İştah kabartan emsalsiz serüven: Pir-i Lezzet

Saygın Ersin, fantastik öğelere bandırılmış Türk edebiyatının gördüğü, cebinde sürprizi en bol, hayal gücü en geniş isimlerinden. Onu kısa sürede kült yazar mertebesine taşıyan Yedi Kartal Efsanesi üçlemesinin ilk iki kitabıyla başlayan edebi yolculuğu polisiye öykülerden oluşan Emekli Polisler Lokali ile devam etti. Orkun Uçar ile birlikte kaleme aldıkları Derin İmparatorluk’un takipçisi ise yazarın kendisiyle gerçekleştirdiğimiz bu röportajın ana konusu olan Pir-i Lezzet oldu.

Röportaj: J. Hakan Dedeoğlu – İllüstrasyon: Zeynep Özatalay

2017’nin Ekim ayında April Yayınları etiketiyle yayınlanan Pir’i Lezzet’i tavsiyelere kulak vererek keşfetmem biraz zaman almış olabilir, kabul, ama neyse ki edebiyat dünyasında sular müzik ya da sinema evrenindeki kadar hızlı akmıyor. Bu da Saygın’a, okuyanlarını benzerine pek rastlayamayacakları bir serüvene sürükleyen son kitabıyla ilgili merak ettiklerimizi sormamıza ve sizlerle paylaşmamıza müsaade ediyor. Yazarın merak ettiğimiz konularla ilgili aşağıda vermiş olduğu yanıtlar, Aşçıbaşı’nın hünerlerini ve serüvenlerini okumamışlar için pek bir şey ifade etmese de, umarım kitabı “okunacaklar” listesine eklemelerine vesile olur. Zira kitap sıfır pişmanlık ve tam takır zevkten ibaret.

Yine de ufak bir özet geçmek gerekirse; kitabın kahramanı doğaüstü bir tat alma duyusuna ve yaptığı yemeklerle insanları efsunlama yetisine sahip Aşçıbaşı, nam-ı diğer Pir-i Lezzet. Aşçıbaşı, tarih boyu birçok talihsiz roman kahramanın yaptığı gibi imkânsız bir aşkın ve intikamın peşinden giderken türlü badireler atlatıyor. İşin kuru özeti tabii bu. Ama romanla ilgili bilinmesi icap eden bir diğer husus ise yazarın baş karakterine bu gücü vermekle kalmamış olması ve en az Aşçıbaşı’nın kendisi kadar yemek dünyasına dalıp, okuyucuyu da peşinden sürüklüyor olması. Pir-i Lezzet, 17. yüzyılda, Osmanlı topraklarında geçiyor. Ve kitabın en etkileyici tılsımlarından biri de bu noktada parlıyor. Yazar bizi Aşçıbaşı ile birlikte Topkapı Sarayı’nın mutfağına, yemeklerin lezzetlerin dünyasına sokuyor. Onunla birlikte soğan doğruyoruz, et dilimliyoruz, baharat seçiyoruz, şerbet içip adını dahi bilmediğimiz eski yemeklerin tadına bakıyoruz. Ve Ersin’in Pir-i Lezzet’deki en büyük başarılarından biri gerçekten yemeklerin tadını, kokusunu, kıvamını hissedecek kadar bizi işin detayına, içine çekebiliyor olması. Lezzet duyusunun tasvirine bu kadar kafa yoran, yer ayıran ve bunu layıkıyla yapan çok az roman vardır.

Hal böyle olunca ister istemez yazarımızın yemek mevzusuyla ne kadar içli dışlı olduğunu merak ediyor insan. Yemek yapma sanatına olan hâkimiyeti mi romanın konusunu belirledi, yoksa romanın konusu mu onu bu evrenin kapılarını aralamaya itti? “Kitaba başlamadan önce yemekle aram iyiydi. Yani ‘kendi karnını doyurabilme’ seviyesinden birkaç adım ilerideydi. Salatada iddialıydım, hazır mezeye muhtaç kalmadan rakı sofrası kurabilirdim. Ama asla bir gurme, bir yemek âşığı değildim. Kitaba başlamamla birlikte bütün algılarım yemek üzerine yoğunlaştı elbette. Kaçınılmaz olarak çok şey öğrendim, çok şey denedim… Fakat hâlâ bir gurme ya da yemek âşığı değilim.” diye anlatıyor romana girişmeden önce yemek dünyasıyla olan münasebetini. Spesiyalitesi ise, aradan geçen onca yemek araştırmasına rağmen hâlâ soğan salatasıymış. İzmir’de yaşayan biri için salatalar konusunda ihtisas yapmak çok şaşırtıcı değil elbette.

Peki, romanın çıkış noktası, ilk kıvılcımı neydi? Bu soru aslında okuyup sevdiğim tüm romanlar için birincil merakım olmuştur. Anlık bir fikir, okunan bir makale, duyulan bir hikâye, akıllarda yer etmiş çocukluktan kalan bir hatıra… Ersin, çıkış noktasının yemeğin aracılık ettiği bir aşk olduğunu belirtiyor. Ve üstüne ekleyerek, ilham kaynağını anlatıyor: “Aslında bir hikâyeden… Calvino’nun, Jaguar-Güneş Altında kitabında geçen bir hikâyenin kıyısına iliştirilmiş minicik bir öykücükten: Bir manastırda, bir rahip ile bir rahibe, bir şekilde birbirlerine âşık olurlar ama görüşme şansları yoktur. Yaptıkları yemekler aracılığıyla haberleşirler. Yemeği bir dil haline getiriler… Pir-i Lezzet’in kıvılcımı işte budur.”

pir-i-lezzet-zeynep-özatalay-web

“Kitabın kurgusu ilk aklıma geldiğinde çok heyecanlanmıştım ama çok da korkmuştum. Fikrin sadece altını değil; sağını, solunu, üstünü, başını hakkıyla doldurmak çok zordu, bunun farkındaydım.” sözleriyle anlatıyor romana başladığı zamandaki endişelerini. Yemek dünyasıyla bu kadar haşır neşir olacağına karar verdiği romanına başlarken kendisi de uzun bir lezzet yolculuğuna başlamış. Spesiyalitesi soğan salatası olan biri olarak, romana başlamadan önce bir buçuk yıla yakın bir süre araştırma dönemi geçirmiş. O dönem ve sonrasıyla ilgili şöyle devam ediyor: “Pir-i Lezzet’in hikâyesiyle benim kitabı yazma maceram arasında tuhaf bir paralellik var… Okumak öğrenmek sadece teknik bir fayda değildi benim için. Moral de depoluyordum, özgüvenimi tazeliyordum. Sonunda, yaklaşık bir buçuk senenin sonunda, zihinsel anlamda donanımım tamamdı. Artık korkmuyordum. Fakat sorun şuydu ki, bir hikâyem yoktu. O noktada, araştırmayı durdurdum. Zihni bir kenara bırakıp, duygulara, yani hikâyeye ve karakterlere odaklanmaya başladım. Tıpkı Aşçıbaşı’nın Itırlar Hanımı’nın konağında yaşadığı kırılmaya çok benziyordu bu süreç…” Yemek meraklısı okuyucular tarafından rahatlıkla menülerine dahil edilebilecek türlü tarif ve fikir barındıran romandan geriye ise kendisine balık çorbası kalmış.

Romanı bitirdiğim zaman en merak ettiğim konulardan biri ise, eşine az rastlanır doğaüstü bir güce sahip olan Aşçıbaşı’nın bu kitaptan sonra da serüvenlerine devam edip etmeyeceğiydi. Zira Aşçıbaşı bir nevi bir süper kahraman sayılır ve süper kahramanların maceralarına devam etmek gibi bir huyları vardır. Ancak Ersin öyle düşünmüyor: “Hayır! Bunu ta romana başlamadan önce de istemiyordum, şimdi de istemiyorum. Edebi ve kişisel nedenlerden dolayı… Birincisi, Aşçıbaşı karakteri, birden fazla macerayı kaldıramaz. Gölge tarafları çok güçlü çünkü. Birkaç macera sonra ya çöker ya da karanlık tarafa kaymaya başlar. Bunlar teknik mevzular. Devam maceralarıyla ilgili kişisel olarak da sorunum var zaten. Bitmeyen macera demek, bitmeyen kaygı demek. Yedi Kartal Efsanesi ve onun bitmemesiyle meşhur son kitabı Ateş ve Bedel bana ve kalemime yeteri kadar yük bindiriyor zaten. Taşıyamayacağım bir sorumluluğu daha alamam. Ha, ama bir başka Pir-i Lezzet’in hikâyesi derseniz; daha geçmişte yaşamış ya da günümüzde yaşayan, o ayrı konu… Neden olmasın?” Gerçekten de neden olmasın?

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:64’e ulaşabilirsiniz.