İstanbul punk mitolojisi: Tünay Akdeniz

Tünay Akdeniz’in 1970-1980 arası yayınladığı şarkılarının toplandığı “The Godfather of Turkish Punk” plağı Ironhand Records tarafından geçtiğimiz kasım ayında yayınlandı. Enstrümantal versiyonlar ile birlikte 12 parçanın yer aldığı albümde iki de sürpriz şarkı bulunuyor. Bu vesileyle Erinç Güzel, Tünay Akdeniz’le derinlemesine bir sohbete oturuyor.

Röportaj: Erinç Güzel – İllüstrasyon: Rajab Eryiğit

Bugün size “Nick Cave mi daha punk yoksa Ozzy Osbourne mu yoksa Dadaloğlu mu?” diye sorsalar şöyle bir oturup etraflıca düşünmek gerekir. O düşüncenin de haliyle bir sistematiği olması gerekir. Çünkü punk dediğin insanlığın koskoca mücadele tarihinde başkaldırı biçimlerine verilmiş isimlerden sadece biri olmasının yanı sıra, hem yakın tarihin estetik üsluplarından biri hem de müzik türlerinden birkaçı değil midir? Hangisini baz alıp da cevap vermek lazım? Üç akoru mu, isyanı mı, bireyciliği mi, kolektivizmi mi, estetiği mi, görsel dili mi?..

Tünay Akdeniz, ne zaman müzik muhabbetlerinde gündem olsa yeniden bu konu da gündeme gelirdi keza Türkiye’nin popüler müzik tarihinde “Punk Rock” teriminin görüldüğü ilk yer Tünay Akdeniz ve Grup Çığrışım’ın “Mesela, Mesele” 45’liğidir. Kimisi, o Punk Rock damgası bir şakaydı diye yazar, kimisi de müzik punk değil amader. Ben de hep aynı soruları yöneltir dururum: Punk’ın en ünlü grupları arasında bir sound birliği var mı? Pistols ve Clash’in arasında politik ve müzikal açıdan dağlar kadar fark yok mu? Peki ya Crass ve Ramones arasında? Henry Rollins’ten yaklaşık yirmi sene evvel “Salak” 45’liğinin kapağına “Kafanı, mideni ve kalbini boş şeylerle DOLDURMA!” yazan, grindcore veya death metalin türemesine daha on sene varken kameralara ceketine astığı sakatatla poz veren; “Rock müziğinin havası ağırdır ben onu mizahla dağıtmayı seçtim” deyip “İşte aşkın tarifi” ve “Salak” kadar nüktedan ve muazzam şarkılara imza atan, kendi plaklarını kendi yapan (d.i.y), kapak tasarımlarında kes-yapıştırdan ilham alan, şarkıları yasaklanan, sonra yasaklayanları ülkede dava etmeye ilk cesaret eden müzisyene 70’lerin şahane sıfatlarından en yakışanı “PUNK” değilse nedir?

ta

“1975’te henüz bu tabirler yoktu. ‘Rock’ tanımı bile çok sonraları kullanıma girdi. ‘Underground’ deniyordu bizim yaptığımız müziğe o zaman.”

“Mesela, Mesele” 45’liğinin kapağındaki Punk Rock damgasının bir hikâyesi var değil mi? 1978’de Türkiye’de punk dinliyor muydunuz? 
Evet elbette. Biz “Mesela Mesele”nin henüz daha kayıtlarını yaptığımız dönemde punk ve Sex Pistols yeni bir furya olarak yayılıyordu dünyaya. Sonradan 45’liği basan Nazmi Şenel de o dönem İngiltere’deydi. Benim de ilgimi çekeceğini tahmin etmiş. Sonradan Sex Pistols’ın Anarchy in the UK plağını Türkiye’de ilk basan Nazmi Şenel’dir. Çok açık fikirli bir insandır. Yani bizim plağımız hazırdı ama kapağı hazır değildi. Cağaloğlu’nda bir stüdyoya çekime gittik. Zincirler, pinler… O zaman henüz sakatat asılı değil ceketimde. Elektrogitarımız da yoktu. Düşününce akustik gitarlı bir Punk çok absürt bir görüntü aslında.

“Salak” döneminde müziğinizi hangi janrayla tanımlıyordunuz? 
1975’te henüz bu tabirler yoktu. Rock tanımı bile çok sonraları kullanıma girdi. Underground deniyordu bizim yaptığımız müziğe o zaman. Türkiye’de hep ritim ve içerik tartışmaları olmuştur müziği tanımlama hususunda. Bu punk mevzusunda da aynı şey geçerli; “ritmi punk değil” diyorlar. Ancak içeriği punk. Her ülkenin bir toplumsal müziği var. Rock n’roll zaten bize ait bir müzik yapısı değil. İçerikte de batıdaki muadillerin kadar sivrileşme imkânın yok. Ben toplumsal absürtlüğü kadın erkek ilişkileri üzerinden işlemeyi seçtim. Ritim, kompozisyon konusunda da bambaşka bir bakış açım vardı. Mesela “İşte Aşkın Tarifi” için bu bir rock şarkısı mıdır değil midir diye sorsan, “Değildir” diyen çıkmaz. Halbuki o da tür olarak batıdaki özdeş gruplarından farklı bir noktada duruyor. Çünkü ben ne şimdi ne de o zaman standart ritim ve kompozisyon yapılarından hoşlanan bir insan değildim. Bir ritimle başla, sonra solo koy vesaire… Bence müzikteki o akıcılık değişmeli, dinleyicinin dikkatini bozmalı. Basitçe tarif etmeye çalışayım; Zager and Evans’ın “In the year 2525”ını bilirsiniz. Çok tekdüze kurgulandığı için şarkının içinde iki üç defa modülasyon yapma ihtiyacı duymuşlar. Ama ben modülasyon da sevmiyorum. Kastettiğim ve yapmaya çalıştığım hep müziğin içindeki değişimler oldu.

Dinleyicinin bu duruma tepkisi nasıldı? 1960-1980 arası Türkiye müzikte özgünlük konusunda eşsiz bir dönem yaşamış, halk müziği sentezi ya da batı müziği devreye girdiğinde özellikle… 
Bambaşka bir boyutu da var bu konunun. Türkiye’deki müzisyenlerin ta o zamandan günümüze dek geçerli olan bir handikapı vardır: Kendilerini hızlıca lanse edebilmek adına kısa yoldan halk ezgilerine başvururlar. Çünkü cover yaparken seçtikleri müzik zaten insanların kulağında, beyninde ve kalbinde yer etmiş ezgiler olduğu için insanlara kabul ettirmekte ve kendi isimlerini duyurmakta zorluk çekmezler. Bunun pekâlâ kolaya kaçmak olduğunu söyleyebiliriz, şöhret olmak adına hızlı bir yol. Halbuki halk müziğinin kulağa hoş gelen ezgilerini bateri veya bas kullanarak yeniden söylediğinde “sentez müzik” yapmış olmuyorsun.

Kendi eserini üretmek buna kıyasla çok daha zor gibi görünüyor ama ben o kadar da zor olmadığını düşünüyorum. Yaklaşım meselesi. Dünyada birçok grup sayısız eser üretmiş. Lennon üretmiş, Zeppelin üretmiş, Pink Floyd üretmiş. Elbette sonu var üretimin longplayde yer kısıtlı sonuçta.

Elbette bahsettiğim Erkin Koray, Cem Karaca, Tülay German gibi, Ersen ve Dadaşlar gibi isimler değil. Onlar da halk müziği temelli ezgilerle eser ürettiler ama mükemmel ürettiler. Hem çok iyi müzisyenler hem de düşüncelerini işleyebiliyorlardı. Cover yapmak o kadar kolay bir iş değildir çünkü. Bir de cover’la çıkış yapmakla müzik kariyerinin bir döneminde sevdiğin şarkıyı yorumlamak farklı şeyler. Cover yapmak kötüdür demeye çalışmıyorum yani. Yoksa daha yakın tarihteki isimlerden Pentagram da cover yaptı mesela, ama bu şekilde meşhur olmadı. Aşık Veysel cover’ladıklarında neredeyse yirmi yıldır kendi müziklerini yapıyorlardı. Çok severim Pentagram’ı, bahsi geçmişken belirteyim.

Siz kendi müziğinizde nasıl bir yol çizmek istediniz bu yaklaşım konusunda?  Çünkü ilk grubunuz Gölgeler; Çığrışım’ın ilk ismi Çığrışım Folk. O dönemde de hem bağlama çalıyorsunuz hem gitar. 
O yıllarda henüz rock tabiri kullanılmıyordu. Rock müzik ve türevleri; heavy metal, death, thrash gibi sınıflandırmalar çok sonraları dillendirilmeye başlandı. 1965 civarları Yardbirds, Animals gibi grupları dinliyordum. Beatles çok sevmezdim mesela. Hep sert müziklere ilgi duydum. Dolayısıyla sonradan Led Zeppelin, Black Sabbath gibi gruplar hayatıma girdi. Hâlâ da ikisini çok severim, gerçi Houses of the Holy’den sonra Led Zeppelin de türde kayma yaptı. Neyse o dönem ben Karabük’te lisedeyken Gölgeler’i kurduk. “Karagözlüm Efkarlanma Gül Gayrı”yı beat şeklinde aranje etmeyi denedik. Milliyet’in liselerarası müzik yarışmasına katıldık ve bu benim için bir milat oldu. Çığrışım Folk, Makine Mühendisliği okumak için İstanbul’a geldiğim zaman kuruldu. Bilinen birtakım türküleri bağlama, gitar, tumba veya kaşık gibi enstrümanlarla, darbuka kullanmadan çaldığımız uyarlama müziğiydi. O dönem için geçerli bir üsluptu. Zaten o zamanlar Türkiye’de rock diyebileceğimiz anlamda bir batı müziğini kimsenin icra edilebildiğini düşünmüyorum. Erkin Koray yapabildi bunu. Bir de Anadolu Pop güzel bir yaklaşımdı. Her şey bir aşama neticede.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:61’e ulaşabilirsiniz.