Mevsimler – Fasıl I üzerine: Şehirlerin yeni masal anlatıcıları

30 Nisan’da Bant Mag. Mekân’da açılan Mevsimler – Fasıl I’in tesadüfi bir ziyaretçisinden sergi üzerine düşünceler…

Yazı: A. Hıdır Eligüzel

Karşıya geçmek için Beşiktaş İskelesi’nde vapura biniyorum. Vapurun farklı noktalarına konuşlanan çalgıcılar motorların çalışmasıyla birlikte notalarını da geciktirmiyorlar. Kimi şarkılarını artık biliyorum. Şarkılar eşliğinde kıyılardaki binaları sayıyorum: Dolmabahçe Sarayı, Çırağan Sarayı, Kabataş Erkek Lisesi… Kadıköy’e vardığımda birazdan gerçekleşecek buluşmanın son kontrollerini yapıyorum. Kimler yolda henüz, telefonun şarjı ne durumda, hava rüzgârlı ama güneş ısıtabilir. Çantada güneş gözlüğü var mıydı? Saat kaç oldu acaba? Zaman varsa bir şımarıklık yapıp Moda’ya kadar yürüyebilir miyim, belki?

Belediyenin otoparkına girmek için bekleyen araçların arasından geçip sahile ulaştığımda kalabalık bir parkur uzuyor önümde. Çözülen bağcığımı düğümleyip usulca yürüyorum. Güneşli günü sahilde geçirmek için belki bodrum katlarından, arka cepheli odalarından, yeraltı tekstil atölyelerinden çıkıp gelenler ağaç diplerini tutmuşlar. Çiftler el ele geleceklerini konuşuyorlar. İş toplantısında nasıl harikalar yarattığından bahsedip, onu kıskanan esmer masa arkadaşını anlatıyor uzun uzun telefondakine. Apartman dairelerine sığmayan köpekler tüm çalılara kokularını bırakıp geçiyor. Çocuklar korkup babalarına koşarken düşüyorlar. Zemin yeşil ve yumuşak. Kimse korkmuyor. Topkapı Sarayı tüm boğaza hâkim tepeden bakarken, Eminönü’nden Zeytinburnu’na, Beşiktaş’tan Levent’e ve daha ilerilerde gökdelenleri, yeni gökdelenlerin çalışan vinçlerini görünce huzursuzlanıyor içim. Kafka’nın Milena’ya sevgisini anlatırken Viyana için yazdıkları geliyor aklıma. “Bugün bir Viyana haritası gördüm, senin sadece bir odaya ihtiyacın olduğu halde böylesine büyük bir şehrin inşa edilmiş olmasını bir anlığına aklım almadı.” Çay bahçesine vardım. İnsanların kendileri için özel olarak düşündükleri bir yer burası. Çay ocağına yakın oturmak en önemli strateji sanırım. Çay bahçesini geçiyorum. Kıyı bitiyor, evlerin arasında kestirme bir yola dönüyorum. Kaldırımda mı yürüsem yolun ortasında mı bilemiyorum. İki tarafta park edilmiş araçlar kaldırımlara ulaşmamı engelliyor. Bir engelli bu mavi apartmanda otursa karşı kaldırıma gitmesi için sokağın başına kadar sürmesi gerekiyor arabasını, diye düşünüyorum. Bu şehir neden bu kadar dar inşa edilmiş ki, soru aklımda durmuyor. Yanıtlarım yok çünkü. Birbirinden sevimsiz çıkarımlar sadece. Milena’ya yetmiş olabilir ama buradakilere birer oda yetmemiş belli ki…

Telefondan uyarı mesajı geliyor. Bant Mag. Mekân. 30 Nisan 2016, 17:00. Çocuklarla buluşma. On beş dakika var henüz. Ancak geçen ay buluşmuşuz. Bu şehirde buluşmak da ne zormuş: Takvimler. Yapılacaklar listeleri. Takvime alarm kurulmalı. Geri sayım sayacı açık tutulmalı… Tam zamanında mekândayım. İnsanlar sokakta, insanlar bahçe duvarına yaslanmış öbek öbek toplanmışlar. Telefondan grup mesajlarına baktım tekrar, doğru yerdeydim. Kadıköy’deki türlü türlü açılan kafelerden biri sanırım, deyip ilerledim bahçeye doğru. Kapıda bir afiş:

mevsimler – fasıl I

IMAD HABBAB & HARE SÜREL

afiş

Bir serginin açılışı yapılıyormuş. Bekliyorum. Telefondan gelecek mesaj sesine uyarılmış halde bekliyorum. Saat 16:55. Gelen giden yok. Telefon sessiz. İlk ben yazıyorum. “Ben geldim. Neredesiniz?”

Tek tık. Çiftlendi hemen tıklar. Mavi tıklar? Kimse okumuyor. Yoldalardır.  Masada çilekler, erikler var. Bahar geldiyse demek, deyip eriğe doğru gidiyorum. Tam avcuma bir-iki eriği almıştım ki, sakallı biri elindeki kadehe kalemle vurup herkesi kendine çeviriyor. Imad Habbab yolda olduğundan açılış için beklediğimizi söyleyip herkesi sergiye, dileyenleri içkilerini almaya içeriye çağırıyor.

Birazdan herkes elinde punçlarla farklı bir çerçevenin önünde sessiz, ağır hareketlerle geçmeye başlıyor. Birbirlerine çarpıp bir baş hareketiyle özürler dileniyor. Sonra diğer çerçevenin önüne geçiliyor. Sergide resimlerle ilgilenenlerden birkaçını televizyonda gördüğümü anımsıyorum. İdil Fırat’ı anımsadım hemen mesela. Oldukça sade, merakla bakıyor resimlere. Diğeri Bülent Emin Yarar değil miydi diye telefondan internete giriyorum… Esmer, siyahlar içindeki bir kadına sarılıyorlar. Afişteki ismi yazıyorum: Hare Sürel.  Hare Sürel aslında kim? Linke tıklıyorum. İzlediğim kimi dizilerde varmış aslında. Fizik okumuş. Oyunculuk. Resim… Marifetleriyle gezinen bir kadın. Tüm ünlüler arkadaşı onun. Yaşamın ve anın hakkını vermek mottosuymuş. Ben de anın hakkını vermek için giriyorum sergiye. Solda resimlerin krokisini gösteren broşürü alıp isimsiz resimlere bakıyorum. Erikler bittiğinde ilk duvardaki resimleri bitirip bara yaklaşıyorum. Tuhaf bir his kalıyor üstümde. Biraz dikkatli baksam sanki bana bir şeyler anlatacaklar. Bardan bir punç alıyorum. Duvardaki aynı resimleri bu sefer punçla tekrarlıyorum.  Duvar bitiyor, kapı var artık. Çıkmıyorum. Merakla diğer resimler için arkamı dönüyorum.

İki elin birleşiminden çıktığı belli olan bu sergide bana kalan ortak duygu, huzursuzluk. Her gün deneyimlediğim, gördüğüm, bazen de görmezden geldiğim duygular, insanlar, hayvanlar, figürler karşımdaydı. Hare Sürel’in çizimlerini arka arkaya izlediğimde bir masal anlattığını düşledim. Kimi figürlerin adı başka başka masallarda geçse de Hare Sürel’in masalı biricik. Kötü başlayan masal beni yol ayrımında ansızın bırakıyor. Tekrar numara sırasına göre izliyorum öyküyü, masal değişiyor bir anda. Ancak, yine de masal kara filmlerin atmosferini çağırıyor. Ingmar Bergman filmlerini anımsatırcasına beni yavaşlatıyor, yoğunlaştırıyor kendine. Karanlık, sadece çizgilerden gelen bir şey değil çizimlerinde, bir atmosferin kendisi: Herkes biraz kuşkulu ve güvensiz bir durumdadır. İki kurt/tilki hemen tepelerindeyken anne göğsüne basmış çocuğunu. Bir diğer resimde örümcek, ağını örerken çocuklu bir kadın usul usul sökülmektedir. Yine de gecenin ortasında bir çift zürafa sevgiyle buluşuyor.

Bara giderken gördüğüm Hare Sürel, yaramazlık sonrası kuytu köşesine kaçmış çocuk gibi sessizce oturuyor. Herkesin adını andığı bugünde kendisi, siyah elbisesiyle usulca duruyor. Bir punç alıyorum. Biraz da cesaret, “oturabilir miyim?” diye sorup, oturuyorum. Tebriklerin sunumu, teşekkürlerin karşılaşmasından sonra, cesaretle resimlerdeki hayvanları soruyorum. İlk ben görmüşüm gibi şaşkınca bakıyor. Hayvanlar, Sürel’in yaşamının bir parçası. Belki örümcekler, tilkiler, ahtapotlarla gündelik yaşamını paylaşmıyor ama hayvanların olmasını değil olmamasına şaşırmamız gerektiğini anlıyorum.

İçerisi oldukça kalabalıklaşıyor. Hareket etmek için herkes özenle davranıyor birbirine. Punç bitti. Eriklere elimi uzatıyorum. Usulca bir duvara yaslanıp sergiye bakıyorum. Elimdeki broşüre bakıyorum. Imad Habbab Civilian Spectrums I, Civilian Spectrums II başlıklarını okuyorum. Kadıköy’e vapurla geçerken, Beşiktaş sırtlarındaki inşaat vinçlerini tam karşımdaki resimde gördüm. Diğerinde ve bir başkasında daha… Resimler kendini inşa eden vinçleri gösteriyor. Katili değilse de cinayet silahını teşhir ediyor. Kafka’nın şaşkınlığı da burada değil miydi? Neden bu kadar büyük bir şehir inşa edilirdi ki? Minarelerin, evlerin, pencerelerin, kulelerin, gökdelenlerin içinde kimler var ki? Imad Habbab’ın resimlerindeki şehri tanımamak imkânsız. Şehrin buradan, benden görünen hali oldukça ürpertici ve korkunç ne yazık ki. Vinçler çalıştıkça, betondan ve çelikten binalar çoğalıyor. Artık şehirlerin öykülerini vinç operatörleri biçimlendiriyor. Her gökdelen semtin mezar taşı gibi okunuyor. Kent hızla dönüşüyor. Çatılar, kulelere dönüşmek için sökülüyor. Martılar, çöplerdeki erzaklarına benziyor. Herkes Boğaz’a baka dursun, Yedi Tepe’nin çehresi değişiyor. Yüzündeki neşeyi yitirmiş halde, tarifsizce,  gün gün kendisine benzemeye çabalayan karşı tepeyi izliyor. Makineler çalışıyor. Bu vinçleri çalıştıranların, bu yüksek binalarda, kulelerde oturan bizlerin, şehrin çehresini değiştirenlerin nasıl bir yüzü olduğunu kenti cesaretlendirerek şehre gösteriyor. Imad, gün boyu gördüğümüz şehri bu hale getiren bizlere baktırıyor. Şehir kadar korkunç bir şeyle kalakalıyorum aynada. Her sitenin yeni bir yaşamı satarak kendini pazarladığı bu çağda, üzgün ve şaşkın bir şehir çehresine denk gelmek beni huzursuz ediyor her şeye karşın.

Erikleri bırakıp netten Imad Habbab’ı aratıyorum. Resimler, boya tüpleri, sergi fotoğrafları arasında kimdir çıkaramıyorum. Elinde kadehle açıklama yapan kişiye Imad’ın gelip gelmeyeceğini soruyorum. “Yolda kalmış gelecek,” diyor.  Beklemeye kendimi ikna ediyorum. Sorularım kafamı meşgul ediyor. Ben bu küçük kafe-sergi odasında şehre bakıp ve karanlık bir masalı izlerken, telefonum çalışıyor. Yolda kalmış herkes. Sahilde bir kafede oturuyorlarmış. Şarjları bitmiş, beni çağırıyorlar. Biraz daha bekliyorum Imad’ı. Hare Sürel’in etrafı kalabalık. Tam da şimdi çiçek geldi kendisine. Hare’nin etrafı çevrili, Imad gelmedi. Bir kahve içip oturacakken, Bant Mag. Mekân’dan aklımda masallarla, yüzlerle ayrılıyorum.

Yaşamın ve anın hakkını vermek lazım. Bir de kentlerin.

30 Nisan-22 Mayıs arasında Bant Mag Mekan’da açık olacak olan Mevsimler – Fasıl I sergisi serisi, yıl boyunca düzenlenecek olan, Suriye’den ve Türkiye’den sanatçıların bir araya geldiği dört sergiden oluşuyor. Mevsimler sergi serisi, Kültür ve Gelişim için Prince Claus Fonu sponsorluğunda ve  Suriyeli ve Türkiyeli sanatçılar için özgür bir alan yaratma amacıyla kurulan ArtHere işbirliğinde düzenleniyor.