık anlaşılıyor. İçi boş. Röportajı yapmak isteyen yok. İki taraf da öyle. Ödev olarak verilmiş bir şeyi “Görünmek faydalıdır” düşüncesiyle müzisyen de kabul etmiş. Yani öyle buluşma ki soranda da, ona cevap verende de bir meymenet yok ve o dergilerde öylece duruyorlar. Okuduğunda ondan da sana bir şey geçmiyor.  En az bu yaptığımız sohbet kadar olmadıkça sanki hiçbir işe yaramıyor.

Burak: Sanki değil, hiçbir işe yaramıyor. Öyle röportajlar yaptık ki, laf olsun diye. CD’yle gelmiş ama daha CD’nin jelatinini açmamış…

Berke: …ve sana “Bu ne?” diye soruyor…

[*] Tamburada, 123, Korhan Futacı ve Kara Orkestra, Dandadadan, Big Beats Big Times