Cannes 2017 - 4. Gün: Şimdilik yarışmanın en iyisi "The Square" ve diğerleri

Cannes’da olaylı gösterimlerin nispeten uzağında geçen, sakin bir yarışma gününü geride bıraktık ve bana göre yarışmanın şimdilik en iyi filmine bugün kavuştuk!

Yazı: Melikşah Altuntaş

Dokunaklı ve yüreklendirici bir dram: BPM (BEATS PER MINUTE)

Yarışmadaki Fransız yapımlarından Robin Campillo imzalı BPM, 90’lı yıllarda gey aktivist grup ACT UP Paris’in toplumsal farkındalık yaratma ve sağlık sektöründeki mücadelesini konu alan etkili bir dram. İlk yarısında örgütün mücadele hareketi ve eylemlerinin iç yüzünü anlatan, grubun kendi iç dinamiği ve tartışma retoriğini gözler önüne seren BPM, bu grup içinden iki sevgilinin özeline yöneldiği ikinci yarısında mağrur ve güçlü bir birlikteliğe odaklanıyor.

image2 (1)

Parçalı kurgusu ve hareketli anlatımıyla uzun süresini hissettirmeyen BPM, kimi güçlü sinemasal anlarının dışında, yer yer bir mini dizi estetiği ve anlatısı seyrediyor. Özellikle hikayeye herhangi bir ivme kazandırmayan, birbirine benzer toplantı ve eylem sahneleri bir noktadan sonra ‘karakterlerimizin yeni maceraları’ hissiyatına sahip bir durağanlık içinde. Burada Campillo’nun bariz bir odak probleminden söz etmek mümkün. Grubun röntgenini çekmekle bireysel hikayelere odaklanmak konusunda kararsız kalmış görünen anlatı, pek çok yaratıcı fırsatı da böylece kaçırıyor.

Tüm bunlara rağmen son derece güçlü bir duygusu var BPM‘in ve özellikle son 20 dakikasındaki sahicilik ve karakterlerinin karşılaştıkları bir trajediye tepki veriş biçimiyle film, dokunaklı ve sarsıcı bir finale kavuşuyor. Almodovar başkanlığındaki jüriden önemli bir ödülle ayrılacağı kesin gibi görünen filmde Nahuel Perez Biscayart’ın performansı da güçlü bir Erkek Oyuncu ödülü ihtimali doğuruyor.

Daha iyisi çıkana kadar en iyisi o: THE SQUARE

Bir önceki filmi Force Majeure ile akılları baştan alan İsveçli genç dahi Ruben Östlund, son filmi The Square’de yine yapmış yapacağını! Uzun zamandır beyaz perdeye yansıyan en eğlenceli komedilerden bir olmasının yanı sıra, günümüz modern sanat atmosferi, sosyal medya çılgınlığı ve pr dünyası hakkında da ilk akla gelen esprilerden uzak, keskin tespitleriyle kendine hayran bırakıyor.

Şimdilik yarışmanın en özgün ve parlak filmi olan The Square, İsveç’te bir modern sanat müzesi küratörü etrafında gezinen bir öykü anlatıyor. Tek bir ana hikaye takip etmektense, yer yer bir skeç filmini andıran bölümler ve yan hikayelerle biçimlenen The Square, tam da bu nedenle niyet ettiği taşlamanın hakkını sonuna kadar veriyor. İnsanoğlunun kibir, korku ve endişe duyguları ile çifte standart eğilimlerinin röntgenini çeken Östlund, toplumsal kabullerin yarattığı bazı açmazları da benzersiz mizansenlerle önümüze getiriyor. Hemen her sahnede bir ya da birkaç zeka yüklü detayla seyircisine kıyak geçip duran yönetmenin, gerçek hayattaki YouTube bağımlılığı, filme de pek çok konuda yardımcı olmuş. Yalnızca diyaloglar ve durumlar üzerinden değil, güçlü görsel fikirlerle de desteklenen çok sayıda sahne, kahkahalarla güldürürken, Östlund’un görsel hafızasının da nasıl muazzam bir çöplükten besleniyor olduğunu gözler önüne seriyor. Özellikle ödül töreni yemeğindeki “goril performansı” sahnesi sinema tarihine geçecek kadar güçlü.

image3

Cannes’da şimdiden geçen yılın Toni Erdmann‘ı olarak anılmaya başlanan filmin, ödül listesinde Maren Ade’nin de yer aldığı jüri tarafından görülüp görülmeyeceği meçhul ancak The Square‘in yalnız Cannes’ın değil, yılın da en iyi filmlerinden biri olduğunu söylemek güç değil.

Claire Denis ve Juliette Binoche’un Quinzaine çıkartması: LET THE SUNSHINE IN (BRIGHT SUNSHINE IN) 

Ana yarışmadaki son filmi Bastards‘dan dört yıl sonra sinemanın eşsiz kadın yönetmenlerinden Claire Denis, Let the Sunshine In ile alıştığımız tarzının dışında, olgun bir komedi filmi ile karşımızda. Juliette Binoche’un canlandırdığı ressam kahramanının hayatına giren romantik ilişkiler arasında mekik dokuyan ve karakterini sakin bir limana ulaştırmaya çalışan film, yakın dönemde izlediğimiz Gloria ve Things to Come gibi olgun kadın kahramanlı duygusal komedilere bir yenisini ekliyor.

image4

Olgun kadın cinselliğinin beyaz perdedeki (her nedense son derece kısıtlı örneği ile karşılaştığımız) en derinlikli yolculuklarından birine şahit eden film, Claire Denis’nin yüksek tansiyonlu nefis gerilimlerinden uzakta, daha çok Nenette & Boni ya da 35 Shots of Rum gibi sıcak dramedileri arasında yerini alıyor. Juliette Binoche’un her zamanki gibi muhteşem olduğu filmde, Denis filmlerinin vazgeçilmezi Stuart Staples notaları da bu kez caz piyano tınılarında seyrediyor. Filmin pek nefis “At Last” sahnesinden hemen önce kulüpte Acid Arab ve Cem Yıldız imzalı, Türkçe sözlü “Stil” parçasını duymak da eğlenceli bir tecrübe oldu.

Philippe Garrel bildiğiniz gibi: LOVER FOR A DAY

Claire Denis gibi Quinzaine bölümünde karşımızda çıkan Philippe Garrel de her zaman olduğu gibi kadın erkek ilişkilerindeki kaos ve duygu karmaşasını merkez alan son filmi Lover For A Day ile alışıldık romantik komedilerinden birine imza atıyor. Yönetmenin yine 35 mm. ve siyah beyaz çektiği film, sakin bir ilişki isterken çapkın kız arkadaşı ile sınanan olgun bir adam ile sevgilisinden ayrılıp histeri krizleri içinde kendisinin yanına taşınan kızının hikayesini anlatıyor. Pek de taze ve heyecan verici sayılmayan Lover For A Day, yalnızca Garrel’in olgunluk döneminde hala böyle hafif ama eğlenceli hikayeler peşinde koşuyor olması nedeniyle belli bir tat veriyor.

image5