Plaja banyo havlusu serenlerin kitabı: Anne, kız harikasın!

Elif Türkölmez’i Radikal’deki yazılarından bildik önce, daha sonra gördük ki aslında çok güzel yemek de yapıyor, etamin de işliyor. Sonra bir de baktık ki öyküler de yazıyormuş. Hem de hemen kulağa çalınan, sarıp sarmalayan ve zihinde dolanmaya başlayan öyküler. Türkölmez’le Nisan ayında raflarda yerini alan ve sadece güçlü ve sade anlatımıyla değil aynı zamanda içindeki yemeklerle de iştah kabartan öykü kitabı Anne, Kız Harikasın’ı konuştuk.

Röportaj: Janet Barış

İnsanın yakın bir arkadaşı kitap yazınca, cümlelerine kelimelerine bakıp acaba orada daha önce anlattığı hikâyelerden, konuştuklarınızdan, lise anılarından, babaanne patiklerinden bir an var mıdır diye düşünmeden edemiyor. Karakterin attığı kahkahadan yediği pilava kadar uzanan geniş bir alan bu. Ben okurken böyle baktım biraz, peki sen nelerden beslendin?
Ablam bazı öyküleri okurken anneme dönüp “aa bizi yazmış” demiş. Annem de “kızım olur mu öyle şey, o yazarın kurgu dünyası, yaşadıklarından etkilenir ama kurgular” deyivermiş. Annemin bu olgun edebiyat eleştirisinden sonra çok rahatladım. Tabii ki hayatımdaki kadınlardan, çocukluğum ve sonrasında tanıdığım kadınlardan etkilendim. Bunun içinde Şok markette gördüğüm kadın da var, komşu da var ama olduğu gibi değil, kurgu olarak var. Birinin basma eteğini, birinin altın kolyesini almışımdır, bunların hepsi var, herkesten bir şeyler alarak bir kurgu ürettim. Bir de hem gözlem yapar hem not alırım. Yanımda yürüyen insanlar genellikle bilir, hatta bu çok sinir bozucu bir şeydir benimle yürüyen için. Bazen bir adım geride kalırım, “bir saniye” derim, not alırım ya da aklıma bir şey geldiğinde hemen kaydederim. Bu öyküler de hep telefona aldığım notlardan çıktı. Bir sürü not birikmişti, bir gün oturdum bu notlar kendi kendini yazmayacak, bu öyküleri kurgulamam lazım dedim ve çoğu öykü o notlardan çıktı. Bazı notlar gelişti bazıları gelişmedi. Mesela kuru fasulyeyi ıslatırsın bir tanesi koltuğun altına düşer, kalır, demek ki o pişmek istemedi diye düşünürüm. Bazı öyküler de gelişemedi, şişmedi, kaçtı benden. Tıpkı kaçan fasulye gibi, onlar şişmedi, ben de bıraktım. Başka öyküler de vardı bu kitabı içine koymak istediğim ama onlar da daha ilerde yeni öyküler olacak.

“ÜMRANİYE, MAKEDONYALI SÜTÇÜLERİN GELDİĞİ, GÖÇTÜĞÜ BİR ER. BİR GÖÇMEN SÜTÇÜ ÜZERİNDEN, ONUN POLİTİK DEĞİŞİMİNDEN YOLA ÇIKARAK ÜMRANİYE’NİN ROMANINI YAZMAK İSTİYORUM.”

Hayal dünyamızın ilginç bir işleyişi var sanki. Bazen bir balkonda sessizce saatlerce otursan kelimeler yan yana gelmez ama birden dolma sararken kelimler ardı ardına dizilebilir.
Yemek benim için çok önemli tabii. Kendime düzenli, basit olarak öğünler hazırlıyorum, sevdiklerime arkadaşlarıma yemek yapıyorum. Hem yemeyi hem yapmayı çocukluğumdan beri çok seviyorum. O muhakkak bir şey katıyor öyküye. Ama ilham için en iyisi iyi bir okur olmak. Okumadan ilham olmuyor. Çocukluğundan beri çok okurum ama yine de iyi bir okur olduğumu söyleyemem. Ne kadar çok okursan ilham denilen şey seni o kadar çok buluyor.  Deliler gibi tuvaletlerde, otobüslerde, yollarda, banklarda çok çok okumak lazım. Aslında ben de tembel bir okurum. O kadar çok şey var ki okunacak, hiçbir şey yapmadan sadece okumayı çok isterdim. Ansiklopedi okurum, makarna sosunun arkasını okurum, gazeteyi bir şey sarmak için kullanmışımdır açar okurum. Bardağa sardığın bir kâğıt vardır ben orada bir makale görürüm hemen okurum, dalarım. Markette bir şeyler okumaktan alışveriş yapamıyorum bazen. Sadece edebiyat da değil bilim makaleleri okumayı da çok seviyorum ve ilginç bir biçimde bu makaleler beni çok besliyor. Bazı öyküler bilimsel bir makale okuduktan sonra gelmiştir aklıma.

Filmlerde bazen gerçeklik hissi o kadar keskindir ki karakter kapıyı kapatıp çıkar, sahne kararır ama o karakter orada yaşamaya devam ediyor gibi bir his gelir. Kitabı kapattıktan sonra da sanki o kadınlar mutfakta yemek pişirmeye, sevgililer bankta oturmaya devam ediyor. Yüzüğünü bulamayan teyze ertesi gün ne yaptı acaba ya da vapurda ağlayan kıza ne oldu peki diye düşünüyor insan…
Sen film eleştirmeni olarak bunu söylersen ben çok mutlu olurum. Sinemacı gözüyle iyi bir kurgu hissettiysen ne güzel. Herhalde her yazar Yaşar Kemal’in de dediği gibi kendi Çukurova’sını yazıyor (bu arada Yaşar Kemal bunu dememiş de olabilir ama deseydi çok güzel olurdu) Benim Çukurova’m da Ümraniye’ydi. Allahın unuttuğu bir yerdi o zamanlar ama son yirmi yıllık bir değişimle AKP’nin etkilediği bir ilçe oldu. Biz çocukken orası devrimcilerin, solcuların mahallesiydi, babam grevdeydi, Selda Bağcan gelirdi konser verirdi. Mesela Annemin Yüzüğü öyküsündeki o çayırlık gerçekten de vardı. Fakat politik yapının değişmesiyle birlikte değişti. Keşke daha iyi bir yazar olsam da Ümraniye’nin romanını yazsam. Bir IKEA geldi mesela Ümraniye değişti, IKEA’dan sonra ünlüler cipleriyle yanlışlıkla ya da trafik var diye bizim sokaklardan geçmeye başladılar. İlk önce aslında Ümraniye, Makedonyalı sütçülerin geldiği, göçtüğü bir yer. Bir göçmen sütçü üzerinden, onun politik değişiminden yola çıkarak Ümraniye’nin romanını yazmak istiyorum. Bizim seksenlerde yaşadığımız hayat, doksanlar ve şimdiyi düşünerek o değişimi gösteren bir romanı umarım yazabilirim.

Sıradan olanın içindeki sır, büyük sözler söylemeyen bir kadının yemek koyarken kollarını sıvadığı ayrıntısından yola çıkan, ayrıntıdaki sadelikten beslenen öyküler. Öyle üstten bakan ağdalı bir dili yok.
Sosyal medyanın bunda etkisi olduğunu düşünüyorum. Ben de herkes gibi çok uzun süredir Tweet atıyorum, Instagram’a kısa hikâyeler yazıyorum. İster istemez kendimizi daha kısa cümleler kurarak ifade etmeyi öğrendik. Bunun beni etkilediğini düşünüyorum. Bir şeyi tutumlu anlatmak çok zordur ama benim en sevdiğim yazarlar Sait Faik, Raymond Carver, onlar da tutumlu yazarlar. Onları sevdiğim için, ben de öyle yapmaya çalışmış olabilirim, insan sevdiği yazarlara benzer yazıyor. Bir yandan da yazarın hayatı nasılsa öyküleri de öyle oluyor. Ben son yıllarda epey minimal yaşamaya başladım. Küçük bir evde babaanne patiğimi giyiyor, kendi diş macunumu yapıyorum. Hayatı böyle sade yaşayınca, yazdıklarına da yansıyor.

Zamanla da kendine özgü oluyor muhtemelen…
Kitabı okuyanlar bana, “Kapağında Elif Türkölmez yazmasa da bir öyküyü okuduğumuzda senin yazdığını anlıyoruz” dediler. Bunda Radikal’deki yazıların da etkisi var. Böyle düşünmeleri çok iyi geldi bana, çünkü bir yazarlar meclisi diye bir şey varsa, altına minder çekip oturacaksan, naçizane söylüyorum bunu, hakikaten üslup diye bir şey var. Olgunlaştıkça üslup da gelişir tabii, böyle bir şeyi oluşturmuşsam ne mutlu bana.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:57’ye ulaşabilirsiniz.