“Artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız bana soracak olursan”: NEVŞİN MENGÜ ve ÖZGÜR MUMCU

Geçtiğimiz Ekim ayından beri düzenlediğimiz Yüz Yüze serisi kapsamında gazeteci, yazar Özgür Mumcu, her ay Bant Mag. Havuz/Bina’da farklı disiplinden bir konuk ağırlıyor ve karşılıklı rahat ve keyifli bir muhabbet döndürülüyor. Mumcu’nun 22 Aralık 2017 tarihindeki konuğu gazeteci, yazar ve televizyoncu Nevşin Mengü oldu. Televizyon haberciliğine getirdiği yenilikçi ve kendine has üslubuyla tanıdığımız Mengü, kariyerinin çarpıcı anları, 2009 yılında düzenlenen İran Cumhurbaşkanlığı seçimlerini takip ettiği son kitabı İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı?’nın macerası ve haberciliğin yanı sıra sporcu ve vegan kimliğiyle Mumcu’nun karşısında.

Röportaj: Özgür Mumcu – İllüstrasyon: Sadi Güran

Özgür: Hoşgeldin Nevşin, teşekkür ederim. Nevşin karşıya geçmeyen bir arkadaşımız normal şartlarda. Ben de kendisini zorlamak için Cuma akşamı, iş çıkışı saati ve yağmurda Kadıköy’e geçme deneyimini yaşamasını istedim. O da sağ olsun kırmadı… Şimdi, Kadıköy’e gelmiyorsun sen ama Gazze’ye gidiyorsun, Tahran’a gidiyorsun… Aslında dünyada gezmeyi seviyorsun. Sadece Kadıköy’le ilgili bir sorunun var. Ayvalık, Gazze ve Tahran’da bir sorun yok… Biz seni tabii daha çok haber sunucusu olarak tanıyoruz ama aslında sen bir muhabirsin başlangıcında bu meselenin. Ve bu işe, haber sunuculuğu belki biraz da hayat seni getirdi. Muhtemelen aklında yoktu ilk başta…

Nevşin: Tabii. Doğru. Çünkü muhabirlikte para yok. Geçinemiyorsun yani.

Özgür: Son bir kitabın çıktı; İnsanın Düşünmekten Canı Yanar Mı? isimli ve CNN Türk’ten ayrıldığın bir zamana denk geldiği için birçok insan başlığı da gördüğünde şey zannetti muhtemelen…

Nevşin: Doğan Grubu’na geçiriyor.

Özgür: Doğan Grubu’na geçiriyorsun ya da bütün gazetecilik hatıralarını buraya kanalize edeceksin ya da muhalif siyasi bir kitap yazacaksın zannetti. Oysa sen 2009 İran seçimlerindeki tecrübeni anlattın çünkü orada TRT Türk’ün İran büro şefiydin. Birçok insan açısından şaşırtıcı oldu. O konuda sana yorumlar geldi mi? “Bunu beklemiyorduk” ya da “Nereden çıktı?” gibi…

Nevşin: “Kesin ticari kaygılarla yazmış”, “Kovuldu, şimdi paraya ihtiyacı var” diye yazıyor insanlar. Oysa kitaptan para falan kazanılmıyor zaten. Attığın taş, ürküttüğün kurbağa hikâyesi.

“Bir gazetecilik anısı yazmak istemedim. 2009 İran seçimlerini yazdım. Şöyle de özel bir tarafı var kitabı okumadıysanız; bize çok benzer bir süreç yaşandı.” – Nevşin Mengü

Özgür: Bir de insan ticari kaygılarla 2009 İran seçimleri hakkında niye kitap yazsın?

Nevşin: Evet. Herkes gazetecilik hikâyesi falan bekliyordu. Ama ben çalıştığın yerden kovulunca geçirebildiğine geçirme olayını sevmiyorum. O zaman orada çalışırken ya da istifa edince geçir. Orada çalışmasaydın o zaman! Onun için öyle bir şey yapmam. Bu konuda röportaj falan da vermek bana abes geliyor. Bir gazetecilik anısı yazmak istemedim. 2009 İran seçimlerini yazdım. Şöyle de özel bir tarafı var kitabı okumadıysanız; bize çok benzer bir süreç yaşandı. Ahmedinejad adaydı, onun karşısında Musavi vardı; reformcu bir aday. Örneğin Musavi’nin memleketinde mesela sabah 10’da oy kullanılırken “Oy pusulaları bitti, haydi yallah” deyip insanları evlerine yolladılar.

Özgür: Tebriz’de oluyor değil mi?

Nevşin: Tebriz’de oluyor. Ahmedinejad kazandı dendi. Sonra insanlar sokaklara döküldü, acayip bir süreç başladı. O süreçte de bütün gazetecilerin çalışma vizelerini, çalışma izinlerini iptal ettiler ve kimse kalmadı Batılı diyeyim. Bir tek Çinliler ve Ruslar kaldı, onlar da gazeteci değil açıkça söylemek gerekirse. İran’ın batısından bir tek ben kaldım. Çünkü o zaman da bizimkilerin arası iyiydi Ahmedinejad’la. Ben kendimce muhalif yayınlar yapıyordum ama kovmadılar, yani sınırı çekmediler. Ancak bizim büromuzda çalışan fixer’a bir gözaltı oldu. Yani gözaltı da demeyeyim de… Alıp Tahran’ın kuzeyindeki işkence evlerine götürdüler. Benim yüzümden adama olanlar oldu yani.

Özgür: “Gözaltı evi demeyelim de daha ziyade işkence evine götürdüler” Sanki daha hafifi gibi söylüyorsun…

Nevşin: Çünkü resmi bir şey yok. Yani o süreçte şöyle şeyler oluyordu: Birtakım sivil kıyafetli insanlar geceleri eylemcilerin evlerinin kapılarına çarpı koyuyorlar, sabaha karşı biri gelip topluyor o insanları ve götürüyor. 100 kişi götürülmüş diye bir haber duyuluyor, merkeze geçiyorum, haber müdürü arıyor: “Gerekçe ne? Hangi gerekçeyle götürülmüş?” falan… Öyle bir şey yok! İşte, götürüyorlar. Nereye gidiyor? Bilinmiyor. Otokrasilerde işler böyle yürüyor. Yani orada kimse yokken ben vardım, hep de bunu yazmak istiyordum fakat televizyon yayıncılığı gerçekten çok beter bir iş. Gidiyorsun, giyiniyorsun süsleniyorsun, misler gibi önüne yazılanı okuyorsun gibi görünüyor. Öyle bir şey değil. Yayın başlı başına çok yoğun bir iş. Bir de üçüncü dünya mantığı olarak az insan çalıştıralım fikri var. Niye Amerikalı bir buçuk saat yayın yaptırıyor? Bunun bir mantığı var çünkü. O insan ışığın altında dört saat her gün oturursa beyni yanıyor. Dolayısıyla yayın yaparken öyle bir şeyle uğraşabilmek, başka bir şey yapabilmek çok mümkün olmuyor, ben eve ölü gibi gidiyordum açıkçası. Hep yazmak istiyordum da vaktim olmamıştı. Sonra yayından alınınca bunu yazdım. İyi de oldu. Okumanızı tavsiye ederim, sıkılmayacaksınız.

Özgür: Hakikaten ilginç de bir dönem. Arap Baharı’nın aslında bir önceki senesi başlıyor.

Nevşin: Doğru. Bu arada bu olaylar olurken Mısır’da gençler yazışıyorlardı bloglarda zaten. “Bak İranlılar nasıl hakkını arıyor, biz niye aramıyoruz?” yazışmaları o zamandan başlamıştı.

Özgür: Sana ilk Tahran’a gitmen önerildiğinde aslında başka şehirler de var listede. Bir tanesi de Atina’ydı galiba.

Nevşin: Evet. Sıkılırım orada dedim.

Özgür: Habercilik dürtüsünden bu muhtemelen değil mi?

Nevşin: Tabii, tabii… Aslında ben o zaman Habertürk’te çalışıyordum yine müthiş düşük bir maaşla.

Özgür: Atina pahalı mı gelirdi?

Nevşin: Evet. Habertürk’teyken de çok korkunçtu. Mesela Ergenekon davaları sürecinde muhabirken üç gün adliyenin önünde yatıyordum çünkü muhabir değiştirmek istemiyordu. Erkek muhabirler şişeye işiyordu. Ben simitçinin açılmasını bekliyorum sabah. Saçma bir hayat yani. TRT Türk o sırada kuruluyor ve muhabir aranıyordu. O zaman Gökhan Eren’in One Ajans’ı üzerinden yapıyorlardı. Atina, Almatı, Tahran gibi birkaç yer saydı. Ben de Obama seçildi, oralarda da bir şeyler değişir, bir hareket olur diye düşündüm ve hemen Tahran’ı seçtim. Bir buçuk sene orada çalıştım fakat sonra da Atina’da olaylar patlak verdi. Atina deseydim de bir kitap çıkarmış bak.

Özgür: Daha öncesinde Gazze’ye gitmişliğin de var, Orta Doğu senin için pek yeni bir yer değil.

Nevşin: Tabii, Habertürk’teyken de hep Orta Doğu işlerine bakmıştım.

Özgür: Yani sen savaş muhabiri olarak başlayacakken birden kendini haber sunarken mi buldun? Nasıl oldu o süreç?

Nevşin: Savaş muhabirliği falan, eski romantik kavramlar. Dünyada kalmadı ki böyle bir şey. Zaten artık herkes daha az muhabirle çalışıyor, her türlü haber sosyal medyadan akıyor. Artık insanlar sahaya gönderdiği muhabirin daha çok bir şov insanı olmasını bekliyor. Bütün dünyada bu böyle. Savaş takip ettim; savaş sonrası Lübnan’a gittim, Gazze savaşını takip ettim, Kuveyt’e gittim, orada çok haber yaptım. Tahran sonrası da Hürriyet’te çalışmaya başladım. Ardından da CNN.

Özgür: Peki haber sunmaya nasıl karar verdin? Yani editörlerin arasında durabilirdin ya da muhabirliğe devam edebilirdin.

Nevşin: Hürriyet’te çalışıyordum… Orada herkes kendini dünyanın en ünlüsü ve en önemli insanı zannediyor. Herkeste havalar bin beş yüz. Ve tabii maaşlar müthiş düşük. O sırada CNN’de 14.00-16.00 haberlerini sunan arkadaşım Seda ayrılmıştı ve ben de gidip CNN’in o zamanki genel müdüründen iş istedim. Bir program vardı aklımda. “14.00-16.00’cı kız gitti, sen onu sun” dedi. “Tamam” dedim, “Onu sunarım”. O zamanlar tabii bu kadar sıkı bir politik ortam yok; “Hem sen muhabirsin, yorum da yap biraz, renkli olsun” dediler… Sonrasında ana haberde yedi sekiz sene çalıştım.

Özgür: 14.00-16.00 haberleri için başlamış olabilirsin ama bir ara kanalı neredeyse senin üzerine yaptılar. Dört saat miydi senin yayın?

Nevşin: Beş saat! Allahtan sonra bir şey söyledim, kriz çıktı, bir saate indirdiler.

Özgür: Hakikaten nasıl oluyordu o kadar saat?

Nevşin: Saçma. Gerçekten olmaması lazım.

Özgür: Çünkü ana haberden önce bir saatlik bir yayın daha yapıyordun.

Nevşin: Bunlar işte tam üçüncü dünya ülkesi işleri.

Özgür: Hayır. Onu niye yapıyordun? Sonra zaten haberleri anlatıyorsun. Ondan önce bir saat daha niye bir şeyler anlatıyorsun?

Nevşin: Ekstra insan almak istemiyorlar. Bir de medyada şöyle bir şey var: bir yerden bir yere transfer olmazsan “Bu bizim kız, işini ver yapsın” oluyor. Oradan oraya transfer olmak lazım ki itibarın olsun. Zaten konuşuyor, bir saat daha konuşsa ne olacak diye düşünülüyor. Genel Müdür böyle bakıyor işe.

Özgür: Bunun bir de ön hazırlığı var…

Nevşin: Tabii. Aslında en zevkli kısmı oydu. Öğle saatlerinde bütün birim şefleri geliyordu, bir ana haber toplantısı yapıyorduk, herkes fikrini söylüyor, yaratıcı bir şeyler geliştirmeye çalışıyorsun. En zevkli kısmı orası; kamera arkası. Oradaki dostluklar, arkadaşlıklar…

Özgür: Peki, sen dış haberden girdin aslında.

Nevşin: Evet, dış haberden girdim. Bu iş hep böyledir, bizde medya çok zavallı olduğu için biri yabancı dil biliyorsa hemen dış habere iterler, oradan başlar. Kanal Türk’te başlamıştım, Tuncay Özkan’ın Kanal Türk’ü o zaman…

Özgür: O zaman Ankara’da mıydın? Bu arada hatırlatalım, Nevşin Ankaralıdır. Ben de Ankaralı olduğum için hatırlatıyorum, sanki bir dayanışma var gibi aramızda.

Nevşin: Hayır, İstanbul’a geldim hemen. Küçük bir kanal olduğu için aslında her şeyi kendimiz yapıyorduk. Yaşar Okuyan’ın makyajını yapmıştım ben bir gün yayın öncesi. Çünkü makyöz yok…

Özgür: Başarılı oldu mu makyaj?

Nevşin: Olmadı çünkü kadın makyajıyla erkek makyajı farklı; biz gözaltına açık renk sürüyoruz ya, adam Sibel Can gibi çıktıydı aydınlık aydınlık.

Özgür: Kanal değiştirmek lazım dedin, değiştirmediğin kanal kalmamış bu arada. Kanal Türk, Haber Türk, TRT Türk, CNN Türk… Peki Kanal Türk de çok uzun sürmedi galiba?

Nevşin: Uzun sürdü, yıllarca sürdü. Orada maaş vermiyorlardı yine, sekiz ay maaş vermediler en son “Ölecek miyim ben?” dedim…

“Haber aslında masraflı bir iştir. Haydi diyelim ki ufak tefek ya da rutin haberleri hallettin… Onun zaten fazla bir alıcısı olmaz. Özel bir şey yapacaksan o zaman bir maddi kaynağa ihtiyacın var.” – Özgür Mumcu

“Artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız bana soracak olursan. Bir araya gelip kendi network’ünü oluşturup, ona finansman bulup yürüteceksin işi. Bu iş biraz daha butiğe gidiyor gibi görünüyor.” – Nevşin Mengü

Özgür: Bu arada ben de tabii Nevşin kadar olmasa bile az buçuk biliyorum. Altı yedi ay süren ufak bir televizyon maceram oldu. Artı Bir’de kimsenin kimseye maaş verdiğini görmedim. Bir noktadan sonra şöyle bir şey olmaya başladı: Konuk gelecek, araç da getiremiyorlar, en sonunda konuğun taksi parasını da ben vermeye başladım. Bir yerden sonra zorla program yapıyormuşum gibi oldu.

Nevşin: Konuktan para istemeye başlıyormuşsun…

Özgür: Hakikaten de ben hayatta bu kadar maaşların yerlerde süründüğü başka bir sektör daha görmedim. Çok kazananlar eminim vardır ama onu kazananlar da gazeteci değil herhalde…

Nevşin: İşte bunun kaymağını yiyen 1990’larda yedi. Eskiden Reha Muhtar, Show TV zamanlarında kameraman arkadaşların Mercedes’i vardı. Televizyon yeni bir şeydi. Şimdi eskisi kadar izlenmiyor aslında. 40 yaş altı çok fazla televizyondan değil de internetten izlemeyi tercih ediyor.

Özgür: Gazete alınmaması gibi bir şey bu işte.

Nevşin: Herhalde… Gençler CNN’de izledim demiyor da “Cüneyt Özdemir’in YouTube kanalı var, gördün mü?” diyor. Yani artık biz gazeteciler, iş insanı olmak durumdayız bana soracak olursan. Bir araya gelip kendi network’ünü oluşturup, ona finansman bulup yürüteceksin işi. Bu iş biraz daha butiğe gidiyor gibi görünüyor.

Özgür: Haber aslında masraflı bir iştir. Haydi diyelim ki ufak tefek ya da rutin haberleri hallettin… Onun zaten fazla bir alıcısı olmaz. Özel bir şey yapacaksan o zaman bir maddi kaynağa ihtiyacın var.

Nevşin: Tabii ki. Hele ki savaş bölgesi… Mesela biz Gazze’ye gittiğimizde orada rüşvet saça saça geziyorsun Hamas gelip başına iş açmasın diye. Mesela ben İran’da yaşarken de pahalıydı benim orada kalmam. Çünkü orada her semtte yaşayamam. Böyle bir gerçek… Kapıya dayanırlar bekâr kadınım diye. Toplu taşımayla gezme imkânın da sıkıntılı, tacize uğruyorsun. Mecbur taksiyle seyahat etmek zorundasın. Avrupa gibi metroya bindim iki dakikada oradayım diye bir dünya yok.

Özgür: Orada da hayat pahalı.

Nevşin: Aslında bu otokrasilerde de çok pahalı çünkü ambargo var veya İran’a dışarıdan bir şey ithal girecek, devrim muhafızları aradan çok yüksek rüşvet aldığı için buradaki uyduruk gofret orada dehşet bir para oluyor.

Özgür: O ama ambargonun getirdiği bir hikâye tabii.

Nevşin: Ama çikolataya ambargo yok ki. Sistem öyle. Devrim muhafızı kendi üstünden yürüttürüyor her şeyi. Orada bir eve gideceksen yabancı çikolata almak çok havalı, burada 3,30 paraya satılan bakkaldaki şey orada havalı bir şey.

Özgür: Biz çocukken de öyle değil miydi? Yurt dışından geldiği zaman herkes o çikolataların peşine düşerdi. sonra anladık ki süpermarket çikolatasıymış. Doğru düzgün bir şey alıyor zannediyorduk tabii çocuk olduğumuz için.

Nevşin: Evet, kontrollü ekonomi.

Özgür: Nevşin’le kardeşimle üniversitede sınıf arkadaşı olmalarından da bir tanışıklığımız var. Dolayısıyla daha evvel de görüştük biz yani, ilk kez burada karşılaşmadık. İran dediğinde ben düz bir insan olarak “Ev partileri nasılmış Nevşin orada?” diye sormuştum. Hep duyuyoruz ya “İran’da acayip ev partileri varmış!” diye. Nevşin de “Ne olabilir ki en fazla?” dedi. Şaşırmıştım. Hakikaten sonra düşündüm; ne olabilir ki en fazla?

Nevşin: İşte birinin evinin salonunda dans ediyorlar İran popuyla, oynuyorlar ortada. Kanepeleri kenara çekiyorlar, özünde böyle yani…

Özgür: Sonra bu İran macerasından sonra yurt dışında bir daha düşündün mü? Bir yere temsilci gibi gitmek, yurt dışında gazetecilik yapmak…

Nevşin: Zorlu bölgelerde mi?

Özgür: Zorlu, zorsuz…

Nevşin: Açıkçası yaşam standardına bakar. Havuzlu villada oturabiliyorsan orada her yerde çalışılır, sıkıntı değil. Ama artık 35 yaşından sonra da…

Özgür: Havuzlu villa dışında bir yerde çalışmam diyorsun.

Nevşin: Hayır, yani… Sırt çantamla sersefil oralarda zor olur. Sürekli kalmak açısından koşullar lazım. Yoksa haber için geçici gideceksin, savaş takip edeceksin, tabii ki...

Özgür: Savaş harici de… Bir yayın organının Amerika’daki ya da başka bir yerdeki temsilciliğini yapmak mesela…

Nevşin: Tabii, keyifli iş. Niye istemem? Herkes ister…

Özgür: Çok kalmadı ama o temsilcilikler eskisi gibi… Eskiden çok vardı çünkü. Gazetelerin, ufacık gazetelerin bile vardı yani her ülkede neredeyse.

Nevşin: Haber ulaşamıyordu ki. Şimdi zaten bütün haber akışı ajanstan, sosyal medyadan. Ha şimdi de kritik olan yerler var… Türkiye’nin neresi kritik ki? Bir tane Moskova tutarım ben olsam.

Özgür: Ama orada da habercilik yapmak bir ara güçtü.

Nevşin: Olsun. Önemli olan oradan sana background bilgi geçmesi oradaki insanın. Veya Washington… Buralar önemli. Ama tabii Türkiye’de öyle bir medya kuruluşu da kalmadı para harcayacak doğru düzgün iş yapacak maalesef.

Özgür: Bu çok yoğun tempolu olduğun dönemde, günde üç dört saat ekrandasın ortalama değil mi o zaman? Öncesinde de herhalde iki üç saatlik bir çalışması vardır…

Nevşin: Evet. Sekiz dokuz saat geçiriyordum…

Özgür: Zaten Bağcılar’dan eve dönmen bir buçuk saat gibi bir şeydir…

Nevşin: Doğrudan yatıp uyuyordum.

“Bağımlılık. Yaptıkça yapasın geliyor. Böyle bir şey bu uzun mesafe sporları.” – Nevşin Mengü

Özgür: Çünkü bir de sabahın köründe kalkıp koşuyorsun.

Nevşin: 6’da kalkıp…

Özgür: Yoksa normal bir insan olsa aslında 23.00’te, 24.00’te de yatabilir…

Nevşin: İşte Ironman koştuğum için…

Özgür: Her sabah kalkıyor muydun?

Nevşin: Bu antrenmanı bir merdiven gibi yükseltip alçaltıyorsun. Sürekli yüksekte de yapamazsın yani, sakatlanırsın ve hayat adına çok zor. Evet. Aşağı yukarı her gün bir antrenmanım oluyor. Yarışa yakın biraz daha yoğunlaşıyor, uzuyor antrenmanlar. Yarış sonrası biraz rahat… Bir yarış takvimi çıkarıyorsun, o takvime göre bir hayatın oluyor işte.

Özgür: Ama bunun yarım Ironman’i bile bir hayli zor bir şeymiş. Ben mesafenin o kadar uzak olduğunu bilmiyordum.

Nevşin: İş fizikselden ziyade kafada bitiyor.

Özgür: Efendi Yoda mıyız biz yani? Neticede 90 kilometre bisiklet sürüyorsun canım, ne kadar kafada olabilir?

Nevşin: Yoruldukça kafada “Sıçarım böyle işin içine” oluyorsun, onu bastırman lazım. Sabır işte. Bu da bir meşguliyet işte. Antrenman filan derken güzel, keyifli vakit geçiriyorsun aslında, Türkçesi bu. Rahatlıyorsun.

Söyleşinin tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:64’e ulaşabilirsiniz.