“Beraberce kendimiz olabilmek”: Arto Tunçboyacıyan

Bu sene dijital formatta üç albüm yayınlayan Arto Tunçboyacıyan’ı geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye geldiği kısa dönemde yakaladık. Grammy Ödüllü Tunçboyacıyan bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlattı.

Röp: Aycan Taşyürek – İllüstrasyon: Aksel Ceylan

Arto Tunçboyacıyan herkesin adını duyduğu zaman saygıyla eğildiği bir insan. Türkiye’de doğup yaşamış Ermeni müzisyen uzun süredir Amerika’da. Grammy Ödüllü sanatçı bu sene dijital formatta üç albüm çıkardı:Fake Island, Life Is Deeper Then What You Think Brother ve SMS: Wrong Door Right Direction. Yazın Türkiye’ye geldiği kısa bir dönemde onu yakaladık ve Türkiye’deki müzik edisyon şirketi Universal Music Taxim Edition’ın terasında sohbet tadında bir röportaj gerçekleştirdik. Üzerinde “If you want peace and happiness in the world, there is a good medicine: Honesty” (Dünyada barış ve mutluluk istiyorsan iyi bir ilaç var: Dürüstlük) yazan tişörtüyle, bize müziği ve yaşamı kendi doğrularıyla ve içtenlikle anlatmaya başladı.

Müziğinizi kendi deyiminizle “avangart folk” olarak tanımlıyorsunuz. Bu tanımı bizim için biraz açabilir misiniz?

Folk bir insanın özü, baharatı… Avangart ise o insanın hayat tecrübelerini göz önünde bulundurarak yarın için neler hayal ettiği. Bence müzikte giyimi şöyle olmalı, şu ülkeden gelmeli, bu enstrümanı çalmalı gibi bir şey olmamalı. Tamamen açık bir şekilde, bir yönlendirme olmadan yapılmalı. Müzik, bir insanın kendi hayallerini gelecek için veya geçmiş için paylaşmasıdır. Hayal derken sahte bir şeyden bahsetmiyorum çünkü her gerçek bir hayalle başlıyor. Hayal ediyorsun, zamanla, tecrübeyle onun gerçeğine erişiyorsun. Farklı müzikler çaldığım zaman bile hiçbir zaman “Ben caz veya klasik çalıyorum” demiyorum. Ben müzik yapıyorum. O duyduğum sese ne kadar adapte olabilirim ona dikkat ediyorum. Şayet bir kültürü anlatan bir şey çalıyorsam, ancak kendi içimdeki kültürü temsil edebilirim.

Bu sene üç albüm çıkardınız. Her birinin de ayrı bir kimliği var. Bunlar üretkenliğinizin ve hayat deneyimlerinizin yoğun olduğu bir dönemde hızla kendiliğinden oluşan albümler miydi yoksa uzun bir çalışmanın birikimi mi?

Aslında deneyimlerimin finali rolünde olduklarını söyleyebilirim. Armenian Navy Band, avangart folk müziğin başlamasına imkân veren grup oldu. Zaten ismi de (Ermenistan’da deniz olmadığı için) bir ironi barındırıyor. Orada söylemek istediğimiz şey şu; bizim için deniz insanların kalbi ve ruhunu simgeliyor. Esasında gemiyi götüren insanlar. Bugün de Armenian Navy Band’in kariyerine baktığın zaman, geminin oldukça yol aldığını söyleyebiliriz.

“BEN İNANIYORUM Kİ VERMEK İSTEDİĞİM MESAJI KULAKLA GÖREN BİR KİTLE DE VAR. SESİN İÇİNDE ŞUUR ALTINDAN İNSANIN RUHUNA GELEN KELİMELER VAR, ONU HİSSEDİYORLAR…”

Hem hayat deneyimlerinizi müziğinizde yansıtmaya hem de sözünü söyleyen şarkılar yapmaya gayret ediyorsunuz. Müziğin sosyal yaşamı etkileme ve bireyleri değiştirme gücü sizce nasıl işliyor? Ya da siz nasıl değiştireceğini umuyorsunuz?

Deneyim değil de yaşam diyelim çünkü ben bir şey denemiyorum. Müzik benim hayatım değil; hayatımın sesi. Müziğin sosyal yaşama etkisini bir ay müzik çalmayınca anlarsın. İnsanlar birbirini yer. Ekmekle müziği mukayese edersen tabii ki insanlar yaşamak için ekmeği daha mantıklı görür. Tabii ki fiziksel olarak ekmeğe ihtiyacımız var. Fakat müzik ve sanat da ruhumuzun ekmeği. Ruhun huzursuz olursa yediğin ekmek bile vücudunda başka bir tesir yapabilir.

Yani daha çok bireysel seviyede etkili olduğunu düşünüyorsunuz? Toplum için sizce ne gibi faydaları olabilir?

Toplum için de diyorum aynı zamanda. Müzik dediğim şey bir sesli haber. Bazı insanlar söz koyuyor, sözlü haber oluyor. Ama ben müziğimle insanlara yön vermiyorum, sadece fikirlerimi paylaşıyorum. Dikkat edersen bütün yaptığım albümlerin içinde yazı varsa, başında öyle yazar. “Ben insanlara yön vermiyorum, herkes kendi yönünde hareket eder”. Tabii bir insan bir şeyden şikayet ediyorsa ona yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama şikayet etmiyorsa yaptığın yanlıştır şeklinde konuşmuyorum.

img_1295

Life is Deeper Then What You Think Brother albümünüzde sözlü şarkı sayısı çok az. Şarkıları adlarını okuyup dinleyince, şarkı adında bahsi geçen konuda insanı düşüncelere daldırtıyor. Genel olarak müziğinizde sözleri sık kullanmadığınızı söyleyebiliriz. Şarkıların istenilen hissi ve düşünceyi dinleyiciye yansıtmasında sizce sözlerin ne gibi bir yeri var? Sizce şarkı sözleri dinleyiciyi etkileme ve sizin müzik yapma sürecinizi ne yönde etkiliyor?

Sesimi ilk kullandığım zamanlar şöyle oldu. Bir şey söylemek istiyorsun fakat Türkiye’de denetim var; Türkçen iyi değilse denetimden geçmiyor. Ermenice söyleme şansın da yok. Ben de kendi kendime bir lisan buldum. Ben inanıyorum ki vermek istediğim mesajı kulakla gören bir kitle de var. Sesin içinde şuur altından insanın ruhuna gelen kelimeler var, onu hissediyorlar. Mesela parçayı yazdığımda diyorum ki, “Life is deeper then what you think brother”. Bu ne demek? “Hayat senin gördüğünden daha derindir”. Şarkıdaki sözler benim lisanım, ne Ermenice, ne de Türkçe. Şarkıya adını verdiğim kelimelerin duygusunu koyuyorum o sese. Örneğin bir Japon’a Türkçe şarkı söylesem ne anlayacak ki? Ama hissedebiliyor. Aynı şekilde mamam da hissediyor çünkü mamam seslerin manalarını biliyor. Melodiyi mırıldandım mı mamam biliyor ki ağlayacağız. Japon ise hüzünlü bir şey olduğunu hissediyor. Bunu ilk yapanlardan biriyim ben. Manayı sese aktaran…

“BİZİM İNSANLIĞIMIZ DOĞAYA ADAPTE OLMAYA ÇÇALIŞACAĞINA DOĞAYI ADAPTE ETMEYE ÇALIŞIYOR. HALBUKİ DOĞAYA ADAPTE OLSAK HAYAT O KADAR GÜZEL Kİ…”

Yine bu sene çıkan Fake Island albümünüzdeki aynı isimli şarkı, dili bilmediğim için soruyorum, Ermenice değil mi?

Evet. Türkçe ve İngilizce şarkılarım da var. Epey bir müddet kendi lisanımda okuyordum. Ne zaman insanlarda o senin dediğin sosyal farkındalığı yaratmak istedim, o zaman söz kullanmaya başladım. Türkçe sözlü Hafif Anadolu diye bir albüm yaptım. Hatta Armanian Navy Band’in New Apricot albümüne de Türkçe bir-iki tane söz koydum. Ermenistan’da da aynı niyetle bir albüm yaptım ama amacım pop dünyasına girmek değildi. Orada bir farkındalık yaratmaktı çünkü düşünen ve dinleyen insan her şeyin farkındalığına erişebilir.

Bu şarkıda neler anlattığınızdan bahsedebilir misiniz? Bu sahte ada kim, ne ya da neresi?

Sahte ada bizim kendi yarattığımız dünya, onu sahte bir ada haline getirdik. Üzücü olan, dünyanın kendisi sahte değil. O doğal güzelliği yaşamaktansa onu kendimize uydurmaya uğraşıyoruz. Şarkıdaki sözler diyor ki, “Bir kuş aldı beni bir adaya götürdü. Çok yorgun, kırık bir vaziyette vardım fakat çok hoşuma gitti ada. Berrak bir suda, kuş ağrıları olduğu halde ağrılarıyla dalga geçer gibi dans ediyor. Ayrılma zamanı geldi, göğe uçtu. Tek başına dönüyordu eve…” Yani sonunda yalnız kalıyorsun. İnsan fikirlerini etrafındakilerle paylaştıkça yalnız olduğunu anlıyor. Bu oldukça üzücü. Sosyal hayat; ağlasan da dimdik durmayı, sabırlı olmayı öğretiyor. Ama ufaktan ışık görmeye başladım. Sizlerle konuşurken, sizin duygularınızı gördüğüm zaman süper bir ışık görüyorum. O zaman anlıyorum ki o sabra değiyor. Sonra devam ediyor: “Sonunda tekrar eve yalnız döndü ama yeni fikirlere, yeni hayallere döndü. Başka ne yapabilirdi? Derin nefes aldı, ondan sonra uçtu. Kuş, artık bu kafesten çık ve özgür ol, kendi özgüvenin olsun, durma uç”… Bizim insanlığımız doğaya adapte olmaya çalışacağına doğayı adapte etmeye çalışıyor. Halbuki doğaya adapte olsak hayat o kadar güzel ki. Yediğim bir meyve tarih gibi. Mesela bir meyve yiyince çocukluğum geliyor aklıma…

Röportajın tamamını okumak için buraya tıklayarak Bant Mag. No:52’ye ulaşabilirsiniz.