2016’dan tiyatro hislenimleri

Açık Radyo “Tezahür” yayının anlatıcısı olan ve Time Out İstanbul’a tiyatro içerikleri hazırlayan Gülin Dede Tekin, 2016 yılını tiyatro deneyimleri üzerinden değerlendirdi.

Yazı: Gülin Dede Tekin

2016’ya isyanla, umudu 2017’ye yüklerken, yeni yıl karikatürlerinde gördüğümüz, henüz yürümeye başlamamış çocuğa, 2017’ye çok mu yükleniyoruz diye vicdan yapan insanlara dönüştük. Aklımız kadar kalbimizle, umutsuzluğumuz kadar umudumuzla, isteksizliğimiz kadar heyecanımızla, bencilliğimiz kadar dostlarımızla tutunuyoruz hayata… Neyi nasıl hissedeceğimizi, neye nasıl yaklaşacağımızı bilemez bir halde bir duygu durumundan diğerine atlıyoruz. Ağlıyoruz, öfkeleniyoruz ama inadına kahkahalarda arıyoruz umudu. 2016 yılı tiyatro oyunları için kendimce, kendimden bir liste hazırlamam istendiğinde neyi nasıl yazacağımı bilememem de bundandı galiba. Atlayacaklarım, buraya sığdıramayacaklarım… Değil mi ki sevdiklerimize sarılmak bizi diri tutan az şeyden biri bu zamanlarda. Bir de _benim için_ tiyatroya… 2016 yılında, yaşananlar arasında oradan oraya savrulurken öyle oyunlar izleme şansım oldu ki; elimden tuttu, sarstı, güldürdü, ayılttı, sorgulattı, umutlandırdı, hayal etmeyi hatırlattı. Ben de listemi hissetiklerimden çıkışla hazırlamaya karar verdim. Ortaya da  duygusallık sosu biraz fazla kaçmış bir liste çıktı sonunda.

En zor günlerden birinde, Ankara Güvenpark patlamasından kısa bir süre sonra izlemiştim sezonun en kıymetli işlerinden ‘Gülünç Karanlık’ı. Bakırköy Belediye Tiyatroları’nda zorlu bir mücadelenin ardından mümkün kılınan seçimle Genel Sanat Yönetmenliği’ne seçilen Alican Yücesoy ve ekibi, kurumda hareket yaratmış, bunun oyun seçimlerine de yansıyacağının sinyallerini vermişlerdi. En önemli çıkışı da son yılların parlayan yıldızı Çağdaş Alman Tiyatrosu’nun genç yazarlarından Wolfram  Lotz’un, yeni dünya düzenine farklı bakışını ortaya koyduğu metni, Gülünç Karanlık ile yapmışlardı. Nurkan Erpulat’ın sıradışı yorumu ve güçlü kadrosuyla; Afganistan Yağmur Ormanları’ndaki Alman askerlerinden Somalili genç korsanlara, farklı coğrafyaların hikayelerini, çamura bulanmış oyuncular, canlı müzik ve metne ekledikleri samimiyet kokan dokunuşlarla anlatmışlardı. Oyundan çıktığımda tokat yemiş gibi olsam da kurduğum ilk cümle ‘göğsümde bir pencere açıldı’ olmuştu.

Macbeth İki Kişilik Kabusu

Shakespeare’in ‘Şeyh Pir’ olduğu iddiası ile yüzleşmek zorunda kaldığımız günlerdi sanırım. Tam artık her şeyi ciddiye alarak yaşamak zorunda kalacağımızdan korkmaya başlamak üzereydim ki, Tiyatro Bereze’nin ‘Macbeth İki Kişilik Kabusu’nun içinde buluverdim kendimi bir akşam. Shakespeare’in güncelliğini yitirmeyen metinleri arasında, en karanlık tragedyası olarak bilinen Macbeth, Bereze’nin elinde öyle ince işlenmişti ki, dışarıda kıyamet koparken gündelik hayatımıza devam etmeye çalıştığımız günlerde delirmekten hiç de zarar gelmeyeceğinin kanıtı gibiydi. Şiddet hayatın her alanını ele geçirmişken kanın domates salçasına dönüşebilmesi, Macbethgillerin bir yatak odası hayatı olduğunu hatırlayabilmek, ses kayıt cihazları, meditasyon, Breaking Bad,  politik göndermeler, müthiş oyunculuklar… Ne ararsanız vardı bu oyunda.  Hiçbir şeyin sırıtmadığı, seyircinin yüzünden de gülümsemeyi eksik etmeyen böylesine yaratıcı ve nev-i şahsına münhasır işlerin artması 2017 için öncelikli dileklerim arasında.

‘Bu dünyaya çocuk getirilir mi?’ sorusunun ‘bu ülkede çocuk yetiştirilir mi?’ye dönüştüğü inkar edilemez bir hal almışken, diğer taraftan, oğluma sarıldığımda olan bitene kulaklarımı tıkayabiliyorken, Tiyatro İn’in ‘Akciğer’ oyunu tercüman oldu bir çok hissime.  Genç İngiliz yazar Duncan Macmillan, çocuk sahibi olmanın günümüz dünyasındaki karşılıkları üzerinden ilerleyen oldukça kafa açıcı bir metin kaleme almış. İklim değişikliğinin kapıya dayandığı bir dünyada, bir müzisyen ile bir akademisyen neden çocuk yapmak isterdi ki? Bir çocuğun tüm hayatında karbon ayak izi 10 bin ton C02 olacak ve Eyfel Kulesi’nin ağırlığı 10 bin ton iken hem de. Aile olmak, insan olmak, ilişki kurmak ve yaşlanmak üzerine düşündüren oyun, daha önce sahnedeki uyumlarını Oda ve Adam oyunu ile kanıtlamış Nergis Öztürk ve Engin Hepileri’nin elinde, yaşadığımız günlere sağlam bir selam çakıyor, kafanıza da bir dolu soru bırakıp kaçıyor.

Popüler Gerçek

Yaşanan olaylar karşısında fiziken sessizleşip, sözümüzü sosyal medyada söylemekten öteye gidemez hale dönmenin isyanındayken, Cem Uslu’nun yazıp yönettiği ‘Popüler Gerçek’ benim gibi izleme şansı bulanlara koca bir nefes oldu sanırım. Gülmekten çekinir olduğumuzu unutup, 2 saat boyunca gülebilme şansını her zaman yakalamıyoruz ne de olsa. Ekip Tiyatrosu ve Tiyatro İstanbul ortak yapımı olan oyunda, Cem Uslu, klişelerle dolu, oldukça başarılı ‘Parti’ metninden sonra çıtayı daha da yukarı taşımış. Uluslararası bir bilişim firmasının pazarlama departmanında başlayan  klişe gibi duran hikaye, sosyal medya, plaza dili, kapitalizm, güven ve sevgiye dair bir çok sorunlu hikayeyi ortaya çıkarıyor ve ‘gerçek nedir?’ diye soruyor.  Sahnede internet üzerinden canlı yayın yaparken aslında günümüz teknolojisini kendi silahı ile vuran, ince detaylarla örülü metni ve oldukça akıcı rejisi ile Popüler Gerçek bu sezonun kalbe en iyi gelen, bizi yine ağlanacak halimize güldüren oyunu oldu. Hem de ne güldürmek.

‘Kadın mı, bayan mı?’ tartışmaları süredursun, kadın olmanın hayatla başka türlü bir mücadele biçimi gerektirdiği yaşamlarımızda, elimizden tutacak sıcacık kadın hikayelerine ihtiyacımız var. Murat Mahmutyazıcıoğlu da bir erkek olarak bunu yapabilen nadir isimlerden. Şekersiz, Fü ve Aynur Hanım’ın Bebeği’nde anlattığı sıkış(tırıl)mış kadın hikayelerinden sonra  ‘Sen İstanbuldan Daha Güzelsin’de de yine oldukça samimi kadınlık halleri ile çıktı karşımıza. 3 kuşak kadının sustu(ruldu)klarını, içinde biriktirdiklerini ortaya döktüğü, gözyaşıyla da kahkahasıyla da gerçek bu hikaye, izlerken sandalyesinden kalkmayan oyuncular gibi bizi de yerimize mıhladı. BAM ekibinin başarılı oyunculuklarının da katkısıyla, kadınlara sustuklarını hatırlatan, erkeklerin görmezden geldiklerini görmesini sağlayan yer yer sert, yer yer naif bir sezon hediyesi oldu bana. Yalnız olmadığımı hatırlattığı için bile ayrıca kıymetli.

Godot’u Beklerken

Ülkenin en köklü tiyatrosu olan İstanbul Şehir Tiyatroları’nda, taşeron firmaya bağlı temizlik işçisi statüsüyle tiyatro yapmaya çalışan yirmi kişinin sözleşmesi performans düşüklüğü sebebiyle (ki aralarında başroller de var) feshedilirken bu ülkede absürd tiyatro örneği aramak hiç de akıl karı değil biliyorum. Ancak tiyatro tarihinin en kült eserlerinden, absürd tiyatronun kilometre taşı, Samuel Beckett’ın ‘Godot’u Beklerken’i Studio Oyuncuları tarafından, ışığından oyunculuklarına müthiş bir Şahika Tekand rejisi ile sahnelenmişken ve tiyatroyu neden sevdiğimi bana tekrar tekrar hatırlatmışken adını anmamak olmaz. Nedeni bilinmeyen bir şekilde Godot’u bekleyen Vladimir ve Estragon’un yanında, sürekli acelesi olan arazi sahibi Pozzo ve kölesi Lucky’nin hikayesi, hiç bir şey anlatmıyor gibi görünen tekrarları ve anlamsız cümleleriyle tam da umudu yitirmeden, beklemekten hiç vazgeçmediğimiz bu günün hikayesi aslında.

Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın tahliye kararını öğrendiğim dakikalarda yazdığım şu son satırlarda da umuda sarılmak, nefes almak için izlemeniz gerektiğine inandığım bir oyun var aklımda. İzlediğim anda dünyayı güzelliğin kurtaracağına olan inancımı tazeleyen Ayşe Selen ve Şehsuvar Aktaş’tan oluşan iki kişilik dev tiyatro topluluğu Tiyatrotem’in buram buram güzellik kokan, sıcacık çocuk oyunu ‘Dünyanın Yemeği’…  Çocuk oyunu dediğime bakmayın 7’den 70’e hitap ediyor aslında. Yemek yemesini çok seven kralın aşçısından istediği bir yemeğin yapım öyküsünü, Jules Verne’den ortaoyununa öyle tatlı bir dil ve gölge oyunu ile anlatıyorlar ki hiç bitmesin istiyorsunuz. İnanın bana.

Yazarın bonusu:

Biz 2016’nın aramızdan aldığı isimler, kaybettiğimiz güzel insanlar için üzülürken, biriken’den Melis Tezkan, Okan Urun yeni oyunları ‘Kıyamete Kadar Kapattım Kalbimi’yi 2015’de kaybettiğimiz LGBTİ aktivisti rengarenk kişiliği ile Boysan Yakar’a ithaf ettiler. 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyun ekibin kendi sözleriyle ‘Kalbin ince fay hatlarının, büyük ve küçük savaşların, ince ve kaba şeylerin ve giderek somutlaşan “kayıp” hissimizin arabesk bir tercümesi’. Kıymet bilirliğin, birbirine tutunmanın böylesine bir örneğini bulmuşken siz de bir ucundan tutun isterim. Gittiği yerde de parıldaması dileğiyle…

Kıyamete Kadar Kapattım Kalbimi

Not: biriken’in 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyer yapan oyunu ‘Kıyamete Kadar Kapattım Kalbimi’, 24-25 Ocak tarihlerinde garajistanbul’da.