“Hiçbir zaman güneş ve papatyalarla alakam olmadı”: Angel Olsen

12 Eylül günü Salon İKSV’de sahne alan Angel Olsen’la, konserin hemen öncesinde hem kendisinin hem müziğinin karakteri üzerine sohbete koyulduk.

Röp: Chris McLaren – İllüstrasyon: Ethem Onur Bilgiç

St. Louis, Missouri’de (Amerika’nın tam ortası) yetişen Angel Olsen, gönderildiği özel Hıristiyan okulundaki yetiştirilme tarzına lisede bir punk grubunda çalarak isyan etti. Gençlik öfkesinden sıyrıldıkça, Pedro the Lion, Yo La Tengo ve Neutral Milk Hotel gibi gruplara yöneldi; şarkı yazmasını geliştirmesine, yumuşacık bir serenattan sivrilen bir “Fuck you!”ya kadar sözlerini ve sesini öne çıkarmasına ilham veren tınıların daha sessiz müzikler olduğunu keşfetti. 2010’da çıkardığı kaset Strange Cacti, onu ilerleyen günlerde turne kadrosunda geri vokal olarak yer almaya ve birlikte çalışmaya davet edecek olan Will Oldham’ın kulağına çalındı. Bu deneyim için minnettar olsa da, Olsen kendi müziğine yoğunlaşmak için Oldham’la yollarını arkadaşça ayırdı ve 2012’nin Half Way Home‘u ve geçen yılın yoğunluğunu yavaşça ve çıtır çıtır yayan albümü Burn Your Fire For No Witness’ın gücüne güç kattı.

Olsen hakkında yayınlanan çoğu yazı müziğini Americana kulvarında görüyor. Strange Cacti‘deki baskın “finger picking” tekniği, akıllara Dolly Parton’ı getiren vokal yükselişi (kendisi Dolly Parton’ın “I Couldn’t Wait Forever”ını da seslendirmişti) ve Burn Your Fire‘daki bazı parçaların temellerini oluşturan country vals’i göz önünde bulundurduğumuzda kulağa yerinde gelen bir yakıştırma. Yine de, bunu Olsen’a söylemeyi denerseniz kıçınızı tekmelemesi muhtemel. 12 Eylül’de Salon İKSV’deki performansını izledikten sonra, kimi zaman sağır eden davulları, inleyen gitarları ve kıyılmış, yaralı vokalleriyle Olsen’ın folk müziğine nazaran bir tür ateş olduğu aşikâr.

Ses kontrolünden sonra biraz temiz hava almak isteyen Olsen, Bant Mag.‘la şov öncesi bir röportaj için dışarıda, yağmurun altında oturmayı tercih etti.

Müziğe nasıl bulaştın? Önceden gelen bir vokal ya da gitar eğitimin var mı?

Müzikle ilgilenmeye küçük bir çocukken başladım, klavye ve piyano çalardım. Dört yaşlarındayken ailem bana Yamaha bir klavye aldı. Piyano ve benzeri şeylerle erkenden oynamaya başlayan çocuklardan biriydim yani. Yine aynı zamanlarda kendime bir de Panasonic kayıt aleti aldım ve kasetler doldurmaya, üzerlerine melodiler kaydetmeye başladım. Buna alışarak, bir bakıma sesimin neler yapabileceğini ve ona nasıl başka şeyler yapmayı öğretebileceğimi, notaların belli şekillerde söylendiğinde nasıl hissettirdiklerini keşfetmeye başladım. Yaptığın şeyi geri dönüp dinlemenin bilimsel bir tarafı var. Bu yüzden kayıt yapmak, sesinizi geliştirmenin büyük bir bölümü. Bir şeyi yaptıktan 10 dakika sonra dinlemektense, birkaç gün sonra kayda geri dönmek bakış açınızı büyük ölçüde değiştirebiliyor. Bunu çok sık yapıyor olmanın bana yardımcı olduğunu düşünüyorum.

Piyano öğretmenim koyu bir Katolik’ti. Bir gün derse takma tırnakla gelmemden o kadar nefret etti ki bana o tırnaklardan kurtulmadıkça bir daha piyano çalamayacağımı söyledi. Ben de piyano derslerini bıraktım. Zaten teorik eğitim konusunda pek başarılı değildim. Böylece gitar çalmaya başladım ve gitar öğretmenim, “Hadi, sadece çal. Sana teori öğretmek istemiyorum. Sadece çal, notaları kendiliğinden bulacaksın. Bulacağına inanıyorum” dedi.

Will Oldham’la çalışarak geçirdiğin vakitten sana kalan en önemli şeyler neler?

O zamanlar çok içime kapanıktım, herkesten gençtim, kadındım ve müzikal ve yaratıcı anlamda “Burada bir şeyler değişmeli” demeye hakkım bile olduğuna inanmıyordum. Yani aşacağım sınırlardan ziyade yönlendirmem gereken şeyler vardı. Ama onları izlemek ve sesçilerle, mekân sahipleriyle, sponsorlarla bir arada olmak ve turnedeyken sayısız röportaj verme gerekliliği sayesinde işlerin endüstri içinde nasıl yürüdüğünü fark etmenin beni hazırladığını ve yaptığım son albüme uyarlandığını düşünüyorum. Yani bazı açılardan, kartlar değişti diyebiliriz. Ben bir grup lideriyim. Herkesle ilgilenildiğinden ve herkesin rahat olduğundan emin olması gereken kişiyim. Ben çok içine kapanık bir dışadönüğüm. Sahnede gürültülü olabilir, şarkı falan söyleyebilirim ama gerçekten herkesin iyi vakit geçirdiğinden emin olan kişi olmayı sevmiyorum. Bana göre şöyle olmalı: “Eğlenip eğlenmemek sana kalmış. Bu kendi kafanın içinde. Eğlenceyi kendin yaratmalısın.” Ama bu roller kendiliğinden ortaya çıkıveriyor işte. Ayrıca bu harika müzisyenlerle tanışmak ve şarkılarım hakkında konuşabileceğim bir dil geliştirmeyi çözmek de büyük bir değişiklikti. Onunla çalışmadan önce yapabildiğim bir şey değildi bu. Bunu sıklıkla düşünüyorum. Bence grubuma şarkılarımdan birini çok kesin ve sabırlı bir yolla öğretirken de tüm bunlardan çok faydalanıyorsunuz. Sesinizin tonu bile çok önemli. “Hayır bu çok kötü! Bu değil!” diyemezsiniz. Demek istiyorum ki söylediğiniz her şey en mükemmel şekilde söylenmeli. Öğrendiğim şeyler bir hayli ilginçti ama elbette aynı zamanda çok farklı insanlar olduğumuza karar verdim. Benim yapacağım ve onun yapmayacağı ya da tam tersi olan şeyler var. O deneyimden alabileceğimi aldım ve bunu onun da bildiğini umuyorum.

Bana öyle geliyor ki dünyanın bazı bölgelerinde Americana’nın bazı yönleri dinleyiciye aktarılamıyor.

Sanıyorum müziğimi Americana olarak görmüyorum, ama bazı bölümleri bazı açılardan öyle galiba… Folk temelli müzik birçok açıdan Americana kabul ediliyor. Sanıyorum kendimi hiç öyle görmedim çünkü onu da içeren başka birçok şey yaptığımı hissediyorum. Yani kendimi gerçekten sadece o türe ait hissetmiyorum. Bence eğer bir müziğin içinde barındırdığı bir tür herhangi bir sebepten birilerine ulaşamıyorsa, bir başkası onlara ulaşacaktır.

Müziğinin Americana türünde olduğunu söylemeye çalışmıyordum aslında…

Kıçını tekmelerim! (gülüyor) Ben Americana değilim tamam mı?

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:43’e ulaşabilirsiniz.