The Funambulist dergisiyle: “Askerîleştirilmiş kentler” üzerine

Paris ve New York’ta yaşayan mimar, yazar ve editör Léopold Lambert, 2010’dan bu yana blog, podcast ve kitap gibi farklı mecralar aracılığıyla mimarlık üzerinden politika üretiyor. The Funambulist isimli blog’unu iki sene kadar önce Archipelago isimli bir podcast’le desteklemeye başlayan Lambert, geçtiğimiz eylül ayı itibariyle de The Funambulist’i iki ayda bir basılı ve dijital olarak yayın yapan bir dergi formuna kavuşturdu. Derginin her sayısının bir temaya ayrılacağı duyuruldu ve ilk sayı, “Askerîleştirilmiş Kentler” başlığıyla yayımlandı. Biz de Lambert ile bu konuyu açmaya karar verdik.

Röp: 13melek, Neyir Özdemir – Foto: Léopold Lambert

The Funambulist ile başlayalım. Dergi hangi konulara odaklanıyor ve alternatif bir medya kanalı olarak nasıl işliyor?

İlk olarak isimden bahsetmeli. “Funambulist” ip cambazı anlamına gelen bir kelime. Bu figür hoşuma gidiyor zira mimarlığın mecrası olarak tanımladığım bir çizginin üzerinde yürüyor ve bunu yaparken çizginin bir ortamı ikiye bölmek ve bedenleri bir taraf seçmeye zorlamak olan asıl kastına engel oluyor. İp cambazı çizgiden özgürleşmiş değil, sadece çizginin etkilerini devre dışı bırakıyor. Ben mimarlık eğitimi aldım; hem beşeri bilimler ve politik aktivizmi mimarlığa, hem de mimarlığı bu diğer dünyalara yaklaştırmakla ilgileniyorum. Derginin editöryel çizgisi ise tasarım ve bedenler arasındaki politik ilişkiye dair sorular sormaya yönelik. The Funambulist, 2010 senesinde bir blog, açık erişimli bir mecra olarak yola çıktı. 2014’te üniversite kurumsallığının dışında bilgi üretme ve paylaşma yolları arayan Archipelago isimli bir podcast başladı. En yeni proje ise her sayısında belli bir konu etrafında sorular soran ve dünyanın çeşitli yerlerinden yetenekli ve genç insanları seferber eden bir dergi. Basılı derginin amacı, açık erişimli platformu ikame etmekten ziyade onu bütünlemek.

O zaman askerîleştirilmiş kentler başlığına odaklanan ve dünyadaki birçok şehirden vaka çalışmaları sunan ilk sayıya geçelim. Giriş makalesinde, kentteki askerî örgütlülüğün yarattığı şiddetin dışarıdan gelmediğini ve şehrin inşa ediliş biçiminin kendisinin şiddeti içerdiğini vurguluyorsunuz. Bu ifadeyi örnekler eşliğinde açabilir misiniz?

Askerîleştirme derken ordu kurumundan çok daha büyük bir kavramı kast ediyorum. Bu, polisi de içeriyor ve hattâ herhangi bir gözetim ve kontrol faaliyetini de içine katıyor. Dergideki vaka çalışmalarında ortaya çıkan müşterek nokta, her kentin belli bir seviyede askerîleştirilmiş olduğu gerçeği. Zamansal olarak birbirinden çok farklı yerlerde duran üç örnekten bahsedebilirim. Napoleon III döneminde, 1852 ve 1870 arasında, Hausmann tarafından yürütülen Paris’teki dönüşümün kenti sadece daha burjuva bir hâle getirme amacı gütmediği, aynı zamanda askerî bir gündeme de sahip olduğu artık akademik bir klişe hâlini aldı. 19. yüzyılın Paris’inde ayaklanmalar olağandı ve çoğu isyan Hausmann’ın vizyonundaki orduya hızlı bir hareket kabiliyeti sağlayan geniş caddeler ve bulvarlardan ziyade kentin kalabalık, labirentli ve proleter mahallelerinde gerçekleşmekteydi. 20. yüzyıla geçersek Brasilia örneğini verebiliriz. Brasilia, 1964’teki askerî darbeden üç sene önce kurulmuş bir kent olarak diktatörlük için tasarlanmamıştı, ancak ilk amaç ne olursa olsun şehrin bütünsel bir bakış açısıyla planlanmış olması, ordunun şehri kontrol etmesi açısından önemli bir faktördü. Bu olmadan, askerî cuntanın 21 sene süremeyeceğini iddia etmek mümkün. Üçüncü örnek ise günümüzden. 2011’den beri Kahire’nin kitleleri bir araya getirme potansiyelinden haberdarız. Bu sebepten, şu anki askerî hükümet Kahire’nin dışındaki çölde kamusal alanın çok daha kontrol altında tutulacağı ve işçi sınıfı meskenlerinin yer almayacağı yeni bir başkent inşa etmeyi planlıyor. Bu yeni şehrin tek bir mimarlık ofisi (SOM) tarafından inşa edildiğini not düşeyim. Bu açıdan mimarların hükümetle işbirliğini gözlemlemek ilgi çekici.

Günlük hayatlarımızda olağan olarak duvarlar, bariyerler, çanta aramaları, vs. gibi şeylerle karşılaşmaktayız. Bu olguları çoktan kabullendiğimizden dolayı bu mekanizmaları askerîleştirmenin bir parçası olarak algılamıyoruz. Kamuoyu bu basit şiddet araçlarına nasıl tepki veriyor, daha ziyade meşru savunma aygıtları olarak mı görüyor?

Bu soru son dönemdeki mimarlığın içsel şiddetine dair çalışmalarıma, örneğin bir duvarın neden asla masum olamayacağına dokunuyor. Duvar, kamusal alana şekil verilmesinde son derece kuvvetli bir aygıt. Sürekli duvarlarla çevrili olduğumuzdan bu tür şiddete son derece alışığız. Şu an bir odada oturuyoruz, odanın anahtarına sahip olduğumuzdan hapsedilmiş hissetmiyoruz, ancak bir hapishane ile bir oda arasında pek fark yok. Altına girebileceği bir çatısı olmayan herkes duvarların şiddetini algılayabilir. Eğer sokaklarda yatıyorsanız duvarların düşmanınız olduğunu bilirsiniz. Bu tür şiddete artık kaçamayacağımız bir şekilde yüzleşmek zorunda kalana kadar dikkat etmiyoruz. Kent üzerindeki askerî müdahalelerde de benzer bir süreç işliyor, bu yüzden önümüzde olup biteni artık kabul edemeyeceğimiz kritik bir noktaya ulaştığımızı fark etmemiz zor olabiliyor. Olağanüstü hâl durumunu saymazsak, askerîleştirme süreçleri aşamalı ilerlediğinden, olanları umursamıyoruz. Bir olağanüstü hâl durumu ise geçen ocak ayında Paris’te yaşadığımıza benzer duygusal zirveleri takip ediyor. Örneğin son döneme kadar Fransız polisini ellerinde makineli tüfeklerle gezerken gördüğümü hatırlamıyorum ve daha basit teçhizatlara ne zaman döneceklerinden emin değilim. Özetle, etrafımızda sürekli maruz kaldığımız şiddeti görmememizin tedrici bir yanı var ve ne kadar imtiyazlıysanız şiddeti de o kadar az fark ediyorsunuz. Ancak kriz dönemlerine rast gelen ve şiddeti meşrulaştıran sıçramalar da mevcut.

Dergideki makalelerden biri “Askerî mevcudiyetin yüksek olduğu kentler aynı zamanda ülke ortalamasına göre kültürel yozlaşma, şiddet ve uyuşturucu kullanımı açısından daha kötü durumda bulunuyor” tespitini yapıyor. Bu ilişkideki nedensellik hangi yöne akıyor? Devlet, kenti yurttaşları için gerçekten de daha güvenli bir hâle getiriyor mu?

Bu cümle, Zulaikha Ayub’ın Colorado eyaletinin Aurora şehrindeki askerî üsleri incelediği öğrenci projesine ait. Ayub, bu projeyi 2012’de bir adam bir Batman filmi gösteriminde 12 kişiyi öldürmeden hemen önce gerçekleştirdi. Bu sebepten, şehirdeki silahlanma sorunu gündemin ön planındaydı. Ayub’un kendi topladığı istatistiklere dair konuşamam ancak kin ve uzlaşmazlığın daha çok kin ve uzlaşmazlığa yol açacağını söyleyebilirim. Fransa, Suriye’yi tekrar bombalamak üzere; Türkiye IŞID’i bombalarmış gibi yapıp PKK’yi bombalıyor ve düşmanlık daha fazla düşmanlığa yol açıyor. Bence aynı şey mimarlık için de geçerli. Korku ve güvenlikleştirmeyi ön planda tutan bir çevre kurduğunuzda bu çevrenin içine şiddeti de davet ediyorsunuz.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:43’e ulaşabilirsiniz.