Arşivden: "Zaman her zaman çok şey öğretiyor" - Ezgi Mola ve Kalben sohbeti

Ezgi Mola’nın “Maide’nin Altın Günü” filmi vizyona çıkıyordu ve Kalben ikinci albümü “Sonsuza Kadar”ı yayınlamıştı. İki arkadaş bir araya gelip, birbirlerine merak ettiklerini sordu ve ortaya mutlu olmanın yollarından, çocukluk travmalarına kadar uzanan kocaman bir sohbet çıktı.

Bu röportaj ilk olarak Kasım-Aralık 2017 tarihli Bant Mag. No: 60’da yayınlanmıştır.
Fotoğraf: Aylin Güngör – Hazırlayan: Melikşah Altuntaş-Zeynep Ocak

“HANİ BAZEN BİRİLERİYLE AYNI ŞEYLERE GÜLDÜĞÜNÜ, AYNI ŞEYLERİN SENİ DE HÜZÜNLENDİRDİĞİNİ FARK ETTİĞİN VE BUNA HEYECANLANDIĞIN O AN VARDIR YA, O AN BENCE DÜNYANIN EN KIYMETLİ ANI.” – Ezgi Mola

KALBEN: Güzel Ezgi, öncelikle ben hemen Maide karakterini sorarak başlamak istiyorum, çünkü uzun zamandır komedi anlamında beni heyecanlandıran, benim kendi gerçeğime ve yaşadığım toprağın gerçeğine ve şu an dünyaya karşı almak istediğim tavra çok yakın bulduğum bu karakterin yolculuğu, onu nasıl ortaya çıkardığın ve onun bağlanacağı o dünya güzeli filminiz… Bunları bizim için anlatır mısın?
EZGİ MOLA: Nasıl ortaya çıktı… Aslında çok garip, çok tesadüfi bir şekilde oldu bu film Kalben. Arkadaşlarım da olan senarist Serkan Altuniğne ve yönetmen Caner Özyurtlu’yla bir iş için bir araya geldik ve bir film üzerinde çalışmaya başladık. Ama cast’ı biraz zor bir filmdi ve bir türlü başlayamıyorduk o yüzden çekimlere. Ben de bir yandan Serkan’a dedim ki, “Sevdiğimiz herkes çalışıyor, keşke şöyle çok oyunculu olmayan benim size anlattığım gibi bir hikaye çeksek.” Filmle ilgili de en istekli görünen ve program olarak da durumu en müsait olan bendim zira. Böyle bir altın günü teyzesi gibi bir karakter olsa dedim. Altın günleriyle çok meşhur bir kadın ve o altın günlerinden birinde altınları çalınıyor ve evine çağırdığı tüm altın günü kadınlarını tek tek zanlı olarak görerek tek tek peşlerine düşüyor filan… Bunun üzerine Serkan da Caner de heyecanlandı bu fikre. Serkan Altuniğne ve Çağdaş Dinç hızlıca girişti ve bir buçuk ay içinde son revizyonlu hali elimizdeydi senaryonun. Haziran gibi konuşmuştuk, Ağustos ortası gibi bitmişti senaryo.

KALBEN: Ne kadar da hızlı.
EZGİ: Aynen öyle. Bu yazım süreci, benim de dahil olmam filan hiç tecrübe ettiğim bir şey olmamakla birlikte bana da büyük heyecan verdi. Çünkü söylediğim şeyler onların da hoşuna gitmeseydi yapılacak şeyler değildi. Sadece ben öyle istiyorum diye öyle olmadı. Çünkü ortada bir sürü senaryo yazmış ve her filmi de izlenen, reaksiyon alan, aynı zamanda çizdiği karikatürleriyle de çok beğenilen bir adam var, diğer yanda uzunca yıllar oyunculuk tecrübesi de olan Caner var. Hem işin yönetmenlik tarafında, hem yapımcı tarafında genç yaşına rağmen bir sürü tecrübesi olan biri. Üçümüz de birbirimizi hakikaten daha da çok sevdik tüm süreç içinde. Hani bazen birileriyle aynı şeylere güldüğünü, aynı şeylerin seni de hüzünlendirdiğini fark ettiğin ve buna heyecanlandığın o an vardır ya, o an bence dünyanın en kıymetli anı.

KALBEN: Tanıdık bulursun…
EZGİ: Evet. Aynen öyle ve ben onunkini sevdim o da benimkileri sevdi, yargılamadı, hor görmedi dersin ya…

KALBEN: Birlikte üretebileceğin insan, yabancın değil…
EZGİ: Evet, biz bunu çok net hissettik bence. Bu arada ben Serkan’la çok çok eski tanışıyorum. Biz 2007 yılında Kolay Gelsin diye bir doğaçlama sitcom yapmıştık.

KALBEN: Biliyorum, bir süre devam etmişti. Çok güzel bir projeydi.
EZGİ: Beş bölüm yayınlanmıştı sadece ve Serkan onun yaratıcı ekibindeydi, işin başlıklarını belirleyen ekipteydi. Oradan beridir de on yıldır tanışıyoruz zaten ve kurulan hayaller gerçek oldu ve yollar bir anda tam anlamıyla kesişti… Bu şekilde Eylül’ün 18’inde kayıt dedik ve filmi çektik yaklaşık bir ayda. 16 Ekim’de de bitti.

KALBEN: Kaç kişilik bir ekip çalıştı sette?
EZGİ: Yaklaşık yetmiş kişiydik ve bence çok güzel bir ekipti.

KALBEN: Önemli olan şey bu zaten.
EZGİ: Evet, bence şansım da yaver gidiyor. Kolektif bir iş yapıyoruz ve ben orada bütün ekip arkadaşlarımla göz göze gelip temas kurduğumda, bir oyuncu olarak daha iyi oynayabildiğimi hissediyorum. Bunun önemine çok inanıyorum. Doğaçlamaya çok müsait bir set oldu. Ben de ilk kez tip komedisi yaptığım için çok heyecanlıydım ve aslında epey de zorlandım ama cidden yolunda ilerledi her şey. Sosyal medyadaki dönüşlerden de anladığım kadarıyla insanlar da eğleniyor.

KALBEN: Kesinlikle ben de çok gülüyorum videolara. Bu arada karakterin adını sen mi koydun?
EZGİ: Birlikte karar verdik. Hep birlikte. Bir sürü isim geldi aklımıza.

KALBEN: Çünkü müthiş bir ismi var o yüzden…
EZGİ: Ya gerçekten mi? Bir de bazı kadınlar konuşurken böyle şey yaparlar, Ma-i-de, böyle bastırırlar buna. Hani söyleme gereği duyarlar bunu.

KALBEN: Peki sen Maide’yi böyle yıllardır tanıdığın biri gibi mi hissediyorsun?
EZGİ: Kesinlikle!

BİZ KENDİMİZİ RAHAT VE GERÇEKTEN OLDUĞU GİBİ ANLATABİLDİĞİMİZDE, BİZDEN NEFRET ETMESİ GEREKEN KİŞİNİN NEFRET ETMESİ DE HOŞ BİR ŞEY OLABİLİYOR.” – Kalben

KALBEN: Bu senin ilk karakter komedin olacak ve bence çok iyi bir komedyensin, çok sıcak, çok gerçek, çok doğru yerlere algıyı yönlendirebilen, çok doğru laflarla ve mimiklerle ve vücut dilinle… Bütününle sen çok güzel bir komedyensin ve senin kadın olman beni iki kere gıdıklıyor. Kadın olup bu kadar rahat komedini yapman, hiçbir zaman kadınlara yapıştırılan etiketlerin üzerinden bir şeyi umursamadan, Ezgi olarak, sen olarak, insanlığınca komedi yapman muhteşem bir şey.
EZGİ: Ya çok sağ ol Kalben. Çünkü bence biz bunu düşündüğümüzde kendimizi kısıtlamaya başlıyoruz. Çünkü bizi sorgulayan şeyleri, yani bizi sorgulama ihtimali olan gözleri düşündüğümüzde zaten biraz onu çağırmaya da başlıyoruz. Ama biz bunu sorgulamadan, kendi niyetimiz doğrultusunda adım attığımızda, olaylar daha rahat ilerliyor sanırım. Beni de kimse sorgulamadı ya da yargılamadı bu yüzden. Demek ki kendimi anlatabilmişim. Zaten derdim hep bu oldu. Acaba ben derdimi anlatabiliyor muyum?

KALBEN: Biz kendimizi rahat ve gerçekten olduğu gibi anlatabildiğimizde, bizden nefret etmesi gereken kişinin nefret etmesi de hoş bir şey olabiliyor.
EZGİ: Aynen öyle!

KALBEN: Tam o insan nefret etmeliydi diyorsun…
EZGİ: Kesinlikle! Çünkü ben de senin yazdığın şarkıya ya da sosyal medyada girdiğin bir postun altındaki yazıya baktığımda aynı şeyi görüyorum. Farklı bir üslupla söylediğinde çok tepki alabilecek bir şeyi, sen o kadar güzel anlatıyorsun ki, muhalefet edecek kişi de edemiyor.

KALBEN: Mühim olan saygı ilişkisi.
EZGİ: Evet yani, bunu uslübumuzla, kurduğumuz ilişkiyle, o tonla anlatabilmek bence önemli olan. Sen de bence harika cümlelerle ve çok doğru bir duyguyla ifade ediyorsun kendini. O yüzden şarkına da o şekilde sirayet ettiğini düşünüyorum. Seni dinleyen ve seyreden seyirciyle de öyle bir ilişki kurduğunu, doğru anlaşıldığını, doğru anlatabildiğini ve seni doğru anladıklarını da kesinlikle hissedebiliyorum.

KALBEN: Ben de hissediyorum.
EZGİ: Gerçekten her şey senin bahsettiğin ve çizdiğin çiçek gibi.

KALBEN: Evet, ne kadar güzel dedin, çiçek gibi…
EZGİ: Peki esas sen anlat, ikinci albüm çıktı… Nasıl gidiyor?

KALBEN: İkinci albümün çıkması bizi çok mutlu etti ve çok rahatlattı ve çok büyük bir sevgi gördük cevaben; o da böyle içimize nefes oldu. Şimdi provalarımızı yapacağız, konserler için çok yükseğiz.
EZGİ: Yine bütün Türkiye’yi gezeceksin.

KALBEN: Tabii. Biz şu an konserlerde birlikte söyleyebileceğimiz şarkı sayısı fazlalaşsın istiyoruz. Çok çok daha fazla bizim şarkılarımız olsun, çok çok daha fazla paylaştığımız şey olsun. Hüznümüzü dans ederek atalım, birlikte üzülelim, birlikte mutlu olalım. O yüzden ben albümü yine böyle bir tuğlamız vardı, ona yeni bir tuğla ekledik diye görüyorum ama bu çok daha özgür, çok daha cesur, çok daha bize ait bir albüm. O yüzden tadı da başka olacak. Şimdiden onu hissediyorum yani.

“BU DİJİTAL KÜLTÜRLE BİRLİKTE MÜZİĞİN ÇOK DAHA NİŞ, ÇOK DAHA KÜÇÜK ALANLARDA VAR OLABİLECEĞİ, ÇOK DAHA SICAK VE MÜZİK DİNLEYİCİSİYLE MÜZİK YAPANLARIN ARASINDAKİ BAĞIN, İÇKİ VE GECE HAYATI ÜZERİNDEN DÖNMEK DURUMUNDA OLMADIĞINI ORTAYA KOYAN YENİ BİR KANAL OLUŞTU.” – Kalben 

EZGİ: Kalben, ben ilk başta, bir önceki albüm çıktığında senin ev konserleri yaptığını duymuştum. Kayıtları izlemiştim. Ev konseri fikri de zaten bence çok zekice. Benim çok bilmediğim bir şeydi, belki de çok biliniyor…

KALBEN: Çok bilinmiyor aslında.
EZGİ: Öyle mi? Ben çok bilmiyordum ama bana çok sıcak geldi. Bu iş nasıl başladı? Albüm safhasına nasıl gelindi?

KALBEN: Şöyle… Ben Sofar’ın küresel ev konserleri zincirinin önce İstanbul sonra Ankara ayağında çaldım. Sofar tabii müziğin dijital devrimiyle de çok ilintili bir şey. Artık bildiğin gibi evimizde minik bir kayıt yapıyoruz, Soundcloud gibi, YouTube gibi mecralara yükleyebiliyoruz ya da daha akıllıysak gidiyoruz Spotify’la konuşuyoruz, iTunes’la konuşuyoruz, kendi anlaşmalarımızı yapıyoruz filan, yeni bir çağ geldi. Henüz bizim ülkemizde telif haklarının bilinmediği bir çağ bu ama bence on yıl içinde, yirmi yıl içinde giderek daha da fazla öğreniyor olacağız. Bu dijital kültürle birlikte müziğin çok daha niş, çok daha küçük alanlarda var olabileceği, ille herkesin stadyumlarda büyük büyük konserler verilen, 300 bin dolarlık sahnelerin kurulduğu değil, çok daha küçük, çok daha sıcak, çok daha müziğin ham olarak dinleyiciye ulaşabildiği ve müzik dinleyicisiyle müzik yapanların arasındaki bağın, içki ve gece hayatı üzerinden dönmek durumunda olmadığını ortaya koyan yeni bir kanal oluştu.
EZGİ: Ben bu minimal durumu çok samimi buluyorum. Yani birini ulaşılabilir, dokunabilir bir noktaya getirmesi bu işin, çok şahane bir şey. Peki esas patlama albümle birlikte oldu yanlış bilmiyorsam. Öyle değil mi?

KALBEN: Albümden önce İstanbul, Eskişehir, Ankara gibi büyük şehirlerde konser veriyorduk ve hakkımızda güzel haberler yayınlanıyordu ve bir kitlemiz vardı. Albümle birlikte televizyon ve radyolar da başladı. Radyolar hatta şimdi ikinci albümü daha çok destekliyorlar sağ olsunlar. İlk albümde önce herkesin bir uzaktan bakma tavrı oluyor aslında. Ben de zaten çok kolay adapte olan biri değilim. Benim de televizyona ve radyoya biraz uzaktan bakma halim oldu, çünkü ben de sana onu soracaktım, yaptığım şeyle ön planda olmayı seviyorum, yüzümle değil ya da çıktığım bir mekândan ya da yaşadığım hayat tarzıyla değil. Mesela sen de rahatça yürüyebiliyor musun, dolaşabiliyor musun? Çıkabiliyor musun rahat rahat… Ezgi Mola’nın hayatı nasıl mesela?
EZGİ: Ben her yere girip çıkabiliyorum.

KALBEN: Evet, sen işini severek yapan, bir şeyler üreten ve bunu insanlarla sıcak bir şekilde paylaşan birisin ve biri seni görüp geliyordur sokakta yanına, yürürken yolda fotoğraflar, sohbetler filan?
EZGİ: Oluyor ama bu senin de başına geliyordur.

KALBEN: Ama bu günlük hayatın bir parçası zaten. Ben mesela hep yabancılarla konuşmak istemişimdir. Hep aslında birileriyle gülümseyerek selamlaşmak istemişimdir. Çok hoşuma gidiyor, bir kız mesela usulca bana selam veriyor, sanki gizli bir örgütümüz var gibi, ben de ona selam veriyorum filan. İşte bir kız geliyor fotoğraf çekebilir miyiz diyor, tabii ki filan deyip hemen alıp çekiyorum, bu zaten tatlı bir durum.
EZGİ: Tabii ki canım, kesinlikle. Bir de şöyle bir şey var, insan adını koyamasa da, bence hayatta bir beklentisi oluşmaya başlamışsa küçük yaşta, çünkü bende başlamış ama ben farkında değilmişim. Beklentim, kendimi izletmek ve emin olun şimdi sıkılıyor olabilirsiniz ama valla aslında ben bunun daha iyisini yapabilirim duygusuyla geçmiş benim ömrüm. Onu fark ediyorum. Sadece bence en büyük talihsizliğim bunu anlatırken çok hırçın bir yerdeymişim küçük yaşlarda.

KALBEN: Ben de öyleydim, 20’li yaşlar… Daha öncesi de çok kötü.
EZGİ: 20’ler ve mesela benim bahsettiğim baya 10’lu yaşlar.

KALBEN: Ah ben dört yaşında annemi iten kızı dövmüşüm, anaokulunda. Bırak hırçınlığı anlatma bana.
EZGİ: Bende de severken, öldüresiye bir sevme durumu, farkında olmadan.

KALBEN: Elmayra gibi?
EZGİ: Aslında çok öyle de değil. Mesela bir oyun oynanıyorsa, birazcık böyle ötelenen bir çocukmuşum. Bu oyun oynanırken Tamam bu hırsız olsun, biz polis oluruz diyorlarmış. Ben hırsızsam, hırsızlığı görürsünüz siz deyip, herkesi ite kaka oynuyordum!

KALBEN: Aynısı bende de vardı. Mesela gidip onların eşyalarını alıp gizlice kömürlüğe atardım benimle arkadaşlık etmiyorlar diye. Hepimiz çeşmeye koşacağız derlerdi, ben koşmaya başlardım, onlar durup bana kahkahalarla gülerlerdi. Niye? İşte sadece notlarım biraz daha iyi diye belki…
EZGİ: Benim notlarım da iyi değildi mesela… Benim elle tutulur bir yanım hiçbir şekilde yoktu (gülüşmeler).

KALBEN: Bak ne güzel, demek ki, annem beni öyle kandırıyormuş senin notların yüksek yavrum diye. Peki çocukluğunda öteki hissettiğin oldu mu?
EZGİ: Hep!

KALBEN: Bu kaç yıl sürdü sence?
EZGİ: Zaman zaman hâlâ sürüyor bence.

KALBEN: Bunun kazandıklarınla, elde ettiklerinle, paylaştıklarınla hiç alakası olmuyor mu?
EZGİ: Yok. Bunun sadece, dünyada kendi varoluşumu hissettiğim yerle alakası var.

KALBEN: Bu senin tatlı varoluş krizin gibi.
EZGİ: Evet.

KALBEN: İkimize özgü bir şey bu mesela, ya ben var ya seni çok seviyorum!
EZGİ: Benim bir dövmem vardır ensemde… Böyle 5-6 yaşlarında, teyzemlerin yazlığına giderken, kendi elimi camdan çıkartıp rüzgarın şişirdiği elime baka baka, Aaa ben varım… Aaa varım ben… Ben varım… diye üst üste söylemiştim ve çok korkmuştum. Hâlâ o korku beni sarıyor. Biz varız ya! Ve konuşuyoruz şu an gibi bir yabancılaşma yaşıyordum. Ve bunu beş yaşında sorguladığını düşün… Çok korkuyordum bundan ve kendimi o korkuyla o kadar haz alır buluyordum. Yıllar sonra konservatuvar sınavını kazandım ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi’ne girdim, -kulakları çınlasın- Erol Keskin hocamız tai chi chuan dersi veriyordu. Böyle bir tane aynalı bir salonumuz vardı orada, barın önünde, Erol Hoca böyle yaptı, Derse başlamadan önce herkes ellerini kaldırsın ve var olduğunu hissetsin dedi. O kadar unutmuştum ki… 15 yıl sonra yeniden hatırladım bunu. Elimi kaldırdım ve inanamadım. Ben bunu bir daha hiç unutmak istemiyorum. Bunu her dakika görmeyeceğim ama unutmamama yardımcı olacak bir yerde saklamak istiyorum dedim ve enseme yazdırdım (Ben Varım dövmesini gösteriyor).

KALBEN: Çok güzel olmuş ya…
EZGİ: Bu ötekileşme ya da kendini başka hissetme hikâyesi bence aslında hepimizde var. Ergenken, beni kimse anlamıyor diyoruz, 60 yaşındayken Ohoo sen nereden anlayacaksın ki onu canım benim yapıyoruz, 30 yaşındayken çocuğumuza, Sen de anne ol görürsün diyoruz ama bir şekilde ne anlatabiliyoruz, ne de anlayabiliyoruz… Çaba sarfediyor muyuz? Orası da muğlak bence birazcık. Ben herkesten önce bunu kendime soruyorum aslında, peki çaba sarfettin mi? Yani bence bununla yüzleşmek aslında çok sert ama öte yandan da çok büyük bir huzur. Evet abi yani, öyle olmayabiliyor. Belki de sen anlatamadın Ezgi…

KALBEN: Evet, evrenin merkezinde olan sen değilsin, dünyanın en önemli durumu senin başına gelen durum değil, sen şanssız, bahtsız, talihsiz biri değilsin. Dünyada aynı anda milyarlarca hikâye akıp gidiyor ve onların arasında çok karanlık, çok zor olan hikâyeler var.
EZGİ: Aynen öyle, bu da böyle bir hikâye.

KALBEN: Ve bak, olabildiğince de aydınlık bir hikâye aslında yani.
EZGİ: Kesinlikle öyle. Yani bu bir döngü.

KALBEN: Çünkü çaban var. Daha da iyi bir insan, daha da mutlu bir insan olup etrafındaki insanlara öncelikle onları güldürebildiğin bir dünya vaat ediyorsun, bu çok güzel bir şey.
EZGİ: Yani bilmiyorum. Bence bunu sen de yapıyorsun. En şiddet dolu olayın altına bir yazı yazıyorsun ve diyorsun ki aslında, ben böyle anlıyorum bunu, herkes istediği gibi okusun.

KALBEN: Herkes bir şekilde anlamış oluyor anlattığın hikâyeyi. Galiba kıymetli olan şey hikâyelerle ilgili olan, o şarkıların da hikâyelerini ben o yüzden hiç anlatmıyorum mesela. Çünkü dinleyici mutlaka kendi hikâyesini bulup, o şarkıyla o şekilde bir yola çıkacak; ben niye ona, “Ben bu şarkıda bir gün bir durumun içindeydim” filan diyeyim… Onu yapmayı sevmiyorum.
EZGİ: Ya da bir hikâye gelir herkesle paylaşmak istersin, o başka bir durum.

KALBEN: O bambaşka evet… Ama bazıları bana kalsın.

“SENİN ALBÜMÜN BANA BİR ROMAN GİBİ DE GELİYOR. HEPSİNİN BİRBİRİYLE PARALEL VE AYNI OLDAN GEÇEN KARAKTERLERİ OLDUĞUNU DÜŞÜNÜYORUM.” –  Ezgi Mola

EZGİ: Doğru… Peki mesela ben senden hızla yeni albüm haberi aldığımda hiç şaşırmadım. Hatta ben senin dördüncü albümüne kadar birçok şarkının defterinde olduğunu da düşünüyorum. Çünkü senin yazmayı sevdiğini ve o sevdiğin şeyi de zaten aslında bizden gizli demeyeyim de, bizim haberimiz olmadan kafanda albümleştirdiğini de düşünüyorum. Bilmiyorum doğru mu yanlış mı ama böyle bir intiba bıraktın. Çünkü sen hayatın içinde bu döngüyü devam ettiriyorsun gibi geliyor bana. Sanki o defteri açsan, yok ya dört değil yedi albüm de çıkarmış diyebileceğimiz bir sürü yazı var. Çünkü senin albümün bana bir roman gibi de geliyor. Hepsinin birbiriyle paralel ve aynı yoldan geçen karakterleri olduğunu düşünüyorum. Aslında bu onu görmüştü ve oradan ona gitmişti.

KALBEN: Ne güzel diyorsun.
EZGİ: Sanki bir kitap gibi, devamı da varmış gibi geliyor. Mesela atıyorum, “Saçlar”la “Sadece”yi birbiriyle o kadar özdeşleştiriyorum ki, çok farklı sözleri varmış gibi gelse de.

KALBEN: Aynı şarkılar aslında birbirleriyle.
EZGİ: Ama o ruh hali, sendeki aynı dönemin şarkıları gibi geliyor.

KALBEN: Onu yaşadıktan sonra öyle olan biri gibi.
EZGİ: Ulan istediğim şey çok basitti gerizekalı dediğin adam, bir taraftan ben olsam ben de bana bunu yapmazdım diyor sanki aynı anda.

KALBEN: Çünkü aradan bir zaman geçiyor mesela, o şarkıyla diğer şarkıyı yazmamın arasında üç yıl var ve zaman her zaman çok şey öğretiyor, bunu diyorum. Şarkılara da öğretiyor, şarkı yazma biçimine öğretiyor, hislerine öğretiyor.
EZGİ: Peki bunca şeyin yanında Uluslararası İlişkiler’i bitirmişsin Bilkent’te?

KALBEN: Bitirdim evet, ben de nasıl oldu bilmiyorum.
EZGİ: Nasıl karar verdin Uluslararası İlişkiler okumaya?

KALBEN: Şöyle Ezgi, benim rahmetli annem hep bir diploman olsun, Bu ülkede sanatçı olunmaz, ben resim öğretmeni oldum, ressam olmak isterken diye bana kendi yolculuğunu anlatıyordu. İki yıllık konservatuvar eğitimi vardı rahmetlinin ama hocasıyla yaşadığı bir durumdan ötürü ayrılıyor. Hep böyle kırık dökük bir sanat geçmişi var annemin. Babam da hep şarkı söylemiş mesela ama asker. Türk Sanat Musikisi âşığı, şiir yazan bir adam ama bir taraftan asker. Çünkü para kazanmaları gerekiyor ve biri öğretmen oluyor, biri asker oluyor. Benim kesinlikle onların o ruhlarından bir şey alıp da, yanlış yola sapmamı istemediler. Yani aman düz bir mesleği olsun, aman diploması olsun, maaşı olsun, sigortası olsun Kalben’in ama bir yandan da işte kitaplar alıyorlar, enstrümanlar alıyorlar; kendilerine kıyafet almıyorlar bana boyama kalemi alıyorlar, resim defteri alıyorlar. Yani tutarsızlar aslında. Hem beni o anlamda çok doyuruyorlar, hem de aman diyorlar.
EZGİ: Ya da belki de çok tutarlılar.

KALBEN: Belki de… Belki de hem benim yolumu açıyorlar, hem de korkuyorlar, yazık anne baba olmak da çok korkutucu bir deneyim. Şimdi çok yakınımda anne baba olan dostlarımı gördükçe anlıyorum, çok zor gerçekten. Kendi çocukluğuma dönüp bunu söylemek isterdim, onlar için de çok zor, sen onları kurtaramazsın ama onlar da seni kurtaramaz, rahat olun demek isterdim. Sonracığıma ben Hukuk çok istiyorum esasen ama Hukuk bursluyu bir puanla kaçırıyorum o yüzden Uluslararası İlişkiler’e giriyorum. Aslında tamamen bir katakulli.
EZGİ: Ama çok ilginç, şimdi diyorsun ki, diplomam olsun… Şimdi kendimi düşünüyorum, bana da aynı şeyler söylendi ama benim herhangi bir bölümü kazanmam onlar için yeterli olacaktı, o kadar ümitsizlerdi ki… Sen Uluslararası İlişkiler bölümünü kazanıyorsun ve belli ki okul hayatı başarılı geçen bir öğrenci olmalısın.

KALBEN: Liseden birinci olarak mezun oldum zaten. Lise başkanı filandım ama hüzünlü bir ergenlik tabii ki.
EZGİ: Ergenliğin kendisi hüzünlü değil mi?

KALBEN: Çok şiir okunan, çok Portishead dinlenen, çok gitar çalınan, çok arkadaşsız kalınan, çok böyle herkes herkesle sen uzaklarda, tam bir ötekiydim kendi içimde. Yani zaten gözlükler, kilo, vücutla nasıl baş edeceğini bilmeme hali de hiç yardımcı olmuyor, özellikle genç bir kızsan. Türk toplumunda annenin öğretileri de hiç yardımcı olmuyor, tabii ki biraz paranoyak oluyorsun yaşadığın hayata ve topluma karşı. Sonrasında işte üniversiteye gittim, üniversite de genellikle özgürlüğümü keşfetme süreciydi. Biz bir kız yurduyduk, ful feminizm, gözümüzde gotik makyajlar, on kız bir yere gidiyoruz, sabaha kadar orada müzik dinliyoruz, dans ediyoruz, sabah servisi beklemek için bir bankamatiğe hepimiz giriyoruz üşüyerek, bankamatikte sigaramızı, kolamızı ya da kahvemizi içip servisle yine okula dön, derse gir. Öyle bir inanılmaz kadın dostluğunun öne çıktığı, birçok kadından çok kıymetli şey öğrendiğim ve ders çalışmayı öğrendiğim ve işte sorumluluk almayı öğrendiğim, insanlara adapte olmayı öğrendiğim bir dönem oldu. Sonra yüksek lisansımı da Ankara’da yaptım çünkü Ankara’yı ben çok seviyordum gerçekten. O soğukluğunu çok severim, uzaklığını çok severim, veresiye kültürü hâlâ vardı ben varken, şu an yok belki de, çok severim. İnanılmaz ucuza harika ev döşersin Ankara’da, Ankara’daki evlerimi çok severim. Rahmetli annem Ankara’da 31-32 yaşına kadar yaşamış, onunla o aynı şeyleri paylaşmayı severim…

“BAZI YAKINLIKLAR BENİM İÇİN ZAMAN ALDI HAYATTA. ÇOK SEVDİĞİM İNSANLARA KENDİNİ GÖSTEREBİLMEM… İSTEDİĞİM ŞEYLERİ ÇOK KESKİN OLARAK ORTAYA KOYDUĞUMU, ONLAR OLMADIĞINDA ÇOK KESKİN OLARAK HAYATTAN NEFRET EDİP UZAKLAŞTIĞIM YILLARIM OLDU.” – Kalben

EZGİ: Ailen İstanbul’daydı, sen okul için Ankara’ya gittin.

KALBEN: Ben hiç İstanbullu olmadım. Annemle babam zaten işleri gereği hep başka şehirlerde yaşamışlar ama mesela benim doğum yerim İskenderun, sonra Edremit, Balıkesir’de büyüdüm, sonra 9 yaşımdayken İzmir’e gittik, ben daha iyi bir eğitim alıyım diye. Lise sona kadar oradaydık. Sonra ben, gidiyorum sizinle asla yaşamam, deyip o asilik ve ergenlikle Ankara’ya attım kendimi. Abim de oradaydı, çok sevdiğim bir abim var.
EZGİ: Aranızda 14 yaş varmış.

KALBEN: 14 yaş var aynen. Abimin peşinden işte oraya gittim ama bazen sevdiklerinle uzun yıllar aynı şehirde yaşıyorsun ama görüşemiyorsun. Onu da yaşadık mesela. Aynı şehirdeydik ama görüşemedik abimle. Şimdi çok daha yakınız mesela. Bazı yakınlıklar benim için zaman aldı hayatta. Çok sevdiğim insanlara kendini gösterebilmem, dediğin gibi hırçın ve korkutucu taraflarım oldu, böyle istediğim şeyleri çok keskin olarak ortaya koyduğumu, onlar olmadığında çok keskin olarak hayattan nefret edip uzaklaştığım yıllarım oldu. Çok özgüvensiz, çok mutsuz, insanların mutluluklarından haz etmediğim, çok sarkastik ve kinayeli olduğum mutluluğa karşı, değerlere karşı mesafeli olduğum yıllarım oldu. Ankara’da öyle asi asi, nihilist nihilist yıllardan sonra baktım iş bulamıyorum. Yüksek lisans da bitti, artık iş bulmam lazım ama bulamıyorum.
EZGİ: Bu arada parantez açacağım, kaç yaşından beri gitar çalıyorsun?

KALBEN: 14.
EZGİ: Bayağı liseden beri gitar da çalıyorsun.

KALBEN: Aynen. Ama hâlâ da o kadar akord bilirim, o kadar çalabilirim. Mesela kendimi sadece bestelemek istediğim şarkılar kadar geliştirmişimdir. Gitarla bir hırsım olmadı, daha dün dedim, acaba klavyeye geri mi dönsem?
EZGİ: Gerçekten klavye çalıyor musun?

KALBEN: Ta çocukluğumda annemin bana ilk aldığı enstrüman bir klavye ve ona tapıyordum Ezgi. Onun tozunu parmaklarımı yalayıp temizliyordum, oktavlarını filan. Kılıfına koyuyordum böyle örtüsünü serip. Ama nitekim hayat öyle bir şey ki, onu 25 yaşındayken Ankara’da bir evde bırakıp, o evden kaçarcasına taşındım mesela. O klavyeye yıllarca hiç dokunmamıştım onu terk ettiğimde. Çok sevdiğim şeylerle bağımın koptuğu çok depresif, dünyadan çok koptuğum yıllarım olmuş, şimdi geri dönüp bakınca görüyorum. Çünkü hani bir şeyleri kaybediyorsun, çok sevdiğin insanları kaybediyorsun, gençlik giriyor işin içine, birçok şeyi aynı anda öğreniyorsun, fatura ödemeyi öğreniyorsun, kira ödemeyi öğreniyorsun, ev çekip çevirmeyi öğreniyorsun, arkadaş kazığı yiyorsun, birileriyle tanışıyorsun, kendi bedeninle kendi cinsinin kurallarını öğrenmeye başlıyorsun, o kurallara isyan etmeye çalışıyorsun, her seferinde başına balyoz geliyor, başka sıfatlarla karşılaşıyorsun, o sıfatları reddediyorsun filan, upuzun bir yolculuk yani. Canım çok sıkılmış o arada, onu fark ediyorum. Sonra Ankara’dan kalktım İstanbul’a geldim. Rahmetli beni İstanbul Galatasaray Hukuk’u, Boğaziçi’ni kazanmış olmama rağmen yollamamıştı. Hiç sevmez İstanbul’u. O yüzden bana İstanbul yasaktı. Ben Ankara’nın kanı tamamen tükenene kadar, İstanbul’a hiç gelmedim yani, çok korkuyordum. Ne güzel anlatıyorsun işte sen mesela, diyorsun ya, bir şeyleri ben 15-16 yaşında biliyordum diyorsun, ben 15-16 yaşında gidemiyorum, nasıl göndermezsiniz diye bağırmayı biliyordum yani. Hakkımı aramakmış, çok sevdiğim bir şeyin peşinde koşmakmış, tuttuğunu koparmış bende çok yeni gelişen durumlar yani.
EZGİ: Ama tabii ki onlar aldığın ya da sana verilen sorumlulukla mecburiyetten de gelişebiliyor. Belki ne güzel dediğin şey, dışarıdan bakıldığında öyle gibi gözükse de, içinde bulunduğun durum seni mecbur bırakıyor. Senin başka çaren olmuyor.

KALBEN: Evet, olmuyor. Çok sevdiğin birini kıramıyorsan, kırmıyorsun işte…
EZGİ: Evet ya da onu herkes senden bekliyorsa ve yaşın onun için sorgulanmıyorsa sen yapmak zorundasın. Demek ki benim yapmam lazım, bunun başka bir yolu yok, herkes bana bakıyor çünkü diyorsun ve onu sen yapıyorsun.

“ÇOCUKLUĞUMLA ÇOK YAŞAN BİR İNSANIM, HÂLÂ ÖYLE, İNANILMAZ DERECEDE ORADAYIM VE ORADAN ÇIKMAK İSTEMİYORUM.”– Ezgi Mola

KALBEN: Hayallerinle ilgili bir şey sormak istiyorum sana. Sen hayallerine çok erken sahip çıkmış biriyim diyebiliyorsun gibi geliyor bana. Bunu diyebiliyor musun?
EZGİ: Galiba diyebilirim Kalben. Çünkü hani dedim ya çocuk yaşta da bunu yapmak istediğimi biliyordum, adını bilmesem de.

KALBEN: Adını bilmesen de, Ezgi’nin anlatmak istediği, göstermek istediği bir şey var ve bunu ben göstereceğim diyorsun.
EZGİ: Kesinlikle. Benimle dalga geçildiğinde o küçük yaşta, neden acaba böyle yaptı ki diyordum, çünkü anlamadığımı düşünüyor ve hâlâ devam ediyor… Şunu çok net hatırlıyorum, çocukluğumla çok yaşayan bir insanım hâlâ öyle, inanılmaz derecede oradayım ve oradan çıkmak istemiyorum.

KALBEN: Ben de öyleyim ve ben de çıkmak istemiyorum. Orada çok malzeme var yani.
EZGİ: Bence en derin acı da orada, en saf mutluluk da orada ve böyle şey oluyorum. 5-6 yaşında kafamı sevdiğinde ya da şimdi birisi bir çocuğa yaptığında böyle çok kızarak bakıyorum, bir saniye, bunu yapamazsın.

KALBEN: Çünkü çocuğun hiç hoşuna gitmiyor büyük ihtimal.
EZGİ: Evet ve görüyorum yani o çocuğun gözünde. Ona bir birey gibi davranılmaması beni kahrediyor. Bu bana çok kederli geliyor.

KALBEN: Çok kederli çünkü… Anlatmak istediği bir çok şey var, sormak istediği bir çok şey var.
EZGİ: Bir gün ona sorun, o size anlatıyor. Ben sorduğum hiçbir zaman boşa çıkmadım o çocuğun karşısında ve her defasında hayretler içerisinde, daha da o X çocuğa aşık olarak, hayran olarak yanından ayrıldım ve en ötelendiğim zaman küçük teyzemin bana söylediği şey… Hâlâ ona onu söylüyorum, bana böyle en inanılmadığını düşündüğüm anda, Sana inanıyorum dediğini hatırlıyorum ve böyle şey oluyorum; Ahh evet, inanan biri var, vay canına… Bence neye inandığını tam olarak bilmiyor ama hissettiği bir şey var. Bence bu çok önemli bir şey.

KALBEN: Benim oyuncak kutumu açmamışlar, kavga ediyorlarmış. Hipnoterapiye gittim hayatımda ilk defa, hiç böyle şeylere inanmayarak yıllarım geçti, her şeye çok şüpheci baktım filan ama 30 yaşından sonra da hiç şüphelenmemeye karar verdim, çünkü çocukluk çok kıymetli ve çocuklukta bir şeyler varsa o düğümler çözülmeli.
EZGİ: Kesinlikle!

KALBEN: Onları ben taşıyacağım hayat boyu çünkü.
EZGİ: Hayatımın son yedi yılı şu söylediğin şeyle geçti.

KALBEN: Onunla hep oynamak lazım yani. Çocuk Kalben, çocuk Ezgi… Yani çünkü çocuk Ezgi’nin bir karakteri vardı ama bu Ezgi’nin karakteri değildi. Ona öyle bir karaktermiş gibi bakamayız, o çok daha oluşmaya hazır, o çok daha enerji dolu, çok daha sıcacık, çok daha böyle akışkan bir şey, çok özgür bir karakterdi o yani. Geri dönüp onu düğümleyen şeyleri bulmamız lazım diye düşündüm. O kadar özgür ve akışkan bir enerjiyi bile düğümledilerse kimbilir ne yaptılar yani… Bir çocuğun taşındıktan iki hafta sonra oyuncak kutusunu açmayıp kavga ediyorlarmış yanımda, bu. Mesela bir tane düğüm çıktı hemen ortaya.
EZGİ: Ay ne acayip.

KALBEN: Bu kadar. Bu beni çok rahatlattı mesela. Bu kadar basit… Çünkü çocukla ilgileneceksin, senin aranda ne olduğu çocuğun derdi değil yani.
EZGİ: Aynen öyle, çünkü bir çocuk, sen olmadan yaşayamayacak bir şey ya aslında ve onu sevginle de vereceğin yemekle de yaşatmaya devam etmelisin. Bir çiçek gibi yani, suyunu vermezsen solar gider ya da ara sıra ne güzel görünüyorsun demezsen o yeşil yapraklar sarı kalır, çok basit. Ve az önce abinle aynı şehirde yaşayıp görüşmediğinden bahsettin, bence olay aynı şehir de değil. İnsanlar aynı evde yaşayıp, aynı koltukta oturup, aynı yatağa girip birbirleriyle tanışmıyorlar. Bu çok hüzünlü bir şey. Sadece dışarıdan beklentiler ve toplumun içinde yerine getirilmesi gereken görevler yerine getirilsin diye o insanların yan yana geldiğini görüyoruz ve ne üzücü ki bir de çocuk var. Çünkü o çocuk, biz iyi ki birbirimizle beraberiz, hadi gel bizden bir de ortak bir şey yapalım denilerek oluşturulması gereken bir misafirken, bu sadece toplumun senden beklediği ve sana sorulan soruya somut bir cevap vermek için yapılan bir şey oluyor.

KALBEN: Evet. Bir kadın olarak bunu sundum, bir erkek olarak bunu sundum. Ben de anne oldum, ben de baba oldum.
EZGİ: Evet çünkü yaşım geçiyordu ya da yaşın geçmesin, ay bak ne kadar güzel genç yaşta anne oldum, hepsinin cevabı hepimizde mevcut. Evet hepsi güzel şeyler ama o iki insan ve o çocuk buna hazır mı?

KALBEN: Ve herkes anne baba olmalı mı?
EZGİ: Evet, bir de öyle bir şey var.

KALBEN: Birbirini seven herkesin ebeveyn olmasına da gerek yok. Çocuğu sevmek için çocuğa sahip olmaya gerek yok. Sistemimiz her şeyine sahip olunca onu sevebileceğimizi anlatıyor ya bize, aman sahip olmadan sevme. Uzaktan mesela bir tabloyu sevemiyorsun, uzaktan bir insanı sevemiyorsun, bir heykeli sevemiyorsun. İlle sen satın alıp evine koymak zorundaymışsın gibi hep. Çocuğa bile öyle davranıyoruz, ille onu yapmalıyız. Ama başkasının çocuğunu sevmiyoruz ya da sokaktaki o dünya tatlısı 12 yaşında mendil satarken ona araba çarpacak filan, onu sevmiyoruz. Böyle garip bir yerde yaşadığımızı görünce gerçekten önemli olan tek şeyin sevgi olduğuna karar verdim ben mesela. Şu an yeni bir kararım var ve onu uyguluyorum yani. Birlikte gülebilmek, sevebilmek…
EZGİ: Daha önce öyle değil miydi ki, şu an diyorsun? Asiliği bir tarafa bırak, her şeyi eleştirdiğin bir dönem de olabilir, hiçbir şeyden zevk almadığını düşündüğün bir dönem de olabilir; hiçbir şeyden zevk almama hissinin sana iyi geldiğini düşünmedin mi?

KALBEN: Çok iyi geldiğini düşünüyorum. Çok kıymetini anladım yani.
EZGİ: Değil mi? Belki de oradan besleniyordun o dönemde, belki de her şeyden nefret ediyorum dediğinde, hoşuna giden şey, her şeyden nefret ettiğini düşündüğün duygunun kendisiydi. Çünkü belki de bunu yaptığında ve sen o gitara dokunduğunda, aa oha bu benim hoşuma gitti diyeceğin bir şeyler çıkıyordu…

KALBEN: Evet, o duyguyu o kanaldan öyle çıkarabiliyordum yani.
EZGİ: Ama bunu yaparken Uluslararası İlişkiler’de de okumaya devam ediyordun.

KALBEN: Onu da bitirdim. Anı saklamanın yolları üzerine yüksek lisans tezimi yazdım, çok mutluyum.
EZGİ: Ben de onu soracaktım, yüksek lisansını ne üzerine yaptın?

KALBEN: Yadirgârlar üzerine yaptım. Bu sevdiğimiz ama kaybettiğimiz insanlardan eşyalardan saklarız ya işte dedemin tesbihini saklarız, annemin ceketini saklarız, onlarla ilgili gittim insanlarla görüştüm, kimler neleri saklıyor, nasıl saklıyorlar.
EZGİ: Yüksek lisans bölümün neydi?

KALBEN: Medya ve Kültürel Çalışmalar. Çok seviyorum, çok keyifli.
EZGİ: Bir dönem gazetecilik de yapmışsın…

KALBEN: Onu da yaptım valla. Sonra işte, çok gariptir ki, düzenli bir iş var ya, onu bulmak, o faturayı, o kirayı ödemek ama o sırada evde olmamak aslında. O sırada keyifle bir lamba açıp da o lambanın altında bir kitap okuyamama hali, o hal mesela benim için beş yıl kadar sürdü. İstanbul’a geldiğimde beş yıl o şekilde çalıştım. Senaryo yazarlığı da yaptım. Bir dönem oyunculuk bile yaptım.
EZGİ: Ben de onu soracaktım.

KALBEN: Çok da keyifli bir işti. Sete o kadar saygım ve sevgim oluştu ki, sadece bir yazar olarak değil, orada o insanlarla o sıcak ilişkinin içinde olmak da her anlamda çok iyi geldi.
EZGİ: Yazdığın projede mi oynadın?

KALBEN: Yazdığım proje başkaydı, bu projede yazıyordum, sonra senaryo ekibinden ayrıldık, sonra Gel bakalım dedi Seray Sever, gittim bir tane bir rol verdiler bana, onu oynadım ama şu anlamda çok güzel, setin nasıl bir yer olduğunu anlamak, mutfağını tanımak, insanların ne kadar çok emek verdiklerini görmek, ne kadar iyi insanların o seti ayakta tuttuğunu anlamak için çok kıymetli bir deneyim oldu ve bundan sonra bir daha öyle kıymetli bir şeyle karşılaşırsam mesela koşullarını daha iyi belirlemem için çok güzel bir mutfak dersiydi.
EZGİ: Peki bir daha böyle bir şey gelirse oynamaya sıcak bakar mısın?

KALBEN: Senaryoyu okuyup heyecanlanırsam çok isterim.
EZGİ: Ne güzel. Ben böyle şeyleri çok seviyorum, yani bu bana çok renklilik gibi geliyor.

KALBEN: Müziği ben kaç yıldır yapıyorum, o benim işim ama ben yazı da yazıyorum, çeviri de yapıyorum, seslendirme yapacağım yarın öbür gün. Daha önceleri jingle yapıyordum, birkaç kere Ankara’dayken denedim. Ben mesela marangoz da olmak istiyorum günün birinde. Permakültür yapıp kendi küçük bahçemi yetiştirmek istiyorum, tavuğum olsun istiyorum, pilicim olsun istiyorum. Neden olmasın? Neden bir insan kalıbına sıkışıp kalalım ki? Neden hepimiz her şeyi yapmakta özgür olmayalım? Neden sadece ille hep kameranın önünde olalım ya da mikrofonun arkasında olalım? Belki gün gelicek sesçi olacağım abi, gidip ses yapmak isteyeceğim. Ya da gün gelecek işte sadece resim yapmak isteyeceğim hayatımın o döneminde. Bunu yapabilmek için herkes bir özgür alan arıyor işte bence. Onu diliyorum herkese. Sevdiği her şeyi yapabilmeye imkânı olabilecek, zaman ayırabilecek kadar cebinde ya da bir kenarında bir şeyi olsun. Ben çocukluğumdan beri bir daha para kazanmak zorunda kalmayacağım kadar param olsun demişimdir. Hiçbir ilişkim yok parayla yani. Çünkü insanı hep sıkıştıran bir şey, hep seni mecbur bırakıyor. O yüzden böyle inşallah kendi kendimi çekip çevirebilen, çok doğal, arkadaşlarımızla, sevdiğimiz dostlarımızla kurduğumuz büyük bir yerimiz olsun. Bir toprak, bir dağın dibi, çok istiyorum bunu mesela. Orada böyle üretelim, yaşayalım, pazara çıkalım…
EZGİ: Şirinler Köyü gibi.

KALBEN: Gerçekten aynen öyle. İstiyorum bunu yani, bunu istemekten utanmıyorum daha doğrusu. Eskiden bu bana aptal bir nostaljinin uzantısı gibi geliyordu ya da işte yeni moda bir fikir olacak bu, bir gün mutlaka sistem bunu da pazarlayıp satacak ama olsun yani…
EZGİ: Kalben, şu anda bence şu anlattıklarından ve genel olarak izlediğim ülkenin profilinden yola çıkarak hissettiğim şey, şu söylediğin şeyi farklı cümleyle, seninle tam tezat fikirde olan adam da kuruyor. Dönüp dolaşıp aslında üç aşağı beş yukarı aynı yerde buluşuyoruz. Sadece uslübumuz ve tahammül sınırımız farklı. Günün sonunda hepimiz keşke iyi şeyler olsa diyoruz. İyi biraz tehlikeli bir kelime, tanım olarak ama…

KALBEN: Kendimize göre iyilerimiz var çünkü. Birilerine göre üç vasıta değiştirip işe gitmek çok kötü bir şey, bana göre değildi.
EZGİ: Kesinlikle. Bana göre otobüste ayakta olmak dert değildi, hiçbir zaman olmadı.

KALBEN: Hayatımızda koşullara karşı çok fazla tahammülsüz ve böyle kızgın bir dönemdeymişiz gibi hissediyorum ben. O yüzden müzik beni bu dönemde çok kurtardı. Benim başka bir çıkışım yoktu. O yüzden şu an bu işi yapıyorum galiba, aslında biraz kendimi kurtarmak için.
EZGİ: Peki istediğin müziği yapıyor musun?

KALBEN: İstediğimiz müzik bu bizim. Bu bizim Berkant’la en başında birlikte yola çıkarken, 250 liralık gitar, bir de 300 liralık bass gitarla, ta yolun başında, birbirimizle tanışıp, 20 gün sonra aynı evde yaşamaya başlayıp, birlikte müzik yaptığımız dönemden beri böyle ve o zamandan itibaren ne hissediyorsak hep öyle ilerledi yani.
EZGİ: Kaç yıl oldu?

KALBEN: Üç yıl. Daha çok yolun başındayız, bana üç ömür gibi de geliyor. O kadar çok paylaştık, o kadar birlikte hızlı hızlı, keskin keskin zaman dilimlerinden geçtik, Türkiye’de onlar oldu, dünyada bunlar oldu, dostlarımız oldu, dostlarımız gitti, iş kurduk, iş batırdık, birlikte çok fazla şey yaptık. O yüzden hem üç yıl, hem üç ömür yani.
EZGİ: Hem özel ilişkinizi birlikte yaşayıp hem de işinizi birlikte yapıyor olmak sıkıcı geliyor mu?

“SİSTEMİN KENDİSİ BİZE ARTIK YA STATÜ ATLA YA DA ORADA KALIYORSAN, ÖYLE OLAMAZSIN DİYOR VE BENİM EN KORKTTUĞUM İNSAN TÜRÜ, STATÜ ATLAMAYA ÇALIŞAN İNSAN. HİÇ SEVMİYORUM BUNU.” – Ezgi Mola

KALBEN: Sıkıcı gelmiyor, sadece onun da çok incelikleri var ve o incelikleri anlamak zaman alıyor. Yani öğreniyoruz. Çünkü bir gün Uşak’ta bir otel odasında evini çok özlemiş oluyorsun ve birbirine bağırmaya başlıyorsun ama aslında ikiniz de evi özlemişsiniz. Bu kadar. Yani onun altında yatan sebepleri anlamak… Her insan ilişkisi gibi işte, en yakınında olan insanla bile bazen aynı derdi paylaştığını göremiyorsun, yaranın, özleminin aynı şey olduğunu hissedemiyorsun; insan olmak o kadar da kendine ihanet ettiren bir durum. O kadar kör olabiliyorsun bazen. Ulan aynı şey, o da evden uzakta yatıyor ve o da senin âşık olduğun insan yani. Onun dışında birlikte müzik yapmak, birlikte çalışabilmek, günün 18 saatini ayrı geçirmemek, aksine birlikte olmak filan beni çok mutlu ediyor. Ben evlilikten bunu beklerdim açıkçası, yani bir hayat paylaşmaktan ve ben dünyadaki herkesin evlenebilmesini, isteyen her insanın bir yuva kurabilmesini, devlete karşı biz bir çiftiz, bize aynı anda vize ver, biz birlikte bir banka hesabı açabilelim, biz kendimizi koruyacağız denebilmesini çok istediğim için evliliğe hep bir mesafem vardı. Çünkü evliliği hep çok kapitalist ve heteroseksüel, normatif bir şeye dönüştürüyoruz ya… Ne zaman evleneceksin sorusu evlilik bizim için ya da çeyiz ya da en az 15 bin liralık banka kredisi, artık o semte taşınmak, öyle mobilyalar satın almak, artık öyle davranmak, artık öyle bilezikler takmak.

EZGİ: Ne acayip gerçekten ya… Sistemin kendisi bize artık ya statü atla ya da orada kalıyorsan öyle olamazsın diyor ve benim en korkttuğum insan türü, statü atlamaya çalışan insan. Hiç sevmiyorum bunu. Neden?

KALBEN: Biz bu statüleri yok edelim diyoruz, bu sosyokültürel ve ekonomik farklılıkları ortadan kaldıralım, insanlar çalıştıkları her seviyede mutlu olabilsin, özgür ve eşit hissetsin istiyoruz; o gelmiş bana statü atlayacağım diyor, bir semtin cafesinde kahve içtiği zaman daha özel biri olacak filan.
EZGİ: Hatta diğerleri alınmadığında o cafeye alınmadığında ben kendimi özel hissedeceğim. Bir de böyle bir şey var.

KALBEN: Başka bir insanın aşağılanması üzerinden yükselen insan olabilir mi? Bu hepimizi aşağılar. Bir insanın aşağıdalığı, hepimizi aşağılar. O yüzden diyorum tabanımız çok kaygan şu an. İşte tam da bu sebebten sen çok güzelsin. Çünkü biz ölümlüyüz. Hayat çok uçup gidecek bir şey, o kadar güzel ki, burada tesadüfi bir şekilde varız, birbirimizle tanışmamız… Mesela benim seninle şu an oturup konuşabiliyor olmam, daha önce okuyup sevdiğim Bant Mag. gibi bir derginin kurucularıyla burada olmam, bunların ne kadar tesadüfi, özel ve güzel bağlar olduğunu fark edemiyor muyuz acaba? Bunlar çok kıymetli.
EZGİ: Çok!

KALBEN: Peki alakasız bir yere geçiyorum, seni sonsuza kadar bir komedyenle çalışmaya mahkûm bırakacağız. Mecbursun Ezgi yani o senin komedi partnerin olacak kimi seçeceksin? İğrenç bir soru sorduğumun da farkındayım ama cevabı komik olabilir.
EZGİ: Son zamanlardaki kadın komedyenlere baktığımda dünyadaki, özellikle Amerika’dakiler, aslında çok gülmediğimi fark ettim.

KALBEN: Evet mesela ben Amy Schumer’a çok fazla gülmem ama Sarah Silverman’ın bazı şovlarına hâlâ gülüyorum.
EZGİ: Ben de Ellen’a bayılıyorum. Çok seviyorum onu mesela. Gerçi o komedyen değil, o biraz daha programcı ya da şov kadını. Komedyen demek doğru olmaz bence ama kusursuz biri olarak bende Buster Keaton’ın yeri apayrı. Ben onun hayattaki tepkilerini ve o sessiz filmlerdeki anlarını o kadar hayranlıkla izliyordum ki… Bir de çok alakasız olacak ama mizahına bayıldığım bir yazar – yönetmen olarak John Waters, öyle bir adamın varlığı, kafası bana hep iyi gelebilir bu hayatta.

KALBEN: Bu bana kiminle düet yapmak istersin sorusu gibi oldu, öyle gıcık bir soru ama o kadar güzel cevaplar var ki orada işte.
EZGİ: Eminim sen de şarkının bir yerinde mesela keşke şu da girse diyorsundur.

KALBEN: Ama işte o insan burada mı?
EZGİ: Evet tabii öyle bir durum da var. Mesela Wes Anderson’ın bir yerde beni mesela en renkli yere oturtmasını çok isterim. Yani tek birini söylersem galiba ötekilere çok haksızlık olur, çünkü hayran olduğum dünyada çok fazla insan var.

KALBEN: Ve bu çok önemli bir şey aslında değil mi üretkenlikte, hayran olduğun insan sayısının bir o kadar fazla olması? Çok farklı kaynaklardan da beslenebilmek, kendini sınırlamamak, sadece oyuncu Ezgi Mola olmamak…
EZGİ: Aynen öyle, öte yandan dünyadan bir sürü isim söyledim, hayatımın bir noktasında keşke Neşeli Günler filminin içine girebilseydim ya… Keşke. O ailede hiçbir şey söylemeden, o kızların en küçüğü olsaydım, o sette olsaydım ama keşke orada olup onlara bakıp kameranın benim güldüğüm anı yakalsaydık yani hep birlikte. İçinde olmak istediğim çok fazla resim ve an var bu hayatta. Bundan sonra da umarım bunun içinde olmak isterim diyeceğim temennilerim de olmaya devam edecek. Çünkü hayat devam ettikçe bizi heyecanlandıracak işler hep olacak. Bu zaman zaman bir üçüncü sayfa haberi bile olabilir.

KALBEN: Bizi çok kırıp yaralaması ve içimizde bir yeri uyandırması anlamında.
EZGİ: Aynen öyle, her şey bizi besliyor aslında. Bizden götürürken de bizi besliyor. Bizden kalbimizi sökerken de bizi beslemeye devam ediyor ve hayat böyle bir şey aslında. Depremler oluyor, her şey yerle bir oluyor, sonra doğa eğer müsade ederse kendi kendini kuruyor zaten. Yeter ki biz ona insani, yıkıcı müdaheleyi yapmayalım. Biraz doğayı da kendi haline bırakıp, biz de bir bitki gibi doğanın bir parçası olalım.

“BİZ TAŞI TEMİZ TUTMAYA ÇALIŞIYORUZ. HAYIR, YOSUN PİSLİK DEĞİL. BIRAK O YOSUNLU KALSIN VE SEN DE ORADA KAYSAN DA YÜRÜMEYİ ÖĞREN YA DA ORADAN YÜRÜMEMEYİ ÖĞREN” – Ezgi Mola

KALBEN: O adaptasyonu çok geride bırakmış bir uygarlığımız var şu anda.
EZGİ: Kabul edemiyoruz sanki hiçbir şeyi. Hayır bu böyle olacak diyoruz.

KALBEN: Tamamen geldiğimiz yeri reddedip, taşın üzerini yosunun kaplayacağı gerçeğini reddedip tamamen taşa taptığımız bir dönem.
EZGİ: Biz taşı temiz tutmaya çalışıyoruz. Hayır, yosun pislik değil. Bırak o yosunlu kalsın ve sen de orada kaysan da yürümeyi öğren ya da oradan yürümemeyi öğren. Çünkü oradan milyonlarca yol var. Yüzmeyi öğren mesela, oraya basma.

KALBEN: Biz şu an çok saldırgan ve hükmeden bir tavır içindeyiz galiba?
EZGİ: Çünkü genel olarak herkes böyle davranıyor. Nasıl bir çocuk annesinden ne görüyorsa ve onu yapıyorsa, biz de büyüklerden ne görürsek öyle oluyoruz. İnsanlar teknolojiyle kurdukları bağda bile kendinden farklı biri gibi görünmenin derdinde olabiliyor. Sokakta görünmez olmayı dileyen adam trafikte gerçek bir canavar olabiliyor mesela. Teknolojiyi bile böyle bir yerden kullanan var… Bu arada benim senin ilk albümünde de, ikincide de, konserlerinde de dikkatimi çeken bir şey var, tercih ettiğin zamanlar da oluyordur ama sen enstrümanı ve sesi hep ön planda tutmaya çalışıyorsun, bunun çok seçilmiş bir şey olduğunu da hep bize hissettiriyorsun ve bunu hep yapacakmışsın gibi de bir şey var bence.

KALBEN: Evet ya o konuda eski okulum, onu kabul ediyorum. Mesela single çıkarmak yerine 13 şarkılık albüm, birbirini bütünleyen hikâyelere önem vermek, ekip çalışmasına önem vermek, o enstrümanın sesini duyurmak, o enstrüman ustasının sesini duyurmak, ona o kıymeti hissettirmek çünkü o kıymet çok önemli; işi yapan insanların ne kadar kıymetli olduklarını bilmeleri çok özel bir şey yaptıklarını bilmeleri bu dünyada. Her birinin bir kıvılcım olduklarını hissetmeleri ve ben hâlâ o eski penceredeyim yani. Bunu fotoğraflayabiliriz, deli gibi selfie çekebiliriz, hep birlikte videolar yapıp hikâyelerime atabiliriz, snap atabiliriz bunlar çok tatlı, bunları çok seviyorum ben, bunlar yayılımla ilgili şeyler, sevgiyle ilgili şeyler, sevginin yayılmasıyla ilgili öyle bakıyorum fakat bir şarkıyı bağıra çağıra söyleyeceksek söyleyeceğiz yani. Telefonunuzu bir tarafa koyun şimdi önce şu şarkıyı bağıra çağıra bir söyleyelim, önce bir dans edelim, unutalım ve bir oynayalım, bir rahatlayalım ondan sonra gene çekeriz videomuzu. Benim bakış açım o yönde.
EZGİ: Bence bunun karşılığını alabiliyorsun.

KALBEN: Böyle güzel insanların varlığını bulduğum zaman şaşırdım ve umutlandım. Hiç yalnız değiliz. Hiç öteki diye biri yok.
EZGİ: Sadece fırsat tanıyıp dinlemek ya da orada biri var mı diye bakmak gerekiyor.

KALBEN: Bu kadar. Onlar ve ben diye bir ilişki yok. Biz birbirimize bakıyoruz. Zaten ben diye biri yok. Biz sahnede müziği yapıyoruz birlikte, o ekip o müziği iletiyor. Bize gelen müziği biz de o güzel insanlara iletiyoruz ve orada artık hep birlikte oluyoruz. Bir ev partisine dönüşüyor.
EZGİ: Harika… Çok iyi geldi senle sohbet etmek.

KALBEN: Ben de çok mutlu oldum. Hayallerimden biri gerçekleşti. Ezgi Mola ile röportaj yaptım. Fena gazeteci değilimdir ama!
EZGİ: Çok tatlıydı, ben de ilk kez böyle bir şey yaptım. Umarım olmuştur.

Kasım-Aralık 2017 tarihli Bant Mag. No: 60‘a buradan ulaşabilirsiniz.