Teftiş: Primavera Sound 2014 / 1. Gün

Barcelona’da her mayıs sonunu bir müzik cennetine çeviren ve 4-5 gün boyunca dev isimleri peşi sıra dizerek sahneler arasında mekik dokumanızı sağlayan festival Primavera Sound, bu yıl da yine müthiş bir tempoyla başladı. Colin Stetson, St. Vincent, Queens Of The Stone Age, Pond, Arcade Fire ve nicesinin yer aldığı ilk günün teftişiyle Primavera Sound yazılarımıza başlayalım!

Festivalin ilk günü aslında 29 Mayıs Perşembe olsa da Primavera Sound ekibi hem festivalin öncesine hem sonrasına bolca etkinlik koymuş. Şehirde Jamie XX, Shellac, The Ex gibi isimleri izleyebileceğiniz 28 Mayıs Çarşamba günü festival alanında da ATP sahnesinde Temples, Stromae, Sky Ferreira gibi isimlerin konserleri vardı. Temples’ı izlemek üzere festival alanına yola çıktıktan kısa bir süre sonra başlayan yağmur maalesef uzun süre durmak bilmedi. Bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru ilk kez deneyimleme fırsatına erişmiş olmanın yanı sıra Temples’ı da ilk kez izliyordum. Grup yağmura rağmen karşısına dizilen kalabalıkla kurduğu sıcak ilişkinin yanı sıra performansıyla da tam not aldı. Sonrasında Stromae’nin gece kulüplerinden magazin programlarının jeneriklerine kadar her yerde duyulan şarkıları eşliğinde dans eden yağmurda sırılsıklam olmuş bünyeler ertesi gün hasta yatıp festivali kaçıracaklarından habersizken bense kaldığım yere doğru uzayarak perşembe gününün maratonunu beklemeyi tercih ettim.

29 Mayıs Perşembe’yi saat 16.00’da festivalin tek kapalı salonu olan Auditori Rockdelux’ta Colin Stetson konseriyle başlattım. Tıkabasa dolu salonun tek bir çıt çıkarmadan izlediği konser tek kelimeyle kusursuzdu. Albümden dinlerken sanki 3-4 kişilik bir brass ekibinin çalıyor olduğunu düşünebileceğiniz şarkıları tek başına çalan Stetson, konserin başlarında sahnenin sise boğulması sonucu biraz zor anlar yaşasa da sonrasında işi şaka yoluyla çözdü. Özellikle son iki albümü Judges ve To See More Light‘tan şarkılar çalan Stetson, seyirciyle de harika bir iletişim kurdu. Colin Stetson konserinin ardından ATP sahnesinde Föllakzoid‘le 70’ler krautrock dönemine küçük bir yolculuk yapıp, St. Vincent basın toplantısı için Press Lounge’a doğru harekete geçtim. 10-12 kişilik bir basın grubunun karşısına çıkan St. Vincent, yaklaşık 20 dakika süren söyleşide çok renkli bir imaj çizdi. Katılımcılarla çok rahat tavırlarla konuşan St. Vincent’ın basın toplantısındaki hali beni akşam izleyeceğim konser için heyecanlandırmaya yetti.

photo 1

Basın toplantısının ardından ATP sahnesinde The Ex, epey enerjik bir performans sergiledi. Her şarkısı birbirinin aynı olan grubun konseri bir noktadan sonra yıpratıcı oluyor tabii ki. Tam o anda kurtarıcı olarak Pond yetişti! Pitchfork sahnesinde çalan Pond, festivalin ilk gününün en akılda kalıcı performanslarından birine imza attı. Avustralyalı grup, kankaları Tame Impala’yı yer yer hatırlatsa da bol psikedelili gitar müziğine ekledikleri analog synth’lerle karşılarındaki azımsanmayacak kalabalığı epey memnun etti. Pond biter bitmez, festivalin ana sahnelerinden biri olan Ray-Ban Stage’de Antibalas çalmaya başladı. Antibalas’ın afrobeat’iyle dans eden kalabalığın arasından ayrılıp Warpaint‘e bakayım derken festivalin iki büyük sahnesi Heineken ve Sony arasında bir koşturmacanın başlatmış oldum. Birbirinin karşısına konumlanmış iki sahne, sırayla muhteşem isimleri ağırlıyordu.

Warpaint’i biraz uzaktan izleyerek o saat dilimini dinlenmekle geçirdim. Zira arkasından tokat gibi bir üçlü başlıyordu. Sony sahnesinde St. Vincent, artık bir yıldız olduğunu gözler önüne seren bir konser verdi. Hem sahne tasarımı, hem üzerine çalışılmış küçük koreografiler, hem de tek kelimeyle harika çalım bir araya gelince nefes kesen bir performans çıktı ortaya. St. Vincent’ı önceden iki kez izlemiş biri olarak, bu konserle birlikte St. Vincent’ın kariyerinin zirvesine gelmiş olduğunu iyice anlamış oldum. Fakat St. Vincent bittikten sonra yaşadığım heyecanı uzun zamandır hiçbir konserden önce yaşamamıştım. Heineken sahnesine döndüğümüzde Queens of The Stone Age‘in sahne kurulumunu gördüğüm an gerçekten tarif edilemez bir heyecandı. Yıllardır beklediğim günün gelmiş olduğunu aslında o an fark ettim diyebilirim. Bugüne kadar hiçbir rock konserinde duymadığım kadar temiz bir ses vardı her şeyden önce. Şarkı listesi ilk başlarda grubun eski dönemlerinden ”Millionaire”, ”No One Knows”, ”Burn The Witch” gibi güzelliklerle dolu olsa da ortalarda son albüm …Like Clockwork‘e biraz fazla yüklendiler. Yine de kapanıştaki ”Song For The Dead” performansı gerçekten kolay kolay unutulacak cinsten değildi. QOTSA’dan yediğim dayakla resmen ayakta duramaz hale gelsem de, Sony sahnesine biraz uzaktan da olsa bakıp Arcade Fire‘ı izlemeye koyuldum. ”Reflektor”, ”Rebellion”, ”Power Out” gibi şarkılarıyla seyirciyi anında yakalayan ekip, sahne şovu konusunda da son noktada olduğunu gösterdi.

Festivalin ilk gününü erken başlatmaktan ve sahneler arası turlamaktan dolayı pilimi erken bitirip Moderat, Metronomy, Disclosure gibi ekipleri izlemeden Parc Del Forum’dan çıktım. Slint, Nine Inch Nails, Mogwai, Connan Mockasin, Earl Sweatshirt ve fazlasıyla dolu üç gün daha var!

Yazı: Cem Kayıran