Kesişim kümesi: Johnny Marr ve Thurston Moore ile üstatların solo açılımı

Son otuz yıldan beri (evet, bu zaman hesabını yapmamızla birlikte yaşımızın büyük bir hızla ilerlediğini de acı içinde fark etmiş olduk) nice masum canı yolundan çevirip bambaşka hayatlara götüren iki efsane grup The Smiths ile Sonic Youth. Farklı coğrafyalardan ve bambaşka türlerden yükselen bu iki grubun hikayelerinin 80’li yılları görmüş olmaktan başka kesiştiği herhangi bir an yok ama çok yakın bir tarihte hayatımıza giren iki yeni albümden dolayı ikisini bir arada düşünmeden edemiyorum şu ara. Evet, başlıktan da anlayacağınız üzere The Smiths’in akorlara yanık yanık basan gitaristi Johnny Marr’ın ve Sonic Youth’un hem gitaristi hem de ayrıca “pek çok şeycisi” olarak nitelendirebileceğimiz adamı Thurston Moore’un yeni yayınladıkları solo albümlerine doğru götürüyorum lafı.

Sonic Youth ve The Smiths gibi kallavi gruplar hakkında sayfalarca muhabbet çevrilebilir. Özellikle de müzikal tarzlarıyla hem bu grupların bu kadar büyük olmasında önemli rol oynayan hem de sonrasında gelecek olan gruplara ilham veren gitaristleri hakkında alevli nutuklar atılabilir. Çünkü sevin ya da sevmeyin, Johnny Marr ve Thurston Moore gibi daha ilk notadan kendilerini belli eden gitaristlerin karşısında saygı duruşunda durmak gerekir ve ayrıca, müzik hakkında yapılan geyik muhabbetleri her zaman çok keyiflidir. (Neyse, kendimi kaptırmıyorum.)

Şimdi bu kadar saygılı konuştuktan sonra Johnny Marr’ın yeni albümüne kanımın hiçbir şekilde ısınamadığını söylersem büyük ayıp etmiş olurum, değil mi? (Aslında yukarıda bazı ağdalı cümlelere başvurmam günahımı hafifletmek içindi.) Tabii ki şu saatten sonra Johnny Marr’ın müzikal anlamda kendisini kanıtlamaya hiç mi hiç ihtiyacı yok. (Morrissey’ciler kızmasın ama severim The Smiths’i Johnny Marr’dan ötürü…) Yine de bu her yaptığını kayıtsız şartsız bağrıma basacağım anlamına gelmiyor. (Ki ikinci solo albümü Playland’i dinleyene kadar kendisinin her yaptığını “kayıtsız şartsız bağrıma basacağım”ı da iddia edebilirdim.)

2013 çıkışlı ilk solo albümü The Messenger, belki de “ilk” olmanın bende yarattığı heyecandan ötürü, detayların inceden inceye düşünüldüğü bir albüm gibi çalıyordu kulağımda ama Playland’de şarkılar garip bir can sıkıntısıyla akıp gidiyor sanki. Bilmesem, The Smiths özentisi yeni yetme bir grubu dinliyorum sanabilirim. Neyse, zaten Johnny Marr’ın çok iyi bir şarkıcı ya da söz yazarı olduğunu iddia ettiği de yok sanıyorum. Morrissey’in solo albümlerinde The Smiths’i duymayı beklemek ne kadar saçmaysa aynısı Johnny Marr için de geçerli olmalı.

Thurston Moore cephesindeyse olay biraz daha farklı…

The Best Day adlı dördüncü solo albümüyle Thurston Moore’un kendi diskografisi içerisinde, radikal bir şekilde olmasa da, daha ayrıksı bir yere doğru, sağlam bir şekilde gittiğini duymamak elde değil. Bir önceki albümü Demolished Thoughts’a göre Moore gitarların çok sert tınladığı bir yerden sesleniyor bizlere. Ve yüreğinizde birazcık bile olsa Thurston Moore sevgisi varsa (!) bu seslere kapılmamanız imkansız.

Moore’un da aynı Johnny Marr gibi müzik alemine kanıtlayacak bir şeyi kalmamış olabilir ve tam da bu yüzden dinleyici de kendisinden fazla beklentide bulunmayı bir tarafa kaldırmış olabilir ama Moore’un kendini bu durumun rehavetine bırakmak gibi bir niyeti yok belli ki. 30 küsur seneden beri müzik yapan bir adamın hala dinleyicisini şaşırtabilmesi ve sevindirebilmesi şapka çıkartılası bir durum. Bence…

Yazı: Seden Mestan – İllüstrasyon: Hilal Can