“Yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk”: Gürcan Keltek ve “Gulyabani”

Önce video klip, ardından sinema çalışmalarıyla tanıdığımız yönetmen Gürcan Keltek, yeni filmi Gulyabani’nin dünya prömiyerini Ağustos ayında, geçen sene Meteorlar filmiyle iki ödülle birden döndüğü Locarno Film Festivali’nde yaptı. Gulyabani, film ve belgesel işlerinde benzersiz bir anlatım yakalayan yönetmenin, İzmir’de 1970’li ve 1980’li yıllarda tanınmış bir müneccim olan Fethiye Sessiz’in hikâyesini, karakterin “içinden” anlattığı, yarı kurmaca bir belgesel. Gürcan Keltek’in yöntemleri, fikirleri ve duygularına yönelik anlatacaklarına kulak vermek de fazlaca kafa açıcı ve ilham verici. Sözü kendisine bırakıyoruz.

Röportaj: Yiğit Atılgan

1061511

Gulyabani çocukluğumdan çok iyi tanıdığım bu karakterden yola çıkarak yaptığım, bir yandan da bu zor karakteri anlamaya çalıştığım bir film.”

Giriş babında Gulyabani’nin konusundan kısaca bahsedebilir misiniz?

Gulyabani, İzmir’de benim kuşaktan belli bir kesimin gayet iyi bildiği bir müneccim olan Fethiye Sessiz’in hikâyesi. Fethiye ölülerle konuşabiliyor, geleceği ve geçmişi aynı anda görebiliyor ama bildiğimiz anlamda klasik bir müneccim karakteri değil. Mektuplar ve günlük notlarından inşa ederek yazdığım yarı kurmaca bir belgesel. Fethiye artık çıkamayacağı bir hastane yatağındayken film giderek yok olmaya başlayan hafızasında dolanıyor. Geçmişinde deneyimlediği anlar ve geleceğe ilişkin durugörüleri iç içe, onun yaşadığı zaman artık çizgisel düz akan bir şey değil. Gulyabani çocukluğumdan çok iyi tanıdığım bu karakterden yola çıkarak yaptığım, bir yandan da bu zor karakteri anlamaya çalıştığım bir film. Fethiye filmin “konuşan kafa”sı. Ama bu kez biz bu kafayı sadece duymuyoruz, içindeyiz.

Bir önceki filminiz Meteorlar, Güneydoğu’da o dönemde yaşananlara dair duyduğunuz merakın yarattığı aciliyetle ortaya çıkmıştı. Gulyabani’yi dürten ne oldu, 1980 darbesi etrafında şekillenen bir anlatı yaratmaya nasıl karar verdiniz?

Karakterin yaşadığı, genç kızlıktan zorla çıkarıldığı dönem tam da 1970’lerin sonu 1980’lerin başıydı. Bu tarihî fon kendiliğinden ordaydı yani. Diğer yandan baskıcı rejimleri oluşturan zihniyetin mantık dışıyla, doğaüstüyle, batıl itikatlarla olan tuhaf ilişkisiyle ilgili bir film yapmayı ne zamandır istiyordum. Fethiye karakterinde beni çeken, etrafında olup bitenleri sürekli izliyor, gözlüyor olması. Adeta zoraki bir tanıklık söz konusu. Onun gözünde bu dünyadan göçenler bir yere kaybolmuyor, oldukları yerde kalmaya devam ediyorlar. Askerî darbe gibi insanlığın tamamen komaya girdiği dönemlerde, hafızamız ve inanç sistemimizi belirleyen her şey kolektif olarak büyük bir bozulmaya uğruyor, sonrasında da susuyoruz. Fethiye’nin zihni susmuyor, her şeyi hatırlıyor, anlatıyor. Hatırlamanın nasıl bir şey olduğu, Gulyabani’nin arka planını oluşturan bu kontrast, bütün bu birbiriyle alakasız görünen ama tam da aynı anda gelişen olaylar zinciri filmi yapma isteğimle bağlantılı aslında. Batıl inançlara, doğaüstüne bir inancım yok ama insanların onlarla kurduğu tuhaf ruhani bağ bir sinemacı olarak çok ilgimi çekiyor.

gulyabani poster

Hafıza kavramı sinemanızın temel direklerinden biri. Gulyabani’nin başında anlatıcı “Anılar karanlığın içinde bir anda içimizde belirir ve onları kaçırmamak için ne kadar uğraşırsak uğraşalım banyo teknesinde fazla kalan resimler gibi hemen kararırlar” diyor. Hafızayı kayda almak sizin için sanatsal bir misyon halini aldı diyebilir miyiz?

Hafıza konusu değişik boyutlarıyla kafamı meşgul ediyor bu doğru, ama böyle bir misyonum olduğunu düşünmüyorum. Misyon gibi kelimelerden korkuyorum. Çünkü filmlerle, onların içindeki evrenle daha mahrem, karmaşık bir ilişkimiz var. Neden bu konuya yöneldiğimi ben de her zaman bilmiyorum. Belgesel formunun gerçekle ilişkisi çok katmanlı, o nedenle bu tarz seçimler kendi doğasıyla geliyor. Hafıza deyince bu bazen insanlara bir sinopsisteki süslü bir kelime gibi geliyor ama ben bunun son derece elzem olduğunu düşünüyorum. Yeterince tartışılmıyor. Hafıza konusuna eğilirken bu sorunu soyutlaştırarak bağlamından koparmamaya, mutlaka yaşamış olduğumuz, herkesin şu ya da bu şekilde hatırladığı bildiği fiziki koşullara dayanan filmler yapmaya çalışıyorum. Meteorlar, Gulyabani ve Koloni son derece fiziksel koşullara dayanan filmler ama aynı zamanda da değiller, önemli sayılabilecek bir kısmını da ben stilize bir şekilde kendim yeniden yazıyorum. Ya da uyduruyorum diyelim.

“Darbe günleri ve sonrası ile ilgili en çok aklımda kalan şey sokağa çıkmanın bile tehlikeli olduğu geceler, bomboş sokaklar. İlkokuldaydım. İzmir’de o zamanlar Yunan televizyonu çekerdi, akşamüstleri müzik programları olurdu ve aynı program hafta boyunca tekrar ederdi. Magazine, Joy Division ve The Human League gibi grupları o karlı siyah beyaz televizyonda beş gün üst üste ilk kez orda duyduğumu çok net hatırlıyorum. Ne zaman o dönemi düşünsem o sesleri duyuyorum, hafıza çok tuhaf bir şey.”

Darbe gerçekleştiğinde çocuktunuz ancak o döneme ve sonrasına dair anılarınız olmalı. Aynı zamanda İzmirlisiniz ve İzmir’e çeşitli atıflar var filmde. Şahsi olarak filmin odağına aldığı ana mevzu sizde nereye oturuyor?

Çocukluğum İzmir Bayraklı’da geçti. Fethiye de orada yaşardı, çocukluğumdan tanıdığım bir figür o. Bayraklı İzmir körfezini birbirine bağlar o nedenle şehrin kilit bir noktasındadır. Yukarı mahalleleri ve orayı çevreleyen dağlar hem sağ sol çatışmalarının yoğun bir şekilde yaşandığı hem de Jandarma’ya ait büyük arazilerin bulunduğu bir bölgeydi o zamanlar. Olaysız bir gün geçmezdi. Menemen ve çevresini, Fethiye’nin kaçırıldığı Aliağa ve çevresini iyi bilirim. Tabii çocuksun, hiçbir şeye vakıf değilsin ve bunları sonradan algılıyorsun. Darbe günleri ve sonrası ile ilgili en çok aklımda kalan şey sokağa çıkmanın bile tehlikeli olduğu geceler, bomboş sokaklar. İlkokuldaydım. İzmir’de o zamanlar Yunan televizyonu çekerdi, akşamüstleri müzik programları olurdu ve aynı program hafta boyunca tekrar ederdi. Magazine, Joy Division ve The Human League gibi grupları o karlı siyah beyaz televizyonda beş gün üst üste ilk kez orda duyduğumu çok net hatırlıyorum. Ne zaman o dönemi düşünsem o sesleri duyuyorum, hafıza çok tuhaf bir şey. Sizden bağımsız çalışabiliyor. Siz kim olursanız olun, hayatın kendi işlettiği bir aklı var. Gulyabani hybrid bir belgesel olarak bir başkasının hikâyesini anlatıyor ama benim için filmdeki bütün öğeler son derece kişisel. Neden böyle tercihler yaptığımı anlatmak zor, ne yapsam kendinden büyük iddialı laflar sarf etmiş olacağım. Çocukluğumdan kalan, uzun zaman yarım yamalak bildiğim bir mevzuya geri döndüm, kendimi yakın hissettiğim bir kadınla ilgili kısa bir hikâye bu, o nedenle çekerken de bir sürü şey öğrendim. Belgesel ya da yarı melez olarak adlandırabileceğim bir sinema yapıyorum, öğrenmeye araştırmaya deşmeye açık değilseniz bu formla ilgili en önemli şeyi ıskalıyorsunuz demektir.

Letristlerin 1950’lerde ortaya attığı, Guy Debord ve diğerlerinin kavramsallaştırdığı psikocoğrafya disiplini Koloni ve Meteorlar üzerinde etki sahibiydi. Gulyabani bu bağlamda nereye oturuyor?

Ait olmadığım yerlere gidip o coğrafyaların ruhuyla ilgili filmler yapmayı seviyorum. Şu anda üstüne çalışmaya başladığım proje de böyle. Gulyabani diğerlerinden farklı. Çok çok iyi bildiğim bir yerden bahsediyor film. Ama bir filmin evrenine girebilmeniz için illa bu bilgilere, alt okumalara ihtiyacınız yok. Sizi ikna etmesi yeterlidir. Bu filmleri yan yana koyup baktığınızda son derece karanlıklar. Özellikle Gulyabani. Oysa Guy Debord ve arkadaşları son derece eğlenceli, neredeyse çocuksu bir iştahla da oynuyorlardı psikocoğrafya kavramıyla. Etrafımızı çevreleyen bütün etkenlerin sonucuyuz derken, içinden çıktıkları değerleri sarsmayı, bir nevi punk rock ruhuyla sorgulamayı ihmal etmiyorlardı. Fethiye’nin zihni bir tarayıcı gibi çalışıyor. Unutmuyor, hatırlamaya devam ediyor, geleceği görüyor. Dönemleri, insanları, olayları o mekânlardaki banal, ilgisizmiş gibi görünen nesneler şeyden üzerinden hatırlıyor. Kameranın onun gözü olmasından öte bir durum söz konusu. Bu anlamda film psikocoğrafya disiplinine yaslanmıyor, daha çok psikedelik bir film. Sitüasyonistler kent yaşamı ve sosyopolitik konusunda oldukça katıydılar. Bir filmi izleme deneyimi için bütün bu kavramlara ihtiyacımız da yok aslında, Gulyabani yaralı bir ruhla yaşadığımız kısa bir yolculuk.

Gulyabani’de dalların, taşların, yaprakların arasından akan dereler, ormanlarda damlalaşan çiğler, kartallar, rengârenk topraklar, dağlar var. Doğa yine filmin başrol oyuncularından biri. İnsan hikâyelerini insan sureti göstermeden, doğanın sosyopolitik mecraya dair sunduğu ipuçları üzerinden anlatıyorsunuz ve bu sayede evrensel bir dil yakalıyorsunuz. Kolaja da dayalı bu sinema dilini nasıl keşfettiniz?

Filmin anlatıcısının yüzünü göstermek istemiyordum. Onun hasta yatağındaki son dakikalarında havaya yükseldiğini ve bizlerle zihniyle konuştuğunu hayal ettim. Kaba kurguda onun hemşirelik yaptığı günlere ait resimleri gösterdiğim bir bölümü koyup sonra attım. Fethiye’nin adeta fragmanlaşmış bir hayatı olmuş. Kullandığı ilaçlar ve maddeler, oradan oraya sürekli bir göç hali, doğaüstü yeteneklerinin giderek güçlü bir hal alması, zihninin oradan oraya savrulması onu bambaşka bir kadın yapmış. Bu nedenle çocukluğuna daha berrak resimler eşlik ediyor, yetişkinlik zamanlarına geçtiğimizde hatırladıkları kopuk kopuk, bozulmuş, adeta bir depoda uzun süre bekletilmiş gibi. Fethiye’nin sürekli çok hızlı çalışan bir zihni var, özellikle sonlara doğru giderek katatonikleşen yapı buradan geliyor. Doğa benim için çoğu kez anlatıcının ta kendisi. Öyle romantik, dekoratif, arada bir laf olsun diye ortaya çıkan bir metafor değil, hiçbir zaman da olmadı. Fethiye’nin doğayla kurduğu bu paganik ilişki, ilk vizyonunu gördüğü günün bir Hıdırellez günü olması tamamıyla benim metne yerleştirdiğim bir şey. Çok sayıda film stokunu bir arada kullanan bir film bu, doğru, ama kolaja dayalı bir film mi bu çok emin değilim, tamamıyla tek karaktere ve onun yaşadıklarına yaslanan biyografik bir film. Meteorlar, biriktirmeye, kolaja daha çok yer veren bir filmdi.

Ebru Ojen ile uzun zamandır bir dostluğunuz ve ortaklığınız var, en son Meteorlar’da kendi sesiyle Aşı romanından metinler okumuştu. Yeni filmin metnini de birlikte yazmıştınız. Filmin metnini okuyunca edebi bir eser olarak tınlıyor kulağa. Bir edebiyatçıyla çalışmak nasıl bir deneyimdi?

Ebru Ojen çok yakın dostum. Müthiş kabiliyetli ve bana sorarsanız Türkiye sinemasının gizli kalmış en iyi kadın oyuncularından biri. Umarım daha çok filmde oynar, onu perdede daha çok görürüz. Şu anda yeni romanını yazıyor, bir yandan da çok görsel bir kalemi var. Bu anlamda çok iyi anlaşıyoruz, birbirimizin kimliklerini unutarak. Gulyabani’de edebi ve trajik bir karakter ortaya çıkarmak istediğimi hemen anladı ve çok güzel katkıları oldu. Aynı şeyi kurguda birlikte çalıştığım Fazilet Onat için de söyleyebilirim. Bir şeyin kurguda işleyip işlemediğini hiç konuşmadan anlayabiliyoruz, böyle bir yakınlığımız var.

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:64’e ulaşabilirsiniz.