Sibel’in ıslıkları: Damla Sönmez’le “Sibel” üzerine

22 Şubat’ta vizyona çıkan Sibel, güçlü karakteri ve ona hayat veren güçlü performansla dikkat çekiyor. Guillaume Giovanetti ve Çağla Zencirci’nin imzasını taşıyan Sibel’in ulusal ve uluslararası başarılarına neredeyse her hafta bir yenisini eklediği sonbahar aylarında, filmin başrol oyuncusu Damla Sönmez’le Chicago’da buluştuk.

Röportaj: Emre Eminoğlu, İllüstrasyon: Saydan Akşit
Bant Mag. No:66’daki tüm içerikler için buraya tıklamanız yeterli.

Geçtiğimiz eylül ayında, Twitter’da bir kısa videoya denk gelmiş, ilgiyle izlemiştim. Kısa bir internet aramasıyla fark ettim ki, Giresun’daki Kuşköy ve orada köklü ve benzersiz bir gelenek haline gelmiş olan Kuş Dili üzerine olan bu video, bu konudaki ilk video değildi. Üzerine birçok belgesel yapılmış, The New Yorker’dan BBC’ye birçok uluslararası yayının ilgisini çekmiş olan Kuş Dili, 2017’de UNESCO’nun somut olmayan dünya mirası listesine dahil edilmişti. Birkaç hafta sonra Sibel’i izlemek için salondaki yerimi aldığımda, filmin Kuşköy’de geçtiğinden de, Sibel’in film boyunca Kuş Dili’yle iletişim kuracağından da habersizdim. Bu hoş tesadüfün üzerine Damla Sönmez’in olağanüstü performansı da eklenince, Sibel’in etkisi katbekat arttı.

Türkiye’de şubat ayında vizyona çıkan Sibel, dünya prömiyerini yaz aylarında Locarno’da yaptıktan sonra Ayvalık’tan Toronto’ya, Adana’dan Tokyo’ya, Eskişehir’den Londra’ya Türkiye ve dünyayı turladı, ödüller kazandı. Ben de bu yolculuğun Chicago durağında yakaladım Damla Sönmez’i; sadece ıslıkla iletişim kurduğu bu etkileyici performansı, filmin yapım sürecini ve daha fazlasını konuştuk. Bu röportajdan birkaç gün sonra aldığı En İyi Kadın Oyuncu dalında Asia Pacific Screen Awards adaylığı, bu filmle elde ettiği başarılardan yalnızca biri. Neredeyse on yıldır dikkat çekici performanslarla karşımıza çıkan Damla Sönmez, sinemada kadınların temsili ve güçlü kadın karakterlerin artması için bir oyuncu olarak elinden geleni yapacağını söylüyor. Sohbetimizin ardından, festival programında yer alan, sinema endüstrisindeki cinsiyet eşitsizliğine odaklanan belgesel This Changes Everything’e koşması da sözünde duracağının bir işareti.

sibel film

Sibel hayatına girmeden önce Kuş Dili ve Kuşköy’ü duymuş muydun?

Bir yerlerden duymuştum, bir şeyler izlemiştim. Zaten yıllardır üzerine birçok belgesel yapılmış oranın. Ama dili tam olarak öğrenmeden önce bir tür komut dili zannediyordum. Her hece için belirli bir ses olduğunu öğrenmek çok enteresan oldu benim için de. Bu bir çeşit esneklik sağlıyor, ıslıkla her cümleyi kurabiliyorsun. Bu kadar kullanışlı bir dil olduğunu bilmiyordum.

Peki bu dili öğrenecek olmak seni korkuttu mu; kolay mıydı öğrenmek?

Aslında biraz korktum ama bu tip meydan okumalar çok güzel bizim mesleğimizde. Şubat dizisi için de ateşli poi çevirmeyi öğrendim mesela. Evet zor oluyor ama bir çeşit ilerleme benim için; hayatta hiç yapmayacağımı düşündüğüm şeyleri yapma fırsatı buluyorum. Islık çalamıyordum ben, hiç çalamıyordum. Bu bir çeşit çocukluk travması hatta benim için. İlkokuldayken babam bana ıslık çalmayı öğretmeye çalışırken, ilk kez okuldaki törende ağzımdan ses çıkarmayı başarmıştım. O sırada birisi şiir okuyordu ve bütün bakışlar bana dönmüştü. O günden beri de hiç ıslık çalmamıştım. O korkular, böyle meydan okumalara, üstesinden gelinecek çok keyifli durumlara dönüşebiliyor.

Dünkü söyleşide, post prodüksiyon aşamasında kendine ıslık dublajı yaptığını söyledin. Islığın dublajı nasıl oluyor ki?

İki gün boyunca Almanya’daki bir stüdyoda sürekli nefes alıp verdim ve sürekli ıslık çaldım, öyle söyleyeyim. Uzaktan yapabiliriz diyorlardı ama ben de orada olmak istedim post-prodüksiyonda. Çünkü başından sonuna asla ses çıkarmayan bir karakteri oynuyorum; elimde sadece nefes ve ıslık var. Onlar da gerçekten kontrolümde olsun istedim. Ses ıslıkla birleşip, gırtlaktan yönlendirdiğin şekilde çıkıyor ama örneğin “kurt” yerine “yurt” demiş olabiliyorsun. Onları gidip stüdyoda tekrar kaydettik. Bazı yerlerde çok daha yüksek olması gerekiyordu sesin kuvvetinin. O kadar yükseğe çıkamadığım için onları da stüdyoda tekrarladık. Enteresan bir deneyimdi ama ve dediğim gibi, bu ara hep böyle denk geldi. Bu ara dilden geliyor bana bir şeyler. Sonrasında da Afgan-Amerikalı yönetmen Sonia Nassery Cole’la, I Am You diye bir Afgan mülteci hikâyesi çektik. Orada da hiç bilmeden Darice konuştum. Bekliyorum şimdi nasıl olacak diye…

Bu ıslık ve dil meselesi dışında, bir de doğanın içinde çok fazla sahne vardı. Doğayla bu kadar iç içe bir film çekmek seni zorladı mı?

Oraya ilk gittiğimizde tüm ekip “şu otlar yabani mi, bu ısırgan mı” diyerek seke seke gezerken, sonrasında hepimiz sanki zaten ormanın içinde yaşıyormuşa dönüştük. Bütünleştik ormanla ve köyle. Fiziksel olarak çok yorucu bir set dönemiydi. Sabah 03:00’te kalkıyorduk, 03:30’da kahvaltı yapıyorduk, 04:30’da araba yola çıkıyordu, 05:00-05:30 gibi mekânda oluyorduk ve sete giriyorduk. 2.500 metre tırmanıp iniyorduk her gün; bunun da insan bünyesine yaptığı birtakım değişiklikler var basınçtan dolayı. Herkes çok gönülden, çok yardımlaşarak çalıştı. Köy halkıyla gerçekten bir aile gibi olduk. Zaten Guillaume (Giovanetti) ve Çağla (Zencirci), ilk kez filmi çekmeden dört yıl önce oraya gitmiş, sonradan böyle bir hikâye oluşturmuşlar. Oraya gittiklerinde muhtarın evinde kalıyorlar, orada bir odaları var. Sibel’in filmdeki odası, aslında onların köye gittiğinde ağırlandıkları oda. Ben de filmden üç buçuk ay önce gitmeye başladım köye. Köy ahalisiyle tanıştık… Soru neydi; çok dağıldım değil mi anlatırken? 

Doğadan girdik de, zaten buraya, köy halkına gelecektim. Filmde gördüğümüz köy halkının ne kadarı profesyonel oyuncuydu?

Filmde sadece beş profesyonel oyuncu var benim dışımda: Erken Kolçak Köstendil, Elit İşcan, Emin Gürsoy, Gülçin Kültür, Meral Çetinkaya. Onlar dışında geri kalan, gördüğün karakterlerin hepsi köyde gerçekten yaşayan insanlar. Orada bir sürü belgesel çekildiği için aslında kamera görmeye de çok alışkınlar. Hatta şöyle anlar yaşadık… Biz tabii belgesel çekmediğimiz için, sürekli prova yapıyoruz, mekânlara bakıyoruz. Bir süre sonra “Tamam canım artık! Neden bu kadar prova yapıyorsunuz, kayda girmeyecek misiniz?” demeye başladılar. Biliyorlar çünkü. “Ben şöyle durayım mı?” diyor biri mesela, doğru açıda duruyor. Çok yardımcı oldular hakikaten, hep birlikte yaptık biz bu filmi. 

Kuşköy’de gösterdiniz mi filmi peki, ya da gösterecek misiniz?

Gösterdik! Çağla’yla Guillaume gittiler. Daha hiçbir yerde gösterilmeden oraya gittiler; çok heyecanlanmış herkes. Ben sadece videoları izleyebildim, orada değildim. Yan kasabadan projektör bulunmuş, perde kurulmuş. 10-15 kişiye gösterim yapılacak derken bir anda servislerle yan köylerden insanlar gelmiş. Hayatında ilk defa projektör gören, “bu ışık nasıl bu resim oluyor” diyen küçük çocuklar varmış.

Filmde, babasının Sibel’e ve Fatma’ya karşı olan tavırları arasında belirgin bir farklılık var. Sibel’in daha özgür, daha az gözden sakınılan (başını örtüp örtmemesine çok da önem verilmeyen mesela) evlat olmasının ardında tam olarak ne var sence? Güven mi, sevgi mi, “zaten onu dışlamışlar” boşvermişliği mi?

Çok güzel soru… Babayla ilgili biz de çok konuşuyoruz, çok düşünüyoruz. Anneyi kaybettikten sonra Sibel evin hem ablası hem de annesi konumuna gelmiş. Bir yandan birtakım iletişim bariyerleri var ama ona rağmen babası sırtına tüfek verip bütün gün ne yaptığını sorgulamıyor kızının. Birlikte ava gidebiliyorlar; biraz erkek çocuk gibi yetiştirilmiş. Kız kardeşi ise tam tersi… Elit (İşcan) çok güzel bir cevap veriyor bu soruya: Aslında Sibel köyde neyse, kız kardeşi de aile içerisinde o. Anlaşılmayan, ötekileştirilen… Babasının Sibel’e verdiği imtiyazların kendisinde olmamasına isyan eden bir kız çocuğu. Ama Sibel babası için bir yol arkadaşı, yoldaş gibi; zaten bir noktada Sibel’in dikkati dışarıya gitmeye başladığında, baba da evin içinde güçten düşüyor. Baba için bir başka durum daha var. Erkeğin ya da kadının kadına olan baskısı ve şiddetini, toplumun kadına olan baskısı ve şiddetini konuşuyoruz ama bir de toplumun belli durumlarda erkeğe ne yaptığı var. Onun da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Sen ne kadar eşit durumda olduğunu düşünsen de bir süre sonra toplum baskısıyla onlar gibi davranmaya başlayabiliyorsun çünkü. Filmde biraz da bunu görüyoruz; normun dışına çıkanı, toplum o norma geri getirmeye çalışıyor.

“Senaryoyu ilk okuduğumda, Sibel bir karakterden çok hepimizin içindeki bir parça gibi gelmişti bana.”

Yine dünkü söyleşiye döneceğim. Taşımayı denemek istediğinde, köydeki kadınların rahatça taşıdığı bir fındık çuvalını yerinden bile oynatamadığından bahsettin. Bana çok sembolik geldi. Aynı şeyi daha büyük durumlar için de söylemek mümkün mü; şehirli insanlar olarak bizim bir anlığına bile kaldıramayacağımız yükleri köyde yaşayanların rahatça taşıması gibi…

Tabii ki… Galiba içinde yaşarken o baskıyı baskı olarak görmemeye başlıyorsun. O baskının dışında bir de doğanın getirdiği inanılmaz bir güçlü olma durumu var. Gerçekten o yollar çok dik ve sarp, gerçekten oralarda yürümek, o yaptıkları işleri yapmak hiç kolay değil. Saatlerce tarlada çalışıyorlar ve yaptıkları şey, ufak tefek, çok minyon görünen kadınların kaldırabildikleri yükler çok acayip. Bir de özellikle Karadeniz’de bu tip tarla işlerini genellikle hep kadınlar yapıyor; inanılmaz güçlüler.

Farklı olanı, yabancı olanı, dışarıdan geleni, farklı istekleri olanı dışarıya itme, onu düşmanlaştırma ve fiziksel bir şiddete varıncaya kadar bundan korktuğunu dışarıya yansıtma durumu… Bunu sadece Türkiye’de ya da Türkiye sinemasında değil tüm dünyada görüyoruz ve yalnızca kadına yönelik bir durum da değil. Film olarak Sibel’i ve karakter olarak Sibel’i benzer temadaki filmlerden ve karakterlerden ayıran şey nedir sence?

Senaryoyu ilk okuduğumda, Sibel bir karakterden çok hepimizin içindeki bir parça gibi gelmişti bana. Esas önemlisi, kendi kendimizi sansürlememiz gibi, kendi kendimizi ötekileştirdiğimiz durumlar var. Gerçekten olmak istediğimiz gibi davranamadığımız, o hakkı kendi kendimize ele alamadığımız, küstüğümüz… Sibel o özgürlüğü ele geçirmek için dışarıda aradığı gücün kendisinde olduğunu fark eden, bu yolda cesur adımlar atabilen bir karakter. O yüzden diyorum, hepimizin içinde bir Sibel parçası var sanki; bazılarımız onun peşinden gidecek kadar cesaretli olabiliyor, bazılarımız olamıyor. Bahsettiğin filmler genellikle bu cesareti gösterebilen karakterlerle ilgili. Diğer karakterlerden farkı ne dersen, her karakter kendi içinde, hikâyesinin içinde çok farklı.

Sibel film

Bir de şu açıdan çok özel geldi bana Sibel; aslında bir yandan Kuş Dili diye dünyada hiçbir benzeri olmayan bir dilin konuşulduğu, çok kendine özgü bir köyden bahsediyoruz ama bir yandan da o kadar evrensel ki…

Bu biraz şey gibi… Aslında sevginin karşıtı nefret değildir ya, sevginin karşıtı korkudur. Korku birincil duygudur. Biz bir şeylerden korktuğumuz için dehşete düşeriz ya da ondan nefret ederiz. Ve bu sadece Türkiye’ye ya da o bölgeye, sadece kadına ya da erkeğe özgü bir şey değil. Bilmediğimiz bir şeyden kendimizi uzaklaştırıp ona etiketler yapıştırıyoruz. Onun ötesine geçebildiğimiz zaman, gerçekten karşımızdakini merak edebildiğimiz zaman, merakımız korkuya yenilmediği zaman çok daha bambaşka bir dünya olacak burası bence.

Adana’daki ödül konuşmanda sen de, Ulusal Yarışma açılışındaki konuşmasında Berrak Tüzünataç da kadınlara daha çok rol yazılması, daha iyi, daha güçlü kadın karakterlere yer verilmesi üzerine bir çağrıda bulundunuz. Kadın senaristlerin ya da kadın yönetmenlerin filmleri bu sorunu çözmek için yeterince özen gösteriyor mu?

Böyle bir genelleme yapamam açıkçası. Belli projelerde buna ilgi gösterebilen vardır, belli projelerde olamıyordur. Ama daha fazla kadın hikâyesine ihtiyacımız var ve zaman içerisinde de gelecek bence o hikâyeler. Bambaşka bir yere doğru yönelmeye başladı artık. Farklı yerlerden ama eşitçe ve benzer perspektiflerle baktığımızda kadın ve erkek bakışı birbirini destekliyor aslında. Birinden birini öne çıkarınca oradaki denge bozuluyor. Keşke yazar olsaydım da sana diyebilseydim, şu an şuna yöneliyoruz. Ama ben arttığını görüyorum, artacağına inanıyorum ve artması için elimden geleni yapacağım bir oyuncu olarak.

Seni ilk Bornova Bornova’da izlemiştim, dokuz yıl olmuş. O zamandan bugüne, çok fazla şey değişmiştir eminim. Ama senin için en önemli olduğunu düşündüğün değişik ne oldu kariyerinle ilgili?

Ben hep oyun oynama duygusunu kaybetmemeye çalıştım. O yüzden dikkatim dağıldığında hep “Damla oyuna dön!” derim kendime. Artık sadece daha bilinçli antrenmanlar yapıyorum sette, farklı yönleri keşfetmeye çalışıyorum. Bir rolü iyi oynamaktansa, ona ne kadar fazla yönden, ne kadar farklı bakış açılarından bakabilirim, neyle geliştirebilirim, nasıl katmanlandırabilirim diye düşünüyorum. Çok daha eğlenceli hale gelmeye başladı meslek.

Ödüllere de alışmaya başlamışsındır herhalde…

Alışamıyorum, hâlâ çok heyecanlanıyorum! Hep çok mutluluk verici, hep acayip bir heyecan, hep acayip bir diz titremesi sahneye çıkarken… Ama o da geçmesin tabii. Sette de öyleyim, bazı sahnelerden önce bir mide bulantısı ve titreme halinde oluyorum ama sonrasında keyifli gelen tarafı da bu aslında. Ben filmlerin yarıştırılmak için değil izlenilmek için olduğunu düşünüyorum. Bir filmle festival festival gezerken farklı yerlerden, farklı coğrafyalardan insanların verdiği tepkileri görmek çok enteresan. Hepsi çok özel benim için aldığım ödüllerin ama bir yandan da hiçbiri üzerine fazla düşünmemek lazım. Birilerinin “Senin yaptığın işi sevdik, duygudaş olduk seninle şu an” demesi gibi. Ama bu bir yarış değil ki… Yaptığımız şey farklı hikâyeleri yarıştırmak olur; hangi insanın hikâyesi bir diğerinden kötü olabilir, kim bunu söyleyebilir ki? O yüzden gurur vericiler sadece.

Aslında filmden çıktığımdan beri aklımdaki ilk soru buydu ama sona saklamış olayım. Filmin sonunda muhteşem bir rap şarkısı çalıyor, nedir o?

İzmirli bir rapçi var, Pi. Dünyanın en yetenekli kadınlarından biri. O sözlerini yazdı, Almanya’dan Bassel Hallak da onun altyapısının üzerine başka bir altyapı yaptı. Şarkının ismi için “Beni Anlat” düşünüyorlardı.

Çok teşekkürler!

Bant Mag. No:66’daki tüm içerikler için buraya tıklamanız yeterli.

sibel