Star Wars mektupları: Uğur Vardan

“Yani pek yabancı hissetmedik kendimizi filmin içinde ya da Lucas’ın sunduğu evrende; sadece bu kadar zevkli oyuncaklarımız olmamıştı o zamana değin, farklılık işte buradaydı.”

İlüstrasyon: Burak Dak 

UĞUR VARDAN

Bizim kuşağın uzayla buluşması TRT’nin siyah-beyaz ekranı üzerinden olmuştu. Kapıyı ilk olarak cumartesileri 20.30’daki, ‘Haberler’ öncesi kuşakta yer alan Uzay Yolu (nam-ı diğer Star Trek) aralamıştı. ‘Atılgan’ ve kıymetli personeli evrenin boşluğunda salınırken biz de ‘Gökyüzünde neler olup bitiyor, neler olup bitebilir’ türü meraklarımızı giderirdik. Kaptan Kirk, Mr. Spock, Dr. McCoy, Yüzbaşı Uhura, Mr. Sulu ve de diğerleri, adeta tur rehberlerimizdi. Çocuktuk ve en büyük sermayemiz meraktı. Sinema, televizyon, spor, çizgi roman, oyun derken her şey, büyük bir keşfin parçalarıydı. Hayatı mı, hobileri mi keşfediyorduk; farkında değildik ama sonsuz bir merak ve heyecan içinde her şeye el atıyorduk. Daha sonra yine TRT Televizyonu sayesinde tanıştığımız Uzay 1999 adlı dizi, Uzay Yolu vasıtasıyla daha önceden aşina olduğumuz bir özel serüvenin farklı bir koridoru gibiydi ve “Yukarıda neler olup bitiyor?” konusundaki sınırlı bilgilerimizi sanki biraz daha genele yayıyor, bizi daha bilinçli, görgülü, tecrübeli kılıyordu. Televizyonun ülke sathındaki popülerliği sanırım 1974’teki Dünya Kupası’nın naklen yayınıyla en üst düzeye ulaşmıştı. O zamanki tarifiyle ‘Sihirli kutu’ belki her eve girmemişti ama kahveler, çay bahçeleri vs. türü genel mahal alanları sayesinde kitlelerin vazgeçilmezi olmaya başlamıştı. Çizgi roman lehçesiyle söylersek ‘Aynı zamanda sinemada’ ise varoluşsal problemler çağı başlamıştı. Çünkü televizyon insanları artık sokağa çıkarmıyor, salonlar eski coşkusunu ve çocuksu sevincini kaybediyordu. İşin ‘Merkez üssü’ne ise bambaşka meseleler hâkimdi. Uzak bir galakside olmasa bile uzak bir yer sayılacak Hollywood’da, iki sıkı arkadaş Steven Spielberg ve George Lucas, “Sinemanın yaşını küçülttüğü ve çocuklaştırdığı” iddialarıyla tefe konuluyordu. İkili ise bu suçlayıcı nitelikteki tanımlamalara en azından o dönem kulak asmıyor, kendi doğrularında ilerliyorlar, ‘Televizyon belası’na rağmen kitleleri salonlara çekiyordu.

Star Wars işte böyle bir dünyanın içinde doğdu. Daha doğrusu doğmuştu; 1977’de çekilen ve vizyona giren yapım, bizim buralara ancak 1979’da uğrayacaktı. Çünkü o zamanlar sektörde işler böyle yürüyordu. Bütün Dünya’da övgüler (ya da yergiler) alan, festivallerde ödüllerle buluşan filmler, gezegendeki turunu tamamladıktan sonra “Bir de size gelelim” kabilinden Türkiye’de salonlara “Merhaba” diyor, adeta son nefeslerini bu topraklarda veriyorlardı. Sözün özü Star Wars da genel düzenin bir parçası olarak iki yıllık bir gecikmeden sonra bu coğrafyanın sinemaseverleriyle buluştu. 15 yaşındaydım ve filmi ilk izlediğimde hissiyatım şuydu: Uzaydaki düzen bildiğin westernmiş… Hızlı silah çekmeler, kahramanlık öyküleri, iyiler, kötüler; hepsi tanıdık şeyler. Tabii bu tanıdıklık parantezine kılıç düelloları da dahildi. Gökyüzündeki kovalamaca ise biraz araba yarışları, biraz jetlerin mücadelesi (ki ona da ‘Yüzbaşı Volkan’dan vâkıftık) gibiydi. Yani pek yabancı hissetmedik kendimizi filmin içinde ya da Lucas’ın sunduğu evrende; sadece bu kadar zevkli oyuncaklarımız olmamıştı o zamana değin, farklılık işte buradaydı. Bir sonraki adım olan The Empire Strikes Back 1980’de çevrilmiş, Türkiye’ye ise 1983’te uğramıştı. Ki bu dönemde ben artık bir üniversite öğrencisiydim, hayattaki ve sinemadaki önceliklerim farklıydı, dolayısıyla ikinci adımı sevdim sevmesine ama ilki kadar çok etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Keza ‘Modern zamanlar’da karşımıza gelen ve aslında bizi hikâyenin başına götürdüğü iddiasındaki üçlemeden pek hoşlanmadım. George Lucas, bir Spielberg değildi ve sürekli elindeki en iyi şeyi allayıp pullayıp, değişik formatlara sokup bize pazarlıyordu; yani sonraki adımlara ilişkin hissiyatım da buydu. Şimdi sırada ‘post-modern zamanlar’a seslenmesi beklenen yeni bir adım var, bekleyelim görelim…

Darth_Vader