Türkiye punk tarihinin efsane Kemal Aydemir'i aramızdan ayrıldı

Türkiye’de birçok kişiyi punk müzik ile tanıştırmış efsane isim Kemal Aydemir hayatını kaybetti. Türkiye punk tarihinin en önemli figürlerinden Kemal Aydemir’in aramızdan ayrılması hayatlarına dokunduğu herkesi derin bir üzüntüye boğdu.

Kemal Aydemir’in anısına, 2007 tarihli “Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi” kitabında yer alan, Tolga Güldallı’nın kendisiyle gerçekleştirdiği röportajdan bir kesit hatırlıyoruz. 

Punk ile tanışman nasıl oldu?

Ben İngiltere’ye grafik okumaya gittim. O zaman Türkiye’den bilgi alabileceğin çok kaynak yoktu. Bilgi sahibi olamıyordun. Gittiğimde bir baktım ki, okullar süper pahalı. Plan şöyleydi; yarım gün çalışıp, yarım gün de okula gidecektim.

Hangi okul?

Hangi okul diye bir şey yok. Giremedim ki, hangi okul olmadı.

Kaç yılı?

1977. Türkiye’de o zaman hippi hayatı vardı, saçlar uzundu. Böyle bir ortamdan oraya gittim. Orada film tamamen değişik. Hippilerin hepsi yaşlanmış, çoğu işgal evlerinde kalıyor. Bir süre sonra punkları görmeye başladım. Garip makyajlar, yırtık elbiseler, toplu iğneler falan. Tabii çok değillerdi başlarda. 77 yılı daha. Bunlar kafayı sıyırmış zannettim. Psikopat, tehlikeli adamlar diye düşündüm.

Bende hippi kafası devam ediyor tabii o sıra, hâlâ Pink Floyd, Frank Zappa dinliyordum. Bir arkadaş, “Burada yeni bir akım çıktı. Bu gördüklerin Punk. Bunların kulüpleri var. Seni bir konserlerine götüreyim bak, ne biçim fark var” dedi. İyi dedim gidelim. Biz kalktık gittik. Marquee diye bir yer vardı. O gün Lurkers ve 999’in konseri vardı orada. İçeriye bir girdim, yani samimi söylüyorum bayağı korktum. Biz gayet düzgün kıyafetteyiz. Onların hepsi yırtık pırtık elbiseler, zincirler falan. Akıl hastanesi gibi içerisi. Biz nereye geldik diye bir taraftan korktum, bir taraftan da enerji bayağı hoşuma gitti. Çok renkliydi.

Konser bir başladı, biz de tam öndeyiz, bir de içerde bira içiyorlar. Pogo falan derken bir kargaşa. O onun üzerine çıkıyor biralarla, millet birbirine tükürüyor. Herkes içki içinde. Biz korktuk kavga çıkar diye gittik arkaya, oradan seyrediyoruz. Müthiş bir elektrik vardı müzikte ilk gördüğümde. Nasıl karşılaştırma yapayım; bizim 60’lı yılların gruplarında, grup çıkar sahneye, belirli bir parçayı çalar. Sonra saatlerce gitar solosu car cur cur. Arkadan davul çalar gider gider. Bunlar bir şarkı çalıyor iki dakika, hop diyor ikinci parça. Hiç gitar solosu falan da yok. Ama müthiş bir elektrik de var. Ulan dedim ben bu müziğe bayıldım, her hafta gelelim buraya.

Biz o zaman kuzey Londra’da oturuyorduk. Orası da hep işgal evleri. Orada da İngiliz Rock tarihinde önemli bir yeri olan bir pub vardı. Ama fazla da büyük bir yer değil. O mahallede oturuyorum ya ha bire bakıyorum kimler çalıyor diye. Pub’a sürekli gitmeye başladım. Dedim salla hippileri punklarda hayat var. Bu arada, adamlar ne istiyor, amaçları nedir, kültürü nedir hâlâ bilmiyorum. Fazla İngilizce de yok, anlayamıyordum.

Kings Road’a giderdik. Orada punklar hava atardı. Giyinirler, millet onlara bakar, bunlar millete tükürür falan. Malcolm Mc Laren’ın Sex diye ünlü dükkânı vardı. Oradan geçiyordum bir gün, ama dükkân olduğunu bilmiyorum. Vitrine çürümüş bir postal koymuşlar. Kavramsal sanattan falan da anlamıyorum. Dedim burası neyin nesi. İçeri bir girdim, içerde Jordan, elinde de kırbaç, bana bakıyor. Eyvah dedim. Fakat dükkân hoşuma gitti. Kimse sana bir şey sormuyor, diğer dükkânlar gibi değil. Müzik olarak da Punk çalıyor. Ben de burası herhalde Punk dükkânı diye düşündüm. Fakat elbiselere falan baktım, hep fetişist. O zaman moda “bondage trousers” idi. Ulan bunları kim giyer. Tşörtlere falan baktım. İlk o grafikler var ya fosforlu renkler falan, bayağı hoşuma gitti. Her Kings Road’a çıktığımda o dükkâna uğrardım.

Sonra aradan bir zaman geçti. Punklar o zaman çalamıyorlardı. Gazetelerde Sex Pistols çalıyor gözüküyor ama Sex Pistols’ın nerede çaldığı belirsiz. Gizli çalıyorlar. Bir olay oldu. Bir kızın gözüne konserde şişe atmışlar, kızın gözü çıkmış. Bütün Punk konserlerini yasakladılar. Marquee’ye gidiyoruz hiç konser yok. Flyer veriyorlar elden, gelin işte şurada şu saatte konser var diye. Kapıda flyer’ı gösteriyorsun, tamam gel geç diyor içeri. Bir gün kim olduğunu bilmediğim bir konsere gittim. İçeriye bir girdim. İçerisi nasıl kalabalık. Eski bir fabrika ya da depo gibi bir yer. Biz de hâlâ kafada şey var, konser deyince koltuklar olacak, herkes oturacak falan. Bir baktım içeriye herkes punk. Ben pardesü falan giyiyordum. Burada nasıl konser olur falan derken, bir çıktı grup: Sex Pistols. Ama bilmiyordum Sex Pistols olduğunu çünkü, isim değiştiriyorlardı. Mesela Sex Pistols çıkıyor ama isimlerine Adventures diyorlar yakalanmasınlar diye, yasaktı çünkü. Biri çıktı doktor kıyafetiyle. Ortalık cehennem gibi. Skinheadler vardı o zaman, onlar faşistti, karşılardı Punk’a. Bunlar konsere bir baskın yaptılar, ortalık karıştı. Adam birine bir jilet attı. Adamın dudak gitti. Polisler falan geldi. Kendimi sokağa attım. Ulan dedim bir daha bunların konserine gitmem.

Sen tam Punk’ın patladığı yıl gitmişsin. Kaç yaşındaydın o zaman?

O zaman 25. Aslında punklar için yaşlıydım. Punkların hepsi 16-17 en fazla 20 yaşındaydı.

Punk dinleyenlerin hepsi İngiliz miydi? Yabancılar var da mıydı?

Baştan sadece İngiliz’di Punk dinleyenler. 70’lerin sonunda, 80’lere doğru Fransa’dan, Danimarka’dan punk tipli kızlı erkekli insanlar gelmeye başladılar.

Türk olduğunu söyleyince bir ayrımcılıkla karşılaşıyor muydun?

Punklarda o zaman ırkçılık yoktu ki. Hatta Clash, en son Rock Against Racism (RAR) diye bir kampanya yapmıştı.

Hangi grupları gördün?

X-ray Spex, Siouxsie and the Banshees, Lurkers, çoğunu gördüm… 80’lerde müzikte yeni bir kapı açılmıştı Punk’la birlikte. Eski zaman müziğinde hep aşk vardır ya, o bitmişti. Artık şarkılar öfkenin dışavurumuydu. Ardından endüstriyel müzik çıkmıştı. Aynı dönemde bir de Two Tones Ska müziği de çıkmıştı. Londra’nın en fazla uçtuğu dönem o dönemdi. Sonra bir de yeni romantikler çıkmıştı. Aynı dönemde psychobilly. Yani o dönem hepsi ayrı ayrı yerlerde çalıyordu. Bir de 50’lerin Rock’n Roll’unu dinleyen Teddy Boy’lar vardı. Müziğin en güzel patlama yaşadığı dönemde Londra’da kaldım. Punk, New Wave ve New Wave’den sonra açılan bütün akımları yakaladım. Joy Division’lar, Sisters of Mercy’lar işte. Karanlık müzikler.

Dünyaya bakış açım tamamen değişti. Ben de çoğu zaman işgal evinde kalıyordum. O zaman serbestti. Boş bir binaya giriyorsun, kapıyı kırıyorsun, orası artık senin. İngiltere’de öyle bir kanun vardı. Kalacak yerin yoksa kapıyı kırıyorsun, kilidi değiştiriyorsun ondan sonra gidiyorsun belediyeye. Benim kalacak yerim yok buraya girdim diye bildiriyorsun. Elektriği açtırıyorsun. Parasını veriyorsun onların. Ama kira vermiyorsun. Orda kalanların çoğu da zaten hippiler, punklar, gotikler.

Orada müzikle uğraşıyor muydun?

Yok. Orada en kötü işlerde çalışıyordum. İnşaatta çalıştım. Lokantada, restoranda çalıştım. Mutfakta bulaşıkları yıkıyordum.

Oturma iznin var mıydı yoksa kaçak mıydın?

Kâğıt evliliği yaptım. Yakalandıktan sonra da sınır dışı edildim.

İstanbul’a dönünce nasıldı burası?

Sorma işte en kötüsü de oydu. Buraya geldim bir baktım sıkı yönetim var burada. Havaalanına bir girdim bir baktım her yerde askerler, makineli tüfekler… Dedim herhalde biz yanlış yere geldik. Afrika’ya mı geldik lan? Burası Türkiye olamaz. Özgür bir ülkeden geliyorsun, bir bakıyorsun her taraf asker dolmuş.

Askerin biri git pasaport işlemlerini yap diye bağırıyor. Saat 2’de karartma var, sokağa çıkma yasağı var dedi. Çabuk buna araba bulun dedi. 2 bavul vardı bende plak dolu içerisi. Taşıyamazsın yani. Plakları görseler beni içeri koyarlar. Çünkü o zaman yasaktı öyle şeyler. Mesela aralarında Alien Sex Fiend’in plağını görse yırtar atar çöpe. Bizim birader orada çalışıyordu o zaman. Bavula baktırmadım.

İstanbul’a gelince burada tamamen depresyona girdim. 6 ay geçti. Ben dayanamadım, yaşayamam dedim burada. Alışıyorsun ya oradaki rahat hayata. Çok ters geldi. Bu kadar askeri sistem hoşuma gitmedi. Dedim bir an önce kaçıp gideyim. O sıra bir de pasaportu almasınlar mı? Sana pasaport yok dediler. Eyvah eyvah haydi buyurun. Bir sıkıntı, bir depresyon…

Peki hiç arkadaşın yok muydu Punk dinleyen?

Hayır, hiç yoktu. Bir kişi bile yoktu. Çok yalnız kaldım. Plakları dinliyorum, böyle gençlik de var ya, bayağı üzüntülü zaman, hep ağlıyorum. Kendi kendime evde pogo yapıyorum. Bayağı yıkılmıştım. Burada hiç kimse Punk dinlemiyordu. Daha yeni British Metal çıkmıştı. Bazen onların yanına gidiyordum değişiklik olsun diye. Punk diyordum, Punk neymiş lan diyorlardı.

Herkes punkları faşist, ırkçı zannediyordu. Oysa durum tam tersi. Hiçbir ırkçı punk grubu ben hatırlamıyorum. Zenciler bile vardı yani. Ha sonradan çıkmış olabilir, ama Punk’ın ilk çıktığı dönem, 77-80 yıllarında ben hiçbir ırkçı Punk grubu hatırlamıyorum. Zaten ırkçı olsalar ben niye böyle bir akıma kendimi kaptırayım?

Bakırköy Meydan’da tren istasyonunun yanında Hakan’ın bir tezgâhı vardı. Bende de çılgın bir şey vardı herkeste olmayan. Kasetleri zorla getirirdim, önüne koyardım çal çal diye. O da derdi, ulan bırak şimdi Punk’ı, bizi kesmez Punk. Biz Megadeth dinliyoruz. Gitar solosu hafif kalıyor ya sevmiyorlardı Punk’ı. Yine mi sen geldin derdi bana.

Bayağı zaman geçtikten sonra 90’lara gelince punk çocuklarla tanıştım. Bunlar dediler ki bizim grubumuz var, biz Punk dinliyoruz.

Bunlar dediğin kim?

Noisy Mob.

Hangi sene?

90’ların başı.

Zamanında bir dergide Headbangers ile yapılmış bir röportajda senden bahsediyorlar. Senden epey bir şey öğrendiklerini söylüyorlar.

Doğrudur. Ben anlatıyordum bazen. Çocuklar soruyordu. Ben de anlatıyordum şöyle şöyle gruplar var şöyle müzikleri var diye. O zaman yurtdışından yavaş yavaş gelmeye başladı punk etkileri. Doğru dürüst bir dinleyici veya kaynak da yoktu.

Sen o zaman neler dinliyordun?

Punk’tan başka Gotik, Endüstriyel, Test Department, Foetus, Clock Dva ve daha şimdi hatırlamadığım bir sürü şey vardı. Sonra hepsini Deniz’e (Deniz Pınar, Deniz Kitabevi) sattım.

Deniz’le tanışman nasıl oldu?

Hatırlamıyorum doğrusu. O zamanlar hep Narmanlı Han’a gidiyorduk. Orası buluşma yeriydi, hep kalabalıktı. Gidecek başka yer yoktu. Herkes Deniz’in dükkânına gidiyordu. Gazeteler Esat diye birinin mondo trasho dergisini tek başına çıkardığından bahsediyordu. Bazıları da merak ediyordu, neymiş bu mondo trasho diye, Deniz’in dükkânına gidiyorlardı.

Sen Esat’ı tanıyor muydun?

Yok, burada tanıştım. Hatta ben dergiyi gördüm. Bayıldım. Dedim ne kadar güzel bir dergi. Başka fanzinler de vardı ama benim hoşuma gitmiyordu. Adam 10 sayfa şiir yazmış mesela… Esat’la bir tanıştım, dedim bravo sen bu işi nasıl çözdün. Çünkü şaşırdım. Yurtdışına gitmeyen bir adam hakikaten bazı şeyleri bilemez. O zaman internet de yok. Türkiye kapalı bir dünya. Dergi yok, kitap yok.

Naki Tez, Murat Ertel, Gamze Fidan, Nalan Yırtmaç, bir fotoğrafçı çocuk vardı, onun ismini hatırlayamıyorum. Çevre kalabalıktı bayağı aslında. mondo trasho’nun çevresi ayrı, Deniz’in çevresi ayrı. Bizim Noisy Mob da giderdi oraya. Bakırköy tayfası ayrı, bir de Kadıköy’den gelenler vardı, bu da İsmail’in tayfası, Headbangers.

İngiltere’ye gitmeden önceki buradaki arkadaş çevrenle tekrar geldiğinde görüşme imkânın oldu mu?

Görüşemedim. 60’larda uyuşturucular vardı, çoğu zaten onlardan öldü gitti. Ya da çoğu terör yüzünden yurtdışına kaçtı. Dayanamadılar. 70’li yıllarda uzun saç hazmedilir bir şey değildi. Bir de kıyafet olarak bol paçalı pantolonlar, yamalı pantolonlar falan. İyice cozutmuştuk. İnsanların yaşaması zordu. Çoğu yurtdışına kaçtı özgürlük için, çok az insana rastladım gençlik yıllarımdan…

Fotoğraf: Türkiye’de Punk ve Yeraltı Kaynaklarının Kesintili Tarihi kitabından