Kara Yüzlü Mücadele: Her Daim Klasikler

İKTİSADÎ GENİŞLEMENİN VE “BİREYSEL HAKLAR” DİSKURUYLA SOSLANMIŞ BİR SERBEST GİRİŞİMCİLİĞİN HERKESE YETECEK KADAR BİR ÜRETİME EL VERECEĞİ VE SONUNDA İNSANLARIN ÇALIŞMAYACAĞI FİKRİ UZUN ZAMANDIR MUŞTULANIR. YANİ YAKIN GELECEKTE İNSANLAR İNSANLAR İÇİN DEĞİL, ROBOTLAR İNSANLAR İÇİN ÇALIŞACAKTIR. İŞÇİ SINIFI SÖYLEMİ GERİDE KALMIŞTIR.

Bu yazı Bant Mag. No. 2’de yer alan “Madenciler” konusunda yayınlanmıştır.

Yazı: Ulus Atayurt

Ancak bu tip bir düşünce, çalışmanın bütün külfetini “beden”e yükler, “kogniterya” gibi yeni işçi sınıfı kategorileri üzerine akıl yürütmez. Günde sekiz saat bilgisayar teknisyenliği, metin yazarlığı ya da çağrı merkezi işçiliği yaparak kırılgan şartlarda yaşayan bir genç, bedenin külfetinden yoksun mu olacaktır? Beli ağrımayacak mıdır? Oldu da, kol gücü ve zihin gücü arasında yapılan bu sunî ayrımı kabul edelim. Fikir işçiliği, onun yarattığı sınıfsal eşitsizlik mücadelesiz bir şekilde ortadan kalkar mı?

Her şeyden önce, 21. yüzyıl kapitalizminde hâlen tüketilen malların büyük bir kısmının bildiğimiz “kol emeğiyle” yapıldığını görmemek imkânsızdır. Mesela, bugün dünyada üretilen elektronik ürünlerin devreleri ve aksamlarının hemen hepsi Güneydoğu Asya’da, daha küçük ellere sahip oldukları için tercih edilen kadınların çalıştığı fabrika ve atölyelerde montajlanır. Bugün “bilgi toplumu çağı” diye adlandırılan evrenin tüm taşıyıcı araçları, telefon, bilgisayar, tablet, televizyon, vs. kadim beden emeğiyle piyasaya sürülür. Robotlarsa ancak teknoloji pazarlayan televizyon reklamlarında çocuklara şefkatle yardım eder.

Bedenden azade bir üretimin yakın gelecekte mümkün olduğuna dair yanlış kanı “coğrafî eşitsiz gelişim” sonucunda Batı’daki “bazı” fabrikaların daha ucuz üretim için başka bölgelere taşınmasından kaynaklanıyor. Tekstil sektörü buna en iyi örnektir. (Elbette bundan New York’ta ucuz göçmen emeğini sömüren merdivenaltı tekstil atölyeleri bulunmadığını anlamamalıyız.) Kimi zaman bir tekstil markasının üretim merkezi ABD’den Meksika’ya, ardından Çin’e, sonra da Bangladeş’e15 sene gibi kısa bir sürede, üç kere yer değiştirebilir. Bu durum aynı zaman da işçilerin örgütlenmesine karşı önemli bir tehdit-taktiktir de. (“Fazla ses çıkartırsanız fabrikalar falanca ülkeye gider.”) Ancak bazı sektörlerin de coğrafî bağımlılıklarından dolayı taşınmaları imkânsızdır. Havalimanlarını düşünün? İstanbul havalimanının başka bir ülkede olması mümkün değildir. Bu yüzden bu sektörün çalışanlarının ve sendikalarının eli bir nebze daha güçlü olur. Madencilik bu iki durumun arasında bir yerde duruyor. Doğası gereği maden, bulunduğu coğrafyaya bağımlıdır. Ancak o maden, başka yerde çıktığı ölçüde içinde esnekliği de barındırır.

Coğrafya değişir, emek değişmez
Yaklaşık 350 senedir masif maden işletmeleri bulunan İngiltere’de, 1980’ler sonrasında kömür piyasasının esnekleşmesi, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’dan maden ithalatının artması, enerji piyasasının gaz gibi başka kaynaklara yönelmesiyle, kömür madeni sayısı 1984’te 170 iken, 2005 yılında beşe iner. Eşitsiz coğrafî gelişim şartlarında çalışan madenciler, mücadelelerinde yenik düşer. İngiltere’nin en uzun süreli madenci ayaklanmalarından biri olan 1984-85 grev yılı buna örneklerden sadece biridir. Bu direniş, aynı zamanda 20. yüzyıl boyunca 100 binin üzerinde madencinin yaşamını yitirdiği Birleşik Krallık’taki kömür madenlerinin çalışanlarının son cephesidir.

Ancak gezegen çapında “kömür madencisi” hâlen “kol emekçisinin” en tipik örneklerinden biri. Teknolojik gelişmeye dair tüm mübalağalara rağmen, kömür, hâlen yerin yüzlerce metre derinliğindeki galerilerde, bronşitten kansere kadar bir sürü hastalığa yakalanmak tehlikesiyle yüzleşen madenciler tarafından çıkartılıyor. Hâlen onlar ölüyor: 2010’da Kuzey Virginia’da Massey Enerji şirketinin 17 çalışanı, aynı sene 17 Mayıs’ta Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu adına çalışan Yapıtek taşeron şirketinin 30 işçisi ya da geçtiğimiz ekim ayında Çin’in Anping bölgesindeki devlet madeninde hayatını kaybeden 17 kömür madencisi son dönemdeki yüzlerce örnekten sadece üçü. Bu şartlarda, Emile Zola’nın Germinal romanında anlattığı 1860’ların Fransız maden işçilerinin kanlı mücadelesinin yerini başka memleketlerin işçilerinin kalkışmaları alıyor. Romanın kahramanı, maden işçilerini örgütleyen Etienne Lantier’nin yerine yüzlerce başkası geçiyor.

Yerüstünde bir madenci zindanı: Türkiye
Türkiye’de 2008-2011 arasında 246 madenci yerin altında, patlamalarda ve göçüklerde can verdi. Dünyada sigortalı işçiler arasında nüfusa oranla iş kazası sonucu ölümler göz önüne alındığında, Cezayir ve El Salvador’un ardından üçüncü sırada yer alan bir ülkede bu rakam elbette şaşırtıcı değil. Ama Başbakan’ın Zonguldak’ta gerçekleşen son ölümlerden sonra beyan ettiği gibi maden işçisinin ölümü, işlerinin doğası gereği bir “mukadderat” mı? Uluslararası Çalışma Örgütü’nün maden çalışanlarını ilgilendiren 176 sayılı sözleşmesini inatla imzalamayan, madencilerin güvenliği için gerekli çabayı göstermeyen TC hükümetlerinin bu kaderde yüklüce bir payı yok mu? 2010 yılında Çin’de 2 bin 433 maden işçisi ölse de, çalışan sayısına vurulduğunda Türkiye’deki madenci ölümlerinin dünyada atbaşı önde gitmesinin başka bir açıklaması yok mu?

O başka açıklama, 1991’in ocak ayının ilk günlerinde gerçekleşen büyük Zonguldak direnişine kadar geri gidiyor. Türkiye’de daha sonra Birleşik Metal-İş’e evrilecek çatı sendikasının ana damarlarından biri de 1949 yılında kurulan Türkiye Maden-İş Sendikası’dır. Türkiye işçi mücadelesinin kilometre taşlarından olacak 1963 Kavel kablo fabrikası direnişi sonrasında devrimci işçi hareketine yönelecek ve nihayetinde DİSK çatısı altında 1993 yılında Birleşik Metal-İş’e geçecek sendika, 1970’li yıllarda MESS’e (Madenî Eşya İşverenleri Sendikası), yani maden sanayiinin ileri gelenlerinin patron birliğine karşı en büyük direnişi gerçekleştirir. Hatırlamakta fayda var. MESS’in 70’li yıllardaki en meşhur patronu Dünya Bankası’ndaki görevinden yurda dönenen Turgut Özal’dı. Özal da, tıpkı diğer patronlar gibi sahada yenilmişti. Ancak 12 Eylül sonrasında, siyasî rakiplerinin yasaklı olmasından da faydalanarak başbakanlık koltuğuna oturdu. Başbakanlığı boyunca KİT’lerin (kamu yararına çalışan fabrika ve üretim birimlerinin) zayıflaması için elinden geleni ardına koymadı. “İhracat güzeldir” şiarıyla ülkedeki işçi gelirlerini giderek düşürdü. 1987’ye gelindiğinde Türkiye işçilerinin millî gelirden aldığı pay yüzde 38’den yüzde 17’ye düşmüştü. 1989’da cumhurbaşkanı olduktan sonra da, yerine koyduğu kukla Başbakan Yıldırım Akbulut vasıtasıyla özelleştirmelerden ve ücretleri kısmaktan geri durmadı. 1990’ın ikinci yarısında Zonguldak’ta maden işçileri ile toplu sözleşme toplantılarında anlaşmaya varmayan ve ücretleri düşürmeye niyetli olan da bir zamanlar başkanlığını yaptığı MESS’ti.

Maden-İş direndi. İşçiler yılsonu geldiğinde kentte 30 binlerle anılan toplu gösterilere başlamıştı. Nihayetinde Metin Kaya’nın 100 Bin Kişiydiler belgeselinde detaylarıyla görebileceğiniz yürüyüş, 4 Ocak 1991’de başladı. Yaklaşık 80 bin işçi, kışın kıyametinde, Bolu’da ordu birliklerince engellenmelerine rağmen, beş gün durmaksızın Ankara’ya doğru yürüdükten sonra yenildiler. Bugün Türkiye’de 29 kömür havzası işçilerin hayatlarını önemsemeyen taşeronların eline geçmişse, faal 712 madenin sadece 87 tanesinin işletme ruhsatı varsa, bu yenilgiden ilham alan TC muktedirlerine bakmak lâzım. Yenilgilerin nedeni ise –sendikal sorunlar da dâhil– muhtelif. Ancak kazançlar mânidar ve tüm unutuluşa rağmen onları tarihe not düşmek elzem.

Maden işçisi birlikte çalışmanın verdiği bir dayanışmaya doğallıkla sahiptir. Amcanız, yeğeniniz, tüm şehir beraber çalışır, büyür, hastalanır ve ölürsünüz. Komşunuz sendikanın üyesidir. Teyzeniz, yemek kaplarına börekleri pay eder. Sadece işyeri değil, zaman ve mekân da ortak paydanızdır Maden-İş’i de aşan, yaklaşık 80 bin kişilik büyük Zonguldak yürüyüşü bu arka planda genleşti. Ve aslında ufukta özelleştirmenin belirdiğini gören Zonguldak emekçileri sınıf mücadelesine üç önemli katkı yaptı. Kadınlar tüm yürüyüş boyunca ön plandaydı. Jandarma barikatlarını ilk onlar deldi. Özal’ın şişirilmiş karizmasına son çiviyi onlar çaktı. Ankara’nın “tontonu”nu, altı ayda “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” diye anılır hâle getirdiler. Ve belki de o “tontonun”, “bir koyup üç alacağız” diye bas bas bağırarak hevesle girmek istediği Birinci Körfez Savaşı’na karşı en yüksek sesle onlar karşı çıktı. Böylelikle yenildiler.

Dünyanın her tarafında maden işçileri mücadeleye devam ediyor ve birçoğu yeniliyor. Ümit Kıvanç’ın belgeseli 16 Ton da aslında bu haklı yenilgilerden dem vuruyor. Ama sonuçta, Zola’nın romanının 130 sene önce yazılan son cümlesi güncelliğini koruyor: “İnsanlar bitiveriyordu her yerde, kapkara, intikam peşinde bir ordu yavaş yavaş yarıklarda filiz veriyor, gelecek yüzyılın hasadında toplanmak üzere büyüyordu, ve bu filizler kısa zaman içinde toprağı patlatacaktı.” Ayaklanmalar çağında tüm çatlakları hevesle ve inatla bekliyoruz.