Kırılgan mutluluklar dünyasında saflık arayışı: In Hoodies

Müzik Hayvanı etiketiyle yayınlanacak ilk In Hoodies albümünden hemen önce…

Röp: Zülâl Kalkandelen, Foto: Koray Turkay

İlk teklisi “She Got Caught”la Türkiye bağımsız müzik sahnesine yeni bir soluk getirdi In Hoodies. Şarkı sözlerinden ve sesinden yansıyan içtenliği hissettiğim için ayrıntıları öğrenmek, kapüşonun ardındaki müzisyeni daha yakından tanımak istedim. Sonuçta Murat Kılıkçıer’in samimi cevaplarıyla biçimlenen, okuması çok keyifli bir röportaj çıktı ortaya. Gelecek aylarda Müzik Hayvanı etiketiyle ilk albümü yayınlanmadan önce In Hoodies’e kulak verirseniz, ince ve sofistike bir ruhla tanışacaksınız.

Öncelikle yayınladığın ilk tekli için kutluyorum. Seninle bir e-posta aracılığıyla tanıştım. Bursa’da yaşadığını biliyorum. Henüz çok gençsin ama yine de her şeyin bir öncesi var. Bu zamana kadar neler yaptın. Okul hayatın nasıldı, müziğe nasıl yöneldin?

Çok teşekkür ederim. Okul hayatım oldukça sıradandı aslında. Bayağı yalnızdım. O yıllarla ilgili pek çok şeyi kaçırmış gibi hissediyorum hatırladıkça. Birkaç kez okul değiştirdim. Her seferinde zor adapte oluyordum. Kısa bir süre tiyatroyla ilgilendim ama çok travmatik sonlandı benim için. Bursa’da, Anadolu Lisesi’ndeydim lise yıllarında ama maalesef birkaç istisna dışında yoğun yaşadığım arkadaşlıklarım olmadı pek. Hiç çocukluk arkadaşım yok neredeyse. Her geçen gün daha da böyle hissediyorum aslında. Hattâ geçen gün lisede benden bir ön sırada oturan bir sınıf arkadaşıma ulaştım, şarkıları paylaşmak istemiştim. Sürekli konuştuğum hatta üniversitede de birkaç kez görüştüğüm biriydi ama ne anlatsam hatırlayamadı beni, fotoğrafımı gördüğünde bile. Hep kiloluydum o zamanlar, ortaokulda dişlerimde tel vardı, bir de kalın çerçeveli gözlükler… Okul takımı golcüsü, kızların gözdesi ya da herhangi bir fiziksel sebeple popüler olamayacağım belli yani. Kolaylıkla unutulabilecek, pek özelliği olmayan, sıradan bir öğrenciydim işte. Yine o zamanlardan bir başka sınıf arkadaşım “lisede çok mutsuz, hep sıkıntılı” olduğumu  hatırlattı bana. Sonuç olarak o hayalet gibi hissetme duygusu sebepsiz ya da kendi uydurduğum bir şey değil sanıyorum. Hayalet gibi, görünmüyorsun ama bir yandan duvarlara da çarpıyorsun. Bu da başka şeylere yöneltiyor insanı. Odamda geç saatlere kadar tek başıma Discman ile müzik dinleyerek, kitap okuyarak geçti lise. Bir de herkesin içine çekildiği sınav hazırlıklarıyla tabii. Her neyse, sonra ilgisiz bir bölümde üniversite okudum Konya’da. Buralardaki çoğu kişi gibi aslında, yanlış yerleştirme, yerleşme, geç farkına varma, yanlış yönlendirme sonuçları. İki sene civarı hiç gitmedim okula neredeyse, hep evdeydim, yine kitap okudum müzik dinledim, bir de âşık oldum.

Üniversitede ilk gitarı alana kadar dediğim gibi hissettim hep, geç kalmış, dışında veya dışarıda kalmış gibi. Hani herkesin lise arkadaş grupları olur ya, birileri hep gitar çalar, çocukken başlamıştır çalmaya bilmem kaç yaşında. Onlara bakıp “başlamak için çok geç artık” demek işte. Dolayısıyla sürekli müzik dinlesem de, şarkı söyleme, enstrüman çalma anlamında müziğe yönelme üniversitede oldu. Dediğim gibi, hep istiyordum, özeniyordum ama geç kalmış hissediyordum. Sonra bir gün TV’de Richard Ashcroft’un “Song For the Lovers” solo performansını izledim. Üniversite birinci sınıf yazıydı. Çok etkilendim ve daha fazla dayanamayıp gitar için para istedim annemden. Öyle başladı; diğer şeylerden sıkılarak ve dinlediğim, izlediğim sanatçılara hayran olarak… Gitarı aldığım gibi de müzik yapan tanıdığım herkese grup kuralım demeye başladım zaten, çalmayı bilmesem de. Sonunda birimiz hariç nerdeyse kimsenin enstrüman çalmayı bilmediği bir grup kurduk. Hızla bir şeyler öğrendim ben de. İkinci sınıf sonunda üniversite yönetimiyle konuştum ve okul çatısında bir konser verdik. Bunları böyle anlatmamım sebebi, bir seviyede hâlâ kendime acımam ya da acındırma ihtiyacı hissetmem değil. Tek sebebi, belki bu röportajı kendini umutsuz ve geç kalmış hisseden biri okursa, onun için biraz umut olur belki diye düşünmem. Daha sonra basit akorları birkaç kişiye sorarak, sevdiğim müzisyenlerin performans videolarını izleyerek öğrenmeye çalıştım. Hâlâ temelde aynı sevideyim zaten. Arada müzik teknolojileri / kayıt üzerine bir programa katıldım ama orada da teknik konulara hiç yatkın olmadığımı anladım. Üniversite bittiğinde babamla çalışmaya başladım, ilk kendim şarkı yapmaya başladığım zamanlar da o günler. Genelde gece evde tek başımayken ya da hafta sonları her vakit bulduğumda şarkı yapıyordum sürekli.

Sözcüklere verdiğin önemi ilk olarak senden aldığım e-postada fark etmiştim. O Türkçe yazılmıştı ama şarkı sözlerin İngilizce. Bu noktada sormak istediğim iki soru var. Birisi, şarkı sözü yazmaya olan ilgin ne zaman başladı? Diğeri de, İngilizce yazmayı tercih etmenin belli bir nedeni var mı?

Şarkı sözü konusu müzikten önce başladı aslında. Kendimi bildim bileli bir şeyler yazıyordum. Küçüklüğümden beri not alırım hep; kelimeler, cümleler, bazen bir paragraflık minik hikâyeler. Basit çizimler yapıyordum bir yandan. İngilizce şarkı sözü yazmak kesinlikle bir tavır, amaçlı bir tercih değil benim için. Şarkı söz konusu olduğunda ilk melodi mırıldanmaya başladığım andan bugüne kadar hep İngilizce geldi içimden. Birkaç kere Türkçe yazmaya çalıştım ama çok zorlama oldu, güzel de gelmedi kulağıma. Küçüklüğümden beri İngiliz müziği veya temelde İngilizce sözlü müzik dinlemek kaynaklı herhâlde ya da melodilerle birlikte gelen seslerin bilinç düzeyine pek uğramaksızın öyle birleşmesiyle ilgili. Daha rahat hissediyorum İngilizce şarkı söylerken kısacası. Keşke Türkçe dahil pek çok dilde şarkı yapabilsem.

“It’s my eyes your tears / It’s your eyes my tears” (Benim gözlerim senin gözyaşların / Senin gözlerin benim gözyaşlarım) şeklinde bir dize var “Healing” adlı şarkıda. İki kişi arasındaki bütünlüğe dair basit gibi görünen ama çarpıcı bir anlatım. Aşka dair yoğun duygular var şarkı sözlerinde. Genel olarak nasıl yazıyorsun şarkı sözlerini? Zamana yayarak üzerinde epey vakit harcadığın bir çalışmanın ürünü mü, yoksa şarkı özelinde bir anda aklında beliren sözler mi?

Sanırım ikisi de var. Bazen şarkının büyük bölümü mırıldanırken çıkmış oluyor, ben fark etmiyorum bile söylediğim şeyleri, sadece seslere odaklanmaya çalışıyorum. Eskiden kayıt cihazına kaydediyordum, bir süredir telefona kaydediyorum. Geri dönüp dinlediğimde seslerin, mırıldanmaların arasında kelimeler ve istem dışı oluşmuş anlamlar, çoğu zaman tesadüfî gelebilecek, metafora dönüşen şanslı kazalar oluyor. Bunun tuhaf ya da mistik bir şey gibi algılanmasını istemem ama bana göre şarkı yapmakla ilgili büyülü bir şey var. Eğer benim gibi nota bilmeyen, müzik, armoni bilgisi, müziğe matematiksel yaklaşma şansı olmadan şarkı yapıyorsanız, ortaya çıkan şey doğanızla, çevreyle, yaşadıklarınız ve gözlemlediklerinizle bağlantılandığınız tam açıklayamadığım bir dışavurum oluyor sanıyorum. Her seferinde sıfırdan başladığım bir süreç bu, çünkü uyumlu/uyumsuz sesleri aradığımı, yani bir sonraki adımı bilmiyorum. Bu limitleri yaratıcılığı ateşleyen bir şeye çevirebilmek önemli. Bazen tamamen belirsiz ya da anlamsız gelen bir şey söylemiş oluyorum ve günlerce bir şey düşünüyorum o anlatım için. Sürekli şarkı yaptığım için yarım bırakıp yeni bir şeye başlıyorum genelde. Bazen geri dönüp aylar sonra buluyorum o eksik sözleri. Nadiren de olsa hiç melodi olmadan yazdığım sonradan  müzik eklediğim şarkılar da var. O sözler, genelde uzun bir süre bir yerde bekliyor; sonra doğru anla rezone olduklarında bir şarkı ortaya çıkabiliyor. Yani belirli bir formül yok; kimi zaman bir anda, kimi zaman çok uzun düşünülerek ortaya çıkıyor sözler.

“Healing”deki o söz, anlıktı. Aslında birkaç değişiklik dışında tüm şarkı anlıktı. Sürekli hip hop, rap dinlediğim bir dönemdi. Öylesine yaptığım tek notanın tekrar ettiği bir döngü üzerine biraz rap dörtlüklerini andıran serbest stil kafiyeler söylüyordum. Sanırım 20 dakika civarı bir kayıttı. Ama neden ve şekilde ortaya çıkıyor tam anlatamıyorum. Muhtemelen hep içimde dönen düşünceleri, melodi ve ritimle özgür kalabildiği anda ifade edebiliyorum. Dediğiniz gibi hem iki kişi arasında, hem de bazen toplumla kişi arasında hissettiğim bir şey; ‘‘senin gözlerin benim gözyaşlarım; benim gözlerim senin gözyaşların.”

Kaçırılmış çocukluğun izinde…

Gerek ilk teklideki “She Got Caught” ve “My Con”, gerekse benim dinleme olanağı bulduğum henüz yayınlanmayan diğer şarkılarında geçmişe özlem hissi seziliyor. Belki senden çok daha yaşlı birisinden beklenebilir duygular bunlar ama genç bir insandan duymak biraz şaşırtıcı oluyor. “Healing” adlı şarkında “I want to go back to school, back to my room” (Okula dönmek istiyorum, odama dönmek istiyorum) diyorsun. Seni o döneme çeken şey ne? Bugünün yarattığı hayal kırıklığı mı yoksa geçmişin cazibesi mi?

Çok haklısınız; bugünün hayal kırıklığı. Belki biraz her yeni günle, ayrı ayrı yüzleşmeye çalışmak ama başaramamak ve sonunda belki de orada olmayan, hatırladığın gibi olmayan belki bir geçmişi özlemek. Biraz da o yılları istediğim gibi, kendim gibi yaşayamamış olmamın özlemi sanıyorum. Anlayacağınız gibi benim kendimi bulmam… Aslında kendimi bulmaktan çok, kendimi, istediğimi doğrudan ifade etmem ve yaşamam çok zaman aldı, çok geç oldu. Bunun da etkisi vardır sanıyorum; kaçırılmış çocukluk ve ilk gençlik duygusu. Zaten pek çoğumuz için artık büyümüş olmamız gereken bu yaşlar, çocuklukta kırılan ilkokul/ortaokul/lise kemiklerimizi iyileştirmeye çalışmakla geçmiyor mu? Belki de hep yazılıp çizilen kronik depresif bireyin bugünü yaşamayı başaramayıp, kaybettiği günlere özlemidir, bilmiyorum.

Şarkının sözlerinde geçen o döndüğün oda nasıl bir yer?

Birkaç oda var aslında ama ortak noktaları duvarlarda posterler, yazılar, fotoğraflar.

En sevdiğim odayı iki yıl önce kaybettim aslında. Tüm duvarlar ve tavan hayran olduğum müzisyen ve yazar fotoğraflarıyla, dergi kapaklarıyla, şarkı sözleriyle doluydu. Kitaplar, bir bilgisayar ve enstrümanlar vardı. Fiziksel durum önemli değil de, ileride kaybedeceğini bilmediğin şeylerle, o hâlinle, orada o odada olmak… Büyümek, “artık büyüdün” denmesi çok ani olmuyor mu, çok sarsıcı değil mi? Hayat ya da daha net olursak sosyal çevre o çizgileri çekiyor, kimileri daha kolay uyum sağlarken, kimileri mecburen yetişkinlik çizgisini fiziken geçmiş olsa da ruhu, hayalleri bazen arkada kalıyor.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:43’e ulaşabilirsiniz.