Arşivden: 20. yüzyılda halkla ilişkiler - Kutsal Bencillik Çağı

Adam Curtis’in The Century of the Self (Ben Çağı) belgeselinden de yola çıkarak hazırlanan bu içerik, orijinal olarak Bant dergisinin Mayıs-Haziran 2010 tarihli 59. sayısında yayımlanmıştı. Bant Mag. Havuz’da 22 Haziran’da HyperNormalisation ile başlattığımız Adam Curtis gösterimleri,  7 Temmuz günü Curtis’in adını belgesel dünyasına altın harflerle yazdıran bir başyapıt niteliğindeki The Century of the Self gösterimiyle devam ediyor.

Hazırlayanlar: Ulus Atayurt, Doruk Yurdesin, Nur Gürbüz – İllüstrasyon: Sadi Güran

Tüketim toplumu öyle pat diye ortaya çıkmadı. “Halkla ilişkiler” denilen yarı-bilimsel pratik, 20. yüzyılın başından itibaren gelişip, insanların ihtiyaçlarını, arzularını, korkularını ve güvensizliklerini çok iyi değerlendirerek vatandaşı tüketiciye, insanları kişisel gelişim müritlerine çeşitli merhalelerle dönüştürdü. Bu süreçte kimi psikoloji akımları da, ortaya attığı çeşitli “insan” tanımlarıyla tüketim toplumunun evrimine destek verdi. Ortaya çıkan aslında edilgen cool, hip, ama tekdüze bireyciliği Herbert Marcuse daha 1964 yılında görmüş ve Tek Boyutlu İnsan’ı kaleme almıştı. Adam Curtis’in BBC’de yayınlanan “The Century of The Self” (Ben Çağı) belgeselinin mürşitliğinde rıza toplumunun içine bir gezintiye çıkalım.

Hikâyemiz 20. yüzyılın başında başlıyor. Kahramanlarımızın başında da Edward Bernays (1891-1995) geliyor. Kendisi, psikanalitik psikiyatrinin kurucusu Sigmund Freud’un (1856-1939) yeğeni, ölüm ilanında belirtildiği üzere “halkla ilişkiler”in babası, bilinçaltını etkileyerek kamuoyunu etkilemeye yönelik önemli çalışmaları yapan ilk kişi. Ve bir şekilde, bugünkü algı dünyamızın ilk mimarlarından.

Bernays’in fikirleri, Freud’un insanların bilinçaltına yolculuğunda ulaştığı öngörülemez seksüel ve vahşî güdülere dayanıyordu. Buna göre vahşet ve güvenilmezlik insan doğasının kaçınılmaz bir parçasıydı. İnsanlar, her an anlaşılmaz şeyler yapmaya teşne güvenilmez yaratıklardı. Özellikle bir araya geldiklerinde sürü psikolojisinin etkisinde kalıp tehlikeli olabiliyorlardı, bu yüzden bilinçaltlarının sürekli kontrol altında tutulması şarttı.

Halkla ilişkiler ya da rıza mühendisliği

Bazıları her ne kadar “halkla ilişkiler” terimini Bernays’e atfetse de aslında bunun ilk kim tarafından kullanıldığı kesin değil. Amerikalı siyasal bilimci ve iletişim teorisyeni Harold Laswell, tanıtım mesleğinin adı kötüye çıkmış “propaganda”dan ayırt edilmesi için sektör tarafından uydurulduğunu, bir nefret odağı hâline gelen bu terimin yerine “halkla ilişkiler kurulu”, “halk eğitimi uzmanı”, “halkla ilişkiler danışmanı” gibi koruyucu kalkanlar icat edildiğini yazdığında yıl 1928’di ve Bernays çoktan icraata başlamıştı. Aynı yıl çıkan Propaganda adlı kitabında “Kitlelerin organize alışkanlıklarının ve fikirlerinin bilinçli ve akıllıca bir şekilde kontrolü, demokrasinin önemli bir öğesidir” diye yazdı Bernays.

Kendisinin kitlesel fikirleri değiştirmekteki ilk başarılı hareketlerinin başında kadınlara sigara içirtmesi gelir. 1920’lerde kadınların henüz toplum içinde sigara içmesi kabul gören bir davranış değildir. Potansiyel müşterilerinin yarısını toplumsal önyargılar yüzünden kaybettiğinden şikâyet eden American Tobacco’nun başkanı George Hill, Bernays’e bu konuda ne yapabileceğini sorar. Bernays de gidip ABD’de psikanalizin ilk uygulayıcılarından A. A. Brill’e bir tomar para vererek, ondan “sigara penis sembolüdür” bilgisini alır. Yani eğer Bernays kadınları sigara içerek erkek gücüne meydan okuduklarına inandırırsa, satışları katlayabilecektir. Bunun üzerine bir grup alımlı model kiralayan Bernays, 1 Nisan 1929’da New York’ta yapılacak olan geçit töreninde onlara jartiyerlerinin içine sigara saklamalarını ve yakmak için işaretini beklemelerini söyler. Basına da, bir grup kadın hakları savunucusunun törende “Özgürlük Meşalesi” yakacaklarını çıtlatır. Her şey planlandığı gibi gider, ertesi gün New York Times’ın ön sayfasında “bir grup kız özgürlük adına sigara tüttürdü” haberi çıkar. Artık bir kadın sigara içtiğinde daha güçlü ve bağımsız görünecek, bir tabu böylece yıkılacaktır.

Bunun sonunda Bernays, ürünleri insanların arzu ve hisleriyle bağdaştırdığı takdirde onların irrasyonel biçimde davranabileceklerini de anladı. Alâkasız nesneler, başkalarının gözünde nasıl görünmek istediğinize dair güçlü semboller olabiliyordu. İnsanların ürünlerle duygusal bağ kurulması gerekiyordu. Bernays’in yaptıklarından etkilenen şirketler, üretimin katlandığı 1. Dünya Savaşı’nın ardından nasıl satacaklarını bilemedikleri ürünleri için ona yöneldiler. O zamana kadar fonksiyonlarına göre yapılan ürün tanıtımı anlayışı sonsuza dek değişti, “bu giysiye ihtiyacınız yok ama giyerseniz daha iyi hissedeceksiniz” yutturmacası reklama hâkim oldu. O günlerde Lehman Brothers’dan bir banker, “Amerika’yı ihtiyaçlar ülkesinden arzular ülkesine dönüştürmeliyiz” diye yazdı. “İnsanlar arzulamak üzere eğitilmelidir.” Bu eğitimin bir parçası olarak filmlere ürün sokuldu, erkeklerin kadınlara kaptırdıkları cinsellik sembolü sigaranın yerini arabalar aldı, “bir ürünü ihtiyacınız olduğu için değil, kişiliğinizi daha iyi yansıtmak için alırsınız” anlayışı yerleştirildi. 1920’lerde “consumptionism”, yani “tüketicilik”, böyle doğdu. Bernays, 1947 yayınlanacak kitabında buna “rıza mühendisliği” adını verecekti.

Freud’un fikirlerinin böyle kitlesel boyutta işe yaraması, Bernays’in iştahını kabarttı ve dayısının agresif bilinçaltı hislerin nasıl tetiklendiği ve nasıl kontrol altına alınabileceği üzerine çalıştığı kitaplarını Amerika’da tanıtmaya başladı. Bu sıralarda Avrupa’daki kriz Freud’un bütün birikimlerini götürmüştü. Amerika’da yayınlanan kitaplarından gelen gelirleri gizli bir banka hesabında tutmaya başladı, ama fikirlerinin ticaretiyle ilişkisi bu noktada bitti. Zira Bernays’in Freud’a daha fazla para kazanması için ABD’ye gelip Cosmopolitan’da yazı yazması önerisi yüzyılın bu en önemli düşünürlerinden biri olan adama bir hakaret gibi geldi ve yeğenine “Zaten ABD’den her hâlükârda nefret ediyorum” diye yazdı. Burada bir başka sınır çekip Freud’un farkını ortaya koymakta fayda var: Onun bilinçaltına yolculuğuna çıkartan merak insan dürtülerini kontrol etmek değil, insanların kendilerini anlamaya çalışmasını sağlamaktı. Çalışmalarını kullananlar bunu çok farklı bu bilgileri değerlendirdi.

02w

Başkanın mutluluk makineleri

Tam da bu dönemde, yani 1929’da, henüz ABD’de yeni başkan olmuş Herbert Hoover, ülkenin önde gelen reklamcılarını Beyaz Saray’a toplayıp onlara şöyle dedi: “Sizler, arzu yaratma ve insanları sürekli hareket eden mutluluk makinelerine dönüştürme işini üstlendiniz.” Bu makineler, ekonomik gelişimin anahtar öğeleri olacaklardı. Burada Hoover’ın feyzaldığı fikirler yine Bernays’den devşirilmişti: “İnsanların irrasyonel benliğini hareket hâlinde tuttuğunuz sürece, tepede oturanlar istediklerini uygulayabilirler.” Bernays ise bunu, Freud’un insan ırkından umudu kestiği ve uygarlığı sorguladığı fikirlerinden uyarlamıştı. Ona göre uygarlık, insanların içindeki tehlikeli hayvanî güçlerin kontrolü için inşa edilmişti. İnsanların kendilerini ifade etmelerine asla müsaade edilmemeliydi, çünkü çok tehlikeli olabilirdi. Nitekim Hitler’i iktidara getirecek fikirlerin kökeninde de insan doğasına duyulan bu güvensizlik yatıyordu. Naziler, demokrasinin bencil bir bireyselliği açığa çıkarttığını, ama bunu nasıl kontrol edileceğini bilmediğine inanmışlardı. Zaten Hitler’in propaganda bakanı Joseph Göbbels de Bernays’in fikirlerinden ziyadesiyle beslenmişti.

“Mutluluk makineleri”nin işleyişi, Başkan Hoover’ın istediği gibi gitmedi. Reklamcılarla toplantısının üzerinden çok geçmeden, 29 Eylül 1929’daki borsa çöküşünden sonra başlayan büyük kriz, yönetimin korktuğu, tepki veren insan tipini açığa çıkarttı. Kızgın kalabalıklar, tepkilerini şirketlere yöneltmeye başladılar. Bu hareketlerin sonunda Franklin Roosevelt, “New Deal” ismini verdiği politik programıyla iktidara geldi. İnsanları sendikalar altında bir araya gelmeye, tüketici toplulukları kurmaya, fakirler için bir refah sistemi geliştirmeye teşvik etti, kolektif bir farkındalık oluşturmaya çalıştı. New Deal, işsiz ve düşük gelirlilerin rahatlatılmasına, ekonominin onarılmasına ve finans sisteminin bir daha krize izin vermeyecek şekilde reforme edilmesine yönelik bir programdı. Piyasanın sadece şirketlerin insafına terk edilemeyeceğine, laissez faire denen, devletin müdahil olmayacağı bir ekonomik sistemin insanlar arasındaki uçurumları arttırdığına olan inancı yansıtıyordu, şirketlerin tüyleri diken diken olmuştu. Üstelik Roosevelt, insanların rasyonel olduğuna, hislerinin ve duygularının manipüle edilmemesi hâlinde doğru seçimleri yapabildiklerine inanıyordu; bu da Bernays gibi reklamcıların tüylerini dikti.

Şirketler yer ile yeksan olan itibarlarını düzeltmek için yine Bernays’a yöneldiler. Onun izinden giden halkla ilişkiler uzmanları kadroları doldurdu. Bir şekilde gazetelerin editoryal sayfalarına girmenin yolunu buldular, haklarında olumlu haber yapılmasını sağlamaya çalıştılar. Roosevelt iktidarı buna karşı basının şirketler tarafından nasıl manipüle edildiğini gösteren kampanyalar yaptı. Bu kampanyalarda okurlara medya okuyuculuğu öğretiliyor, çeşitli tablo ve karşılaştırmalarla medya haberlerinin doğruluğunu tartma yöntemleri gösteriliyordu.

Diğer yanda Bernays bunu kırmanın da yolunu buldu. İş dünyasıyla demokrasiyi bağdaştıracak sloganlar icat etti. Demokrasinin ancak saf kapitalizm içinde gerçekleştirilebileceğine, iş dünyasının insanların iç dünyasına iktidarların asla yapamayacağı kadar hitap ettiğine dair bir inancı dikte etmeye başladı. Dünyayı insanlar değil, insanların arzuları yönetiyordu. Bu sırada Freud insanların en korkunç yanının ortaya çıktığı 2. Dünya Savaşı’ndan birkaç ay önce ölüyor, savaşı kitlelerin kontrol edilmediği zaman neler olabileceğinin bir aynası olarak gören CIA, Bernays’in eksperliğinden yararlanmaya başlıyordu.

Rıza mühendisliği, 2. Dünya Savaşı vahşetinden alınmış sözde derslerle, insanların zihninde saklanmış düşmanın kontrolü olarak ortaya çıktı. İlk çalışmalar, çatışmalardan dönen ve yüzde 49’u zihinsel hasarlı olan askerlerin üzerinde yapılan araştırmalardı. Bu araştırmaları yürütenler uzmanlar, Orta Avrupa’dan ABD’ye kaçmış, Freud’un geleneğinden gelen psikanalistlerdi. İnsanların iç dünyasındaki hisler ve endişeler, irrasyonel dürtülerin insan hayatında oynadığı rol, ilk kez bu kadar yakından incelendi.

03w
04w

Tekinsiz mahlûkatlara mutluluk zerki

Bu araştırmacıların başında Sigmund Freud’un kızı Anna Freud vardı. Babasının çalışmalarını tanıtmak için ABD’ye gelen Freud, tehlikeli iç güçlerin nasıl kontrol edilebileceğinin insanlara öğretilebileceğine yürekten inanıyordu. Bu furyanın gazıyla ülkede Ulusal Sağlık Yasası (National Health Act) çıkartıldı. Akıl sağlığını ülke için önemli bir sorun olarak kabul eden bu yasa, psikanalizin daha iyi bir toplum yaratmak için kullanılmasına yönelik bir kampanyaydı. 1940’ların sonunda aile klinikleri, evlilik danışmanları arttı, aile yaşantısının insan egosunu (bilinçli zihin) güçlendireceğine, böylece bilinçaltının kontrol altına alınacağına dair bir inanç sistematik olarak işlendi. Mutluluğa giden yol, dış dünyaya adapte olmaktan geçiyordu. İnsanlar kendi nevrotik çatışmalarından ve kendilerine zararlı dürtülerinden kendi gerçekliklerine adapte olarak kurtulabilecekler, gerçeği sorgulayarak enerji harcamaktan vazgeçeceklerdi. Kendileri için kötü olan bir şeyi bile, adapte olmanın zorluğunun, bu uğurda çekilecek acıların, verilecek ödünlerin farkına varmadan kabul edeceklerdi. Psikanaliz ABD’de böylece güçlendi, ama çalışmalar sadece örnek bir vatandaş yaratmakla sınırlı kalmadı, örnek bir tüketicinin yaratılmasına da çalışıldı. Bütün araştırmaların ortak noktasıysa insanların irrasyonel bir varlık olduğu ve güvenilemeyeceği temelinden yola çıkmalarıydı.

Hazır yiyeceklerin pazarlanması, psikanaliz yöntemlerinin reklamcılıktaki kapsamlı başarısına ilk örneklerden biriydi. Örneğin yeni bir ürün olarak piyasaya sunulan hazır kek satışları beklendiği gibi çıkmadığında, araştırmalar sonucunda bunun ev kadınlarının kolay pişirilen bir ürün almaktan utanmaları olduğunu buldular. Böylece tariflerin içine kadınların küçük katkılar yapabileceği ekler koymaya başladılar. Yumurta ve süt ekleyen kadınlar kekleri daha çok benimsedi ve hazır ürünler daha çok sattı. Bu başarının sonunda şirketler kadrolarına psikanalistleri de dâhil etti. Psikanalistler köşeyi döndü, yazarlardan politikacılar bilumum şöhret müşterileri oldu.

Bu noktada psikanalizin ışıltısının altında yatan ve kamuoyuyla hiç paylaşılmayan başarısız ve korkutucu etkiler de belirmeye başlamıştı: Bunlardan bir tanesi, Anna Freud’un kabullerinin yarattığı kişisel dramaydı. Anna Freud, ilk çalışmalarını 1920’lerde bir boşanma sonrası Amerika’dan Viyana’ya kaçan bir milyarderin, boşanma travmasıyla başa çıkmaya çalışan çocukları üzerinde yapmıştı, egolarını kontrol edip topluma uyum sağlarlarsa mutlu olacaklarına dair inancı ilk onlar üzerinde uyguladı. Tedavilerinden kırk yıl sonra bu kardeşlerden biri alkolizmden, diğeri intihar ederek öldü. Üstelik Anna Freud kendine koyduğu sınırların içine o kadar hapsolmuştu ki, hayatı boyunca hiçbir erkekle cinsel ilişki kurmadı.

05w

Cilalı toplum mühendisliği

Bu sıralarda Bernays, CIA ile birlikte Güney Amerika’daki ilk Amerikan darbelerine önayak olmakla meşguldü. İlk başarılı denemesi Guatemala oldu. Muz üreticisi United Fruit Company, Güney Amerika’da yıllardır diktatörler aracılığıyla muz tarlalarını istediği gibi idare ediyor, köle gibi çalıştırdığı işçiler sayesinde ABD pazarına ucuz muz götürüyordu. Ama 1950’lerin başında Guatemala’da seçimle iktidara gelen Jacobo Árbenz Guzmá ülke topraklarını şirketten geri alma hareketi başlattı. Bunun üzerine United Fruit, Bernays’e yöneldi. Bernays de ilk iş olarak birkaç önde gelen gazeteciyi Guatemala’da geziye götürdü, şirket parasından eğlendirdi, Árbenz’in Moskova ajanı olduğunu söyleyen birkaç politikacıyla konuşturdu. Sonra sahte bir bağımsız haber ajansı kurdu, ABD kamuoyunu SSCB’nin Guatemala üzerinden saldırı düzenleyeceği paranoyasıyla doldurdu. Moskova’yla hiçbir ilişkisi olmayan sosyal demokrat Árbenz, 1954 yılında darbeyle devrildi. Bernays, demokrasiyi göklere çıkartırken insanların aptal ve yönlendirilmesi gereken yaratıklar olduğu inancıyla faaliyet göstermek gibi bir çelişki barındırıyordu.

Bu arada Kanada’da Ewan Cameron (bkz. Bant, Sayı 54) CIA parasıyla insanların bilincini silip sıfırdan mükemmel insan yaratma deneyleri yapıyordu. Psikanalizin gücü çok geçmeden Hollywood’u da etkisi altına aldı, Marilyn Monroe gibi ünlüler akın akın kendilerini normal hissettirecek doktorlara koşmaya başladılar. Monroe, doktoru tarafından, toplumun kabul ettiği türde bir aile yaşantısı kurarsa egosunun bilinçaltındaki yıkıcı dürtüleri bastıracağına inandırıldı. Onun yıllar süren yoğun tedaviden intihar etmesi psikiyatri dünyasını şoka uğratırken, psikanalizin neden bu kadar güçlendiğinin ABD’de ilk kez sorgulanmasına sebep oluyordu. Acaba bu hâliyle bu bilim insanlara yardım mı ediyordu, yoksa aslında toplumsal düzen adına hareket eden bir tür baskı aracı mıydı…

Monroe’nun eski kocası ve yazar Arthur Miller, psikanalizi şu sözlerle eleştirdi: “Benim psikanalizle sorunum, bu bilimde, acı çekmenin bir hata, bir zayıflık, hattâ hastalık olduğuna dair bir önkabul olmasıdır. Hâlbuki muhtemelen bildiğimiz en büyük gerçekler, acı çeken insanlar tarafından dillendirilmiştir. Mesele acı çekme sürecini tersine çevirmek ya da onu yeryüzünden silmek değil, ondan kaçmak ve onu tedavi etmek yerine, ondan hayatlarımız hakkında bir şey öğrenmektir. (…) Çabanın büyük kısmı sanki insanları özgürleştirmek yerine kontrol etmeye, serbest bırakmak yerine tanımlamaya çalışmaya harcanıyor. Ve bu, güç delisi çağımızın ideolojisinin bir parçası.”

Tam da bu sıralarda, psikanalizin iş dünyası tarafından insanları kontrol altında tutmak için kullanıldığına dair fikirler yayılmaya başladı. Vance Packard’ın çok satan The Hidden Persuaders (Gizli İkna Ediciler)  kitabı, psikanalistleri Amerikan halkını kitlesel üretim bandını yürütmekten başka bir işlevi olmayan duygusal kuklalara indirgemekle suçladı. Bunu, sürekli yeni marka ve modellerle bitmeyen istekler yaratıp, insanların bilinçaltı arzularını manipüle ederek yapıyorlardı. İkinci darbe ise filozof ve toplum eleştirmeni Herbert Marcuse’den geldi. Marcuse’ye göre psikanalistlerin yaklaşımı, teknolojik kaynakları ve üretim süreçlerini boşa harcayan gerçek politik durumu göz ardı ediyordu: Ona göre, son kertede birbirinin aynı olan sayısız marka ve âletin üretilmesi, bu sınırsız varsıllık, sonunda bilinçli veya bilinçsiz bir şizofrenik varoluşa yol açıyordu. İnsanların kontrol edilmesi fikri kökten yanlıştı, dürtülerin bastırılması veya saptırılması bu içi boş varsıllıkla beraber bir noktada patlıyor, insanlarda inanılmaz bir agresiflik ve yıkıcılık ortaya çıkartıyordu. Bu tür bir toplum, adapte olunmaması gereken bir toplumdu çünkü kötü ve yozlaşmış olan birey değil, varsıllığı yücelten bu toplum düzeniydi.

Aynı günlerde bir başka önemli isim, insan hakları hareketi önderlerinden Martin Luther King, öldürülmeden birkaç yıl önce şöyle diyordu: “Modern psikolojide, muhtemelen psikolojide kullanılan sözlerin tümünden daha fazla kullanılan bir terim var: uyumsuz. Bu terim, modern çocuk psikolojisinin çığlığı gibi. Tabiî ki hepimiz nevrotik ve şizofrenik kişilikler olmamak için uyumlu yaşamlar sürmek istiyoruz. Ama bugün konuşmamın sonuna gelirken, size açıkça söylemek isterim ki, toplumumuzda ve dünyamızda uyumsuz olmaktan gurur duyduğum ve her iyi insanı da daha iyi bir toplum kurulana kadar uyumsuz olmaya davet ettiğim şeyler var: Açıkça söylemek isterim ki, ırk ayrımına uyum sağlamaya niyetim yok. Dinsel bağnazlığa uyum sağlamaya hiç niyetim yok. Çoğunluğu ihtiyaçlarından mahrum edip azınlığı lüks içinde yaşatan, Tanrı’nın milyonlarca çocuğunu refah toplumunun ortasında boğucu bir fakirlik mağarasına terk eden ekonomik koşullara uyum sağlamaya hiç niyetim yok.”

Kafalardaki Freud gidiyor, bireycilik geliyor

İnsanların bilinçaltındaki kişiliğinin kontrol altında tutulması inancı 1960’ların ikinci yarısında darbe aldıktan sonra, Freud’un kızı Anna ve yeğeni Edward Bernays’in reklam ve pazarlamada hâkim olan fikirlerine alternatif düşünceler de ses bulmaya başladı. Artık moda, iç dünyanın bastırılması değil, kendini ifade etmeye teşvik edilmesi olmuştu. Ancak daha kendine güvenli, güçlü bir insan ve daha iyi bir topluma inançla girişilen bu arayış, tam tersi bir etki yarattı ve kendini tecrit eden, dış etkilere açık ve açgözlü bir insan türü ortaya çıktı. Bu insan türü, iş dünyası ve politikacılar tarafından manipüle edilmeye bir önceki kuşaktan da açıktı. Tek yapılması gereken, bitmek tükenmek bilmez arzularını doyurmaya yönelik ürünleri ortaya dökmekti.

Kendini özgürce ifade eden insan modeli, hislerin kontrol altında tutulmasını pazarlayan Freudcu psikanalistlerin Amerika’da fazlaca zengin ve güçlü hâle gelmesine bir itiraz eden bir grup psikanalist tarafından ön plana çıkartıldı. Kendilerine örnek aldıkları isim Wilhelm Reich’tı. Freud’un 1920’lerde öğrencisi olan Reich, insanların bilinçaltında yatan dürtülerin iyi olduğuna inanıyordu; insanları tehlikeli kılan, bu dürtülerin toplum tarafından baskı altına alınmasıydı. Eğer cinsel enerji, yani libido serbest bırakılırsa insanlar rahatlardı. Bu görüş, cinsel dürtülerin tamamen bastırılmasına inanan Anna Freud gibiler için kâbus gibiydi. Zaten Reich’ın Viyana’daki kariyerini engelleyen ve Uluslararası Psikanalist Birliği’nden attıran da Anna Freud’du.

William Reich’ın ABD’deki ilk yıllarında giriştiği deneyler pek akıl kârı değildi gerçi. İnşa ettiği laboratuvarında libido enerjisinin kaynağını bulduğuna inanmış, buna “orgon enerji” adını vermiş, bir de bu enerjiyi atmosferden toplayıp konsantre biçimde bulutlara yönlendirerek yağmur üretebilmesini sağlayacağına inandığı bir silah icat etmişti. Bu silah aynı zamanda dünyanın geleceğini tehdit eden UFO’lara karşı da kullanılabilirdi. Bir süre sonra, orgonik enerjiyle kanseri yok ettiğini iddia ettiği bir cihaz satarken tutuklandı, hapse atıldı, kitap ve makaleleri mahkeme emriyle yakıldı. Bir yıl sonra da hapiste öldü.

Ama Reich’ın izinden gidenler Freudculara karşı Batı dünyasında bir savaş başlattılar. Bu sırada psikanaliz dünyasına artık şirketlerde de kendilerine koltuk bulan Freudcular hâkimdi. Şirketlere tüketicilerin motivasyonlarının anlaşılmasında yardım ediyor, serbest çağrışım metodu kullandıkları anketler yoluyla ürünler hakkındaki hislerini öğrenip strateji belirlenmesine yardım ediyorlardı. Yeni jenerasyon psikanalistler, tam da Amerikan kampüslerinde tüketime ve şirketlerin beyin yıkamasına isyan eden gösterilerin başladığını günlerde bu anlayışa buna baş kaldırdı. Protestoculara göre, tüketicilik artık sadece bir para kazanma yöntemi değil, Vietnam’da haksız bir savaş sürdürülürken kitleleri mışıl mışıl uyutma yöntemiydi. Öğrencilerin en çok etkilendiği isim, gösterilerde Marx ve Mao ile beraber pankartlarda ismini taşıdıkları Marcuse’ydi. Marcuse, insanları his ve kimliklerini kitlesel üretiminden çıkmış nesneler aracılığıyla ifade edebilen varlıklara indirgemekle suçladığı Freudcuların hararetli muhalifiydi. Onu takip eden öğrenci hareketinin meşhur sloganıysa “Kafamızın içinde bir polis var – yok edilmeli” idi. Bunu gerçekleştirmenin yolu polisi oraya koyan devlet ve şirketleri yıkmaktı.

08w

Aynı şirketlerin hem birbiri ardına piyasaya sürüp insanları oyalayan ürünleri hem de Vietnam’daki kanlı savaşın silahlarını üretmesi, çok geçmeden karşı şiddeti de doğurdu. Bu grupların isteği, Amerika’nın sadece kâra, kişisel çıkara ve bencilliğe dayanan sistemini sarsmaktı. Ancak birkaç ufak saldırıya devletin karşı tepkisi çok sert oldu. Ulusal Muhafızlar’ın binlercesi, buldukları yerde öğrencilere saldırdılar. 1969 yılında Ohio’daki Kent Üniversitesi’nde dört öğrenci öldürüldü. İçinden çıkılmaz gibi görünen bu şiddet döngüsü, muhaliflerden bir kısmını, devleti yıkamıyorsak kendi zihinlerimiz içindeki uzantılarını yıkabiliriz gibi, başlangıçta marjinal görünen, ama yayıldıkça, 1980’lerin farklı bir tür bencilliğine uzanan yolu açan bir fikre itti. Bu fikre yatkın psikoterapistlerin eşliğinde gruplarca insan, toplumun zihinlerine ektiği kontrol mekanizmalarından kurtulmanın peşine düştü. Eski düzen, kendini ifade edebilen, çürümüş kapitalist düzenden bağımsız güçlü bireylerce içten yıkılacaktı.

Kısa bir süre bu yöntem etkili oldu. Kişisel bağımsızlığı gruplar hâlinde verilen seminerlerle tanıtan enstitüler Amerika’nın dört bir yanına dağıldı. Bu yeni bireyler, hareketleri öngörülebilir müşteriler gibi davranmadığı için şirketler açısından ciddî etkileri de oldu. Örneğin üniversite mezunlarının giderek daha az hayat sigortası yaptırmaları gibi. Ama sadece bir süre… Sigorta şirketleri bunun sebebini anlamak için psikanaliz temelli pazar araştırmaları yapan gruplara gittiler. Bunlardan bir tanesi, Daniel Yankelovich isimli bir araştırmacı, bu yeni tür insanların hâlâ birer tüketici olduğunu, ama eski düzen Amerikalılarla bir tutulmak, eski zincirlere bağlanmak istemediklerini ortaya koydu. İstedikleri, konformist bir toplumda kendi bireysel bağımsızlıklarını vurgulayacak ürünlerdi. Şirketlerin dezavantajı bunu anlayamamalarıydı çünkü bu tür bireyler reklamcıların araştırma yaptıkları odak grupları (ürünlerin tüketicilerde nasıl etki uyandırdığını anlamaya yönelik grup seminerleri) içinde bulunmuyorlardı. Üstelik, ancak bir maldan devasa sayılarda üretildiğinde kâr edebilen Amerikan endüstri sisteminin, bu bireysel çeşitliliğe uygun üretim yapabilecek olanağı da yoktu.

09w

Tek başına sosyalizm = kapitalizm

Bu arada, bağımsız kişilik seminerleri kitlesel üretim boyutuna ulaşır olmuştu. Werner Erhard’ın icat ettiği EST (Erhard Seminar Training) kısa sürede birçok eyalete, oradan da Britanya’ya sıçradı. Bu seminerin özünde, Erhard’ın, insan özgürlüğünü kısıtlayan sınırların, insanların en derin hislerinde yattığı fikri vardı; gerçekte belirli bir ben yoktu, insanlar kim olmak isterse o olabilirlerdi. Sert geçen terapi seanslarında insanlar, toplumsal kişiliklerinin kırılması için ne gerekiyorsa yapılması iznini terapistlere veriyorlardı. Bilincin kabukları soğan gibi birer birer soyuluyor, en dibe kadar gidiliyordu. En son kabuk söküldüğündeyse geriye boşluk ve anlamsızlık kalıyordu. İnsanlar da bu boşluk ve anlamsızlık içinde kendilerini sıfırdan oluşturma özgürlüğüne kavuşuyorlardı. Hayattan doyum sağlayan bireyler olmak bu seanslara katılanların en yüce amacıydı. Çok geçmeden film yıldızlarından şarkıcılara birçok insan kendini bu terapi gruplarında buldu. Bireysel özgürlük açısından bakıldığında bir sorun yokmuş gibi görünen bu akım ise Amerika’nın 1960’larda önde gelen radikal akımlarından Yippie Partisi kurucularından Stew Albert’a göre ise bir başka bencillik doğuruyordu: “Temelde politika ortadan kalkıyor, yerine giderek daha da kişiselliği arzulayan bir hayat tarzı ortaya çıkıyordu. (…) Arkadaşlarım bu tamamen kendi kendine gelişen bireysellikle mutlu olabileceklerine inanıyorlardı. Tek kişilik sosyalizm. Tabiî ki bu, kapitalizm demektir.” Anketlere göre, kişinin en büyük görevinin her şeyden önce kendisi olması gerektiğine yönelik bu inancın 1970’lerin başında yüzde 3-5 gibi bir taraftarı varken, bu oran 1980’lerin başına gelindiğinde yüzde 80’i buldu.

Şirketler bu yeni insana yönelik ciddî adımlar atmakta gecikmediler. Bu kişilerin kendileri olmak yolunda neye ihtiyaçları olduğunu anlamak için önemli araştırma enstitüleriyle çalışmaya başladılar; savunma bakanlığı için bilgisayar tasarlayıp Yıldız Savaşları projesi için çalışan Stanford Research Institute gibi… Şaka gibi geliyor ama, SRI da gidip bu kişisel özgürlük hareketini ilk başlatan psikanalist Abraham Maslow’u buldular. O da seminerlerinde insanların kendilerini özgürleştirirken hangi duygusal aşamalardan geçtiğini tasvir edip, “ihtiyaçların hiyerarşisi” adını verdiği bir psikolojik tipoloji sistemi geliştirdi. (En tepede Kendini Gerçekleştirme aşamasının bulunduğu Maslow piramidi, hâlen psikolojide öğretilen bir güdülenme kuramıdır.) Buna dayanan ve insanların farklı psikolojik arzuları ve dürtülerinin sorgulandığı yüzlerce soruluk anketler hazırlandı, toplum bu verilerle yeniden kategorize edildi. İşin tuhaf – aslında belki de tuhaf olmayan – tarafı, insanların kendilerine gösterilen bu ilgiye şaşırıp, postayla gönderilen bu soruları bayılarak cevaplamasıydı. Cevaplar bilgisayarlarla analiz edildi. SRI’ın “içsel direktifler” olarak adlandırdığı, yaş ve gelir düzeyinin alâkasız kılındığı sınıflar ötesi bir kategorilendirme yapıldı. Hattâ buna uygun bir terim bile icat edildi: lifestyles; yani hayat tarzları. Şirketler artık kimin nerede yaşadığı, nasıl bir hayat sürdürdüğü konusunda daha iyi fikir sahibiydiler. Hayat tarzına yönelik pazarlama da böyle başladı.

Tabiî ki bu yeni sistemin uygulanması iş dünyasıyla sınırlı kalmadı. 1980’deki seçimlerde Ronald Reagan’ın danışmanları onu bu yeni bireysellik üzerine kurulan bir programla kazanacağına inandırdılar: 1970’lerin ekonomik krizini iyi değerlendirip, insanların hayatı üzerinde 50 yıldan beri süren devlet müdahalesine saldırılacaktı. Yani, “devlet müdahalesi karşıtlığı” söylemi üzerinden, şirketlerin insanlar üzerindeki etkisini sınırlayan New Deal politikasına… Reagan gittiği yerlerde insanların temel kararları kendilerinin almasına izin verilmesine, yargıçların, bürokratların, merkezî hükümetin ayakaltından çekilmesine yönelik konuşmalar yaptı. Muhalefet bunu zırvalık olarak gördü ama Reagan eyaletleri birer birer kazanmaya başladı. Klasik anketörler bunun neden olduğunu anlayamadılar ama hayat tarzını soruşturan anketörler sebebi biliyorlardı. ABD’de Reagan’ın, İngiltere’de Thatcher’ın bu bireysel özgürlüğe yönelik söylemlerle kazanacağından eminlerdi. Toplumsal farkındalığı gelişmiş, muhafazakâr olmayan eğitimli kesimler, gizlice de olsa onlara yöneliyorlardı.

İş dünyası parlak bir başarı kazandı. Herkesin ilgi duyabileceği ürünler ortaya kondu. Kişisel özgürlüğün sınırsız olduğu felsefesini kabul etti. Hayat tarzı, varoluş tarzı sattı. Hip olmak, cool olmak gibi kavramlar üretti, aldığın ürünlerle istediğin kişi olabileceğini, korkulardan kurtulunabileceğini hissettirdi. Bu arada gelişen bilgisayar teknolojisi sayesinde kitlesel üretimin eski sınırları da aşıldı, böylece bir maldan çok üretmek tek kâr etme yöntemi olmaktan çıktı. Ne üretimin ne de arzunun limiti vardı artık. Bunun bir tuhaflığı vardı, kendilerini sonsuz özgür hisseden insanlar giderek imajlar tarafından yaratılan kimliklerine bağımlı hâle geldiler. Kişisel tatmin bağımlılığı… Ana akım soldaki politikacılar da çok geçmeden bu hitap yöntemlerini uygulamaya başladılar, ama karşılarındaki açgözlü benlikler toplamıyla mücadele edemedikleri için kendi inançlarından ödün vermeye başladılar. Her şeyden önce, bu yöntemlerin aslında toplumu kontrol altında tutmak için icat edildiğini, bu yüzden doğası gereği insanları özgürleştirmek için kullanılamayacağını unuttular.

10w

Tarz-ı hayat yayılıyor, tatminsizlik artıyor

1970’lerde Britanya da ekonomik krizden hayli sarsılmıştı. Thatcher bunu iyi değerlendirip, devlet baskısından kurtulmuş özgür birey, küçülmüş devlet ve sınırsız serbest ekonomi söylemiyle iktidara gelmişti. Krizle zor durumda kalan iş dünyasının nefes alması için reklam yasaları yumuşatılmış, insanlar tüketime özendirilmişti. Eskiden kirli bir iş gibi görülen halkla ilişkiler itibar kazandı, ünlüleri ve ürünleri tanıtan bir iş kolu hâline geldi. Çok geçmeden, yine bir Freud ailesi mensubunun, liberal parlamento üyesi Matthew Freud’un öncülüğündeki PR’ciler, tanıttıkları ünlüler üzerinden gazetelerin editoryal sayfalarında yer bulabileceklerini keşfettiler. Gazetelere özel röportajlar teklif ettiler, karşılığında da bu röportajlarda yine kendilerinin tanıtımını üstlendikleri ürünlerden bahsedilmesini şart koştular. Bazı gazeteciler bu tür bir sızmanın mesleklerinin kirlenmesi mânâsına geleceğini düşünse de, Rupert Murdoch gibi Thatcher destekçilerine göre bu, insanların ne hissettiğine önem göstermeyen ukala İngiliz elitine karşı demokratik bir devrimdi.

Bu arada ana akım sol siyaset hâlen daha iyi bir toplum yaratmanın yolunun insanlara duygusal açıdan tecrit edilmiş bireyler muamelesi yapmak değil, başkalarıyla ortak amaçlar taşıyan kişiler olduklarını hatırlatmaktan geçtiğine inanıyordu, ama seçim üstüne seçim kaybediyordu. Sonunda partinin ileri gelenleri bu yeni bireycilikle uzlaşılması gerektiğine kanaat getirirdi. Aynı şekilde Amerika’da da demokratlar yeni moda hayat tarzı anketlerini takip ederek, yeni bireyciliğe yönelik sloganlar geliştirdiler. Clinton 1992’de, Blair da 1997’de iktidara geldi. Ancak çok geçmeden Clinton, Cumhuriyetçilerin bıraktığı devasa bütçe açığını kapatmak için vergileri arttırıp banliyölerdeki oyverenlerini feci şekilde kızdırdı ve 1994’te ara seçimleri kaybetti. Bunun üzerine yeni edindiği danışmanlar tarafından tüketicilerin koyduğu kurallara uyması gerektiğine ikna edildi. Bunun ilk ürünü olarak, 1996’da fakir ve işsizlere yardımı garanti altına alan sistemi iki yılla sınırladı, çünkü hayat tarzı anketlerinde görüldü ki, kararsız seçmen kesimi, çalışmayan bedavacılar ve tembeller için boşuna vergi ödemek istemiyordu. Kabinedeki birçokları için bu imza, Roosevelt’in 60 yıl önce koyduğu, insanların bencil birey değil birbirine yardımcı olan sosyal varlıklar olduğu inancına dayanan prensiplerin sonu oldu.

Artık yeni solda kabul ediyordu ki, demokrasinin başlıca amacı temel arzuların tatminine hizmetti. 1990’larda başta ABD ve Britanya’da olmak üzere politikacılar, attıkları her adımı bir zamanlar ABD’de şirketlerin kârlarını arttırmak için araştırma enstitüleriyle işbirliği içinde geliştirdikleri hayat tarzı anketlerine, odak grupları denen ve seçmenlerle yüz yüze yapılan görüşmelerden toplanan verilere göre atıyorlardı. Devletlerin yönetimi iş dünyasının prensiplerine terk edildi. Britanya’da, İşçi Partisi’nin yasasının 4. Madde’sinde yer alan, endüstrinin kamu tarafından idare edilmesi ibaresi kaldırıldı. Bu maddenin amacı, iş dünyasının açgözlülüğüne karşı insanları korumak için bir emniyet sübabı kurmaktı. Ama anketler gösteriyordu ki, insanlar artık kendilerini iş dünyasının sömürdüğü kurbanlar olarak görmüyordu. Ürün pazarlarının onlara sağladığı kimlikten memnunlardı. 4. Madde, serbest pazarın sınırlandırılması değil önünün açılmasına yönelik olarak değiştirildi.

Edward Bernays, Dünya Fuarı’nda kocaman yolları, herkesin parlak evleri, kablosuz telefonlarıyla “Democracity” adlı geleceğin şehri tasarımını tanıttığında yıl 1939’du. Demokrasiyle kapitalizmin baş başa yürüdüğü bu şehirde tüketici her şeyin kralıydı ve her şey Amerikalıların hayal gücüne hitap ediyordu. Tek anlatılmayan şey, Bernays’in kitlesel demokraside insanların kontrol altında tutulması gerektiğine ve bunun en etkili yönteminin de tüketim olduğuna inanmasıydı. Bunun yolu da bireylerin arzu ve ihtiyaçlarının serbest pazar yoluyla biteviye doyurulmasından geçiyordu. Amerika’da şirketler bu sayede kendilerini hayatın merkezine yerleştirdiler; toplumu, insanların arzularına ve korkularına çare ürettiklerine inandırdılar. ABD’den başlayarak Batı dünyasında sağından soluna neredeyse bütün politikacılar da, önce seçim kazanma yöntemlerini şirket anketleriyle ve ardından da devlet idaresini şirket yönetimini bir tutarak, sadece açgözlülüğün doyurulmasına yönelik bu hayatın insanların gözünde alternatifsiz olmasını sağladılar. Sadece Bernays’in değil, insanlar bir illüzyon içinde yaşarken politik ve malî güç sahibi birtakım seçkinlerin işleri istediği gibi idare etmesi gerektiğine inanan birçok toplum mühendisinin hayali de, böylece gerçek oldu.