Sokak hayvanlarının yaşam hakkını gasp etmeye yönelik müdahaleler öneren, Hayvanları Koruma Kanununda değişiklik yapılmasına dair yasa teklifi, TBMM Tarım Orman ve Köyişleri Komisyonu’nda gerçekleşen uzun mesaili ve epey gergin görüşmelerin ardından 30 Temmuz’da Genel Kurul’da kabul edildi. 2 Ağustos’ta ise Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Niğde ve Altındağ gibi noktalardaki toplu hayvan cinayetlerine tanıklık etmek toplumun çeşitli kesimlerinde travma dalgası yaratırken, insanların kendi sokaklarından her geçişine “Köpekler yerinde mi?” paniği eşlik eder oldu. Yani, “Bugün geldiğimiz noktada kentlerin yaşanmaz yerlere dönüşmesinin yarattığı öfkenin sokak hayvanlarına yöneldiği” ve “Toplumun ne olduğunu bilmeden sokak köpeklerini kaybettiği bir süreçle karşı karşıyayız.”.
Çeşitliliğe ve bir aradalığa düşmanlığın, baskının ve ayrıştırıcılığın sirayet ettiği bir havayı soluyarak nefes almaya çalışırken, Katliam Yasası’na karşı birleşebilme olanaklarını da göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyoruz. Çok temel olarak, “Katliam ve yasa yan yana gelebilecek iki kelime olamaz çünkü katliam bir yasa olamaz.” ve “İnsan olmamızın koşulu; bir katliamı anlamamak, anlaşılır kılmamak ve sıradanlaştırmamaktır.”.
Bu dosya; sorular sorma, öğrenme ve perspektifi farklı yönlere doğru genişletme ihtiyacıyla yola çıktı. Sorularımıza türler arası eşitlik için farklı alanlarda çalışan (ve ulaşabildiğimiz) uzmanlardan kapsamlı yanıtlar aldık. Her birine tekrar çok teşekkürler. Aşağıda aktivizm, hukuk, kent çalışmaları, veteriner hekimlik, klinik psikoloji, tarih ve siyaset çerçevesinde Katliam Yasası’na dair sorulan bazı sorular, bazı yanıtlar, güvenilir bilgiler ve birtakım öngörüleri bir arada okuyabilirsiniz. Yukarıda tırnak içine aldığımız cümleler, dosyaya katkıda bulunmuş aktivist ve uzmanların altı çizilesi onlarca cümlesinden yalnızca birkaçı. Dayanışmayla #YerindeYaşatacağız
“Hiçbir tür, bir diğer türün sağlık endişesi nedeniyle yok edilemez; doğru olan önlem ve sorumluluk almaktır.”
Sahipsiz bir hayvan hangi koşullarda halk sağlığını tehdit edebilir? “Saldırganlığına” kim, hangi süreçleri yürüterek karar verebilir? Katliam Yasası veteriner hekimleri de devre dışı bırakırken, Niğde ve Altındağ’daki gibi hak ihlallerinin yinelenmemesi nasıl sağlanabilir? Veteriner hekimler Katliam Yasası’na karşı ne gibi adımları “tam uygulanabilir” buluyor; güncel durumda yaşadıkları vicdan muhasebesi ve baskı ile nasıl baş ediyor?
Veteriner Hekim, Prof. Dr. Ebru Yalçın yanıtlıyor:
Şu ana kadar uygulanan 5199 sayılı kanuna göre sahipsiz hayvanlar; hayvan refahına uygun şartlarda toplanır, bakımevine getirilir, sağlık kontrolleri yapılır, sağlıklılarsa kısırlaştırma operasyonları yapılır, kuduz aşısı uygulanır ve operasyon yarası 7-10 gün içerisinde iyileşmişse tekrar bulundukları bölgeye bırakılırlardı. Dolayısıyla kuduz aşısı yapılmış olur, antikor seviyeleri genellikle 1-3 yıl boyunca koruyuculuğunu sürdürürdü.
Halk sağlığı tehdidi olarak görülmelerinin nedeni, kuduza yakalanma olasılıkları olarak gösterilse de Tarım Bakanlığı’nın 2022’de yayımladığı verilere göre tüm ülkede hayvanlar arasında 277 adet kuduz vakası görülmüştür ve bunların sadece 71’i köpektir. Eğer tüm ülkedeki köpekler kısırlaştırılabilir ve kuduz aşıları yapılabilirse, bu sayının sıfıra düşeceğine inancımız tam. Dünya Sağlık Örgütü kuduzu önlemenin tek yolunun köpekleri öldürmek değil, aşılamak olduğuna defalarca işaret etmiştir ve net bir dille köpek itlafını yasaklamaktadır. Tüm bu uyarılara rağmen ülkemizde yapılacak köpek itlafı, komşu ülkelerin yaptığı kuduzu önleme çalışmalarına da zarar verecek ve dünyada, Türkiye hakkında olumsuz bir tepkiye yol açacaktır.
Köpeklerin bölgede olması yaban hayatından ayı, domuz, tilki, çakal, kurt, yılan, fare vb. pek çok hayvanın şehre gelmesine engel olmakta ve insan – yaban hayatı arasında fiziksel bir kalkan oluşmasını sağlamaktadır. Aynı zamanda şehirlerde yaşayan, aşılanmış kedi ve köpekler, doğa ile insan arasında antikor bariyeri sağlamaktadır. Kuduz aşısı olmayan her türlü hayvan teması nedeniyle uygulanan her aşı, sanki kuduz vakası gibi lanse edilmektedir. Riskli olmayan her şüpheli hayvan teması için aşı yapılmasının gerekli olmadığı konusunda temmuz ayında Sağlık Bakanlığı tarafından ilgili birimlere uyarı yazısı yazılmıştır.
Sahipsiz köpeklerin halk sağlığı tehdidi olarak görülmesinin nedeni olan zoonoz (hayvandan insana geçen) hastalıklardan biri de Echinococcus granulosus denilen bir parazitin neden olduğu kist hydatid hastalığıdır. Hastalıklı sığırların iç organlarının çiğ olarak yenmesi nedeniyle köpeklere bulaşan bu hastalığı, kaçak kesimlerin önlenmesi ve hastalıklı organların etrafa atılmadan uygun şekilde ortadan kaldırılması ile önüne geçilebilir. Kaldı ki hiçbir tür, bir diğer türün sağlık endişesi nedeniyle yok edilemez; doğru olan önlem ve sorumluluk almaktır.
Köpek saldırılarının arttığına dair somut bir veri sunulamamıştır. Bursa Devlet Hastanesi’ne kuduz aşısı için gelen hastalar ile yaptığımız bir çalışmada (Yalcin E, Kentsu H, Batmaz H., “A survey of animal bites on humans in Bursa, Turkey”, Journal of Veterinary Behavior, 7, 4, 233-237, 2012) ısırma olayına karışan köpeklerin %75’inin sahipli olduğu sonucu bulunmuştur. Kaldı ki eğitim ve önlem ile engellenebilecek insan kaynaklı pek çok hata, sadece hayvana mal edilmektedir.
“Agresif köpek yoktur; kaynaklarını, bölgesini, canını korumaya çalışan, savunan köpek vardır. Tüm bunları tehdit eden de biziz maalesef.”
Sahipsiz köpekler güvenlik ve beslenme nedeniyle bir araya gelebilirler; insanlar maalesef buna “çete” demeye başladılar. Çete, kelime anlamında da olumsuzluk çağrıştırdığı için sanki bir suç örgütünden bahseder gibi bahsedilmeye başlandı bu köpeklerden. Bir köpek hiçbir zaman kötü niyetle saldırmaz. Eğer havlıyorsa, aç ve susuz olabilir; diş gösterdiyse, korkmuş ya da yavrularını savunuyor olabilir. Sahipsiz köpek popülasyonun arttığını 20 yıldır dile getiriyoruz ve kısırlaştırma seferberliği talep ediyoruz zaten.
Agresif köpeklerin sokaklardan alınacağı ve hatta ötanazi yapılacağı söyleniyor ancak buna kim karar verecek? Kendi hâlinde yatan köpeği vatandaş şikayet etse ya da kışkırtarak havlatsa, bunu kim bilecek ve köpeği neye göre alacak? Kaldı ki agresif köpek yoktur; kaynaklarını, bölgesini, canını korumaya çalışan, savunan köpek vardır. Tüm bunları tehdit eden de biziz maalesef. Bakımevine alındığında, agresif olduğunu ya da tehdit oluşturacağını veteriner hekimin belirleyeceği söyleniyor ancak anlık durum, hele ki bakımevi gibi stresli ortamların köpeği korkutabileceği ve davranışlarını değiştirebileceği göz önüne alındığında, bakımevlerinde bir köpeğin davranışlarını doğru şekilde analiz etmek mümkün olmayacak ve korkudan havlayan ya da kendini savunmaya çalışan köpek agresif olarak etiketlenerek ötanazi edilecektir. Dolayısıyla boşu boşuna pek çok köpeğin ölüm fermanı imzalanmış olacaktır.
Biz bu yasa henüz tasarı hâlindeyken bile Türk Veteriner Hekimler Birliği Merkez Konseyi olarak veteriner hekimlerin ötanazi yapmayacaklarını ve vicdani red hakları olduğunu defalarca dile getirdik. Yasada belli koşullarda ötanazi dense de bu iki olayda da değil ötanazi, olayın oluş biçimindeki kötülüğü gördük. İşin kötü tarafı, ülkenin dört bir yanında işgüzar hayvan katilleri çoktan öldürmeye başladılar bile. 2021’de çıkan kanuna göre hayvana karşı işlenen suçların cezaları artırılmıştı; yakalanabilenlerin cezalarını göreceğiz önümüzdeki günlerde. Bu üzücü olayların engellenmesi için yapılacak tek şey, Madde 6’nın tekrar eski hâline getirilmesi, kısırlaştırılmanın aynı anda tüm ülkede uygulanması ve köpeklerin bulundukları bölgeye bırakılması yani yasanın iptali ile olabilir.
Yeni yasa bu hâliyle uygulanabilir değil maalesef. Ülkede hâlihazırda bulunan 322 bakımevinin 105 bin kapasitesi ile bu yasanın uygulanabilmesine imkân yok. Toplamaya başlamadan önce her belediyenin Veteriner İşleri Müdürlüğü kurması ve çok sayıda veteriner hekim istihdam etmesi şart. Devasa beton barınaklar yerine akılcı, hızlı yapılabilen, kısırlaştırma hedefli, ekonomik bakımevleri kurmak mümkün. Bina ve yapıdan çok, organizasyonun şeffaf, hızlı ve etkin yapılabilmesi önemli; yoksa pahalı beton barınaklar içinde işlemeyen bir sisteme devam edilir.
Bakımevlerinde çalışan veteriner hekimler zaten zor bir görevi sürdürürken ve hayvanların hayatını kurtarmak için yemin etmişken, sağlıklı hayvanları ötanazi etmeleri için yapılan baskı nedeniyle vicdani red hakkını kullanacak, istifa edecek, işten çıkarılacak ve hatta duygusal bitkinlik nedeniyle intihar etme ihtimalleri oluşacaktır. (Yurt dışında veteriner hekimlik, intihar oranı en yüksek meslek gruplarından biridir). Bakımevlerinde çalışan veteriner hekimler ötanazi yetkisine sahip oldukları için amirleri konumunda olan kamu yöneticileriyle fikir ayrılığı durumunda mobbing’e maruz kalabileceklerdir.
Yasa nedeniyle toplumun büyük bir kısmı, hayvanlar için büyük bir kaygı, üzüntü ve hayal kırıklığı hissetmekte ve bu durumu gerek sokakta, gerekse sosyal medyada ifade etmektedir. Sosyal ve ekonomik baskı altında olan topluma yeni bir stres eklemek, toplumsal tansiyonu yükseltecek, taraflar arasında kavga ve şiddete yol açacaktır.
“Muhalefetin, itlafa karşı net bir duruş sergilediği söylenebilse de yasanın kabulünden sonra tecrite karşı aynı duruşu sergileyemediği görülüyor.”
Barınak / hayvan bakımevi denen yapının ideal işlevi nedir; burada kimler, ne tür sorumluluklar alır; etik ve hukuki bakımdan içeride yapılamaz olan eylemler nelerdir? Mevcut düzende hayvan hakları savunucuları niçin barınak sözcüğü yerine toplama / ölüm kampı ifadesini kullanmayı tercih ediyor? Katliam Yasası, kamu – özel farkını da gözeterek, barınadropkların rolünü nasıl değiştiriyor; olası tehlikeleri engellemek adına kimler tarafından ne tür önlemler alınmalı?
Burak Özgüner Hayvan Hakları Çalışma Merkezi’nden Cansu Özge Özmen yanıtlıyor:
Barınaklar ya da bakımevleri için kullanılan en ideal terim rehabilitasyon merkeziydi. Barınaklar; kısırlaştırma sonrası bakım, hasta olanlar için tedavi, rehabilitasyon gerektiren hayvanlar için rehabilitasyon merkezi olarak işlev göstermeliydi. Ancak yıllar içinde, kanunun gerektirdiği bu işlevler düzgün bir şekilde yerine getirilmediği gibi, giderek daha devasa alanlara barınaklar inşa edilmeye başlandı. Kapalı hiçbir sistem, hiçbir türün refahını sağlayamaz ya da koruyamaz. Bu yüzden de tarih boyunca hapsetmek bir ceza olarak uygulanmıştır. Yok edilmek ya da işkence edilmek istenen insan grupları toplama kamplarına, çalışma kamplarına hapsedilmiştir. Türkiye’deki hayvan hakları savunucuları tecrit ve itlafa karşı duruşta ortaklaşıyordu. Yeni yasa düzenlemesi ise ikisini birden yasal hâle getirdi. Muhalefetin, itlafa karşı net bir duruş sergilediği söylenebilse de yasanın kabulünden sonra tecrite karşı aynı duruşu sergileyemediği görülüyor. Hâlbuki hayvan hakları savunucuları olarak tecritin sadece uzun ve acı verici bir itlaf anlamına geldiğini defalarca belirtmiştik. Bu yasa, hangi yöntemle olursa olsun köpeklerin yaşam hakkını tanımıyor ve değişmesi gereken duruş da öncelikle bu.
Türkiye’de 2004’te yürürlüğe giren Hayvanları Koruma Yasası’nda “barınak” kelimesi geçmiyordu. Yasaya göre sokakta yaşayan kedi ve köpekler hastalık, aşılama ve kısırlaştırma gibi işlemler için belediyelerin “hayvan bakımevleri”nde ihtiyaçları olan tedaviyi görüp, ardından yaşadıkları yere geri bırakılmak zorundaydı. Bir başka deyişle bakımevlerinin hayvan hastaneleri olarak hizmet vermeleri, hayvanlar iyileşene kadar geçici bir süre için gerekli bakımı vermeleri gerekiyordu. Tıpkı insan hastaneleri gibi. Bakımevlerinin görevleri yasada 20 yıl önce belirlenmiş olsa da belediyeler geçici bakımevlerini hayvanlar için hapishanelere, toplama ve ölüm kamplarına dönüştürmüştü. Bakımevleri, çalışanlar için bir sürgün yeri hâline gelmişti; dolayısıyla köpeklere bakım veren kişilerin de bu konuda herhangi bir uzmanlığı bulunmuyordu.
“Olan şudur: Hayvanların hapsedildiği tüm barınaklar ölüm kampıdır.”
Hayvan özgürlüğü savunucularına göre ölüm kampı olan bu bakımevlerine ısrarla “barınak” denmesinin önemli nedenleri var. Öncelikle barınak kelimesi, hissedebilen canlıları tehlikeli ve kötü koşullardan koruyan, onların barınma ihtiyacını karşılayan yer anlamıyla iyi ve güvenli bir yeri çağrıştırıyor. Bu, insanların çevresinde istemediği hayvanları o zamanki yasaya aykırı olsa da barınak dedikleri yerlere “gönül rahatlığıyla” hapsettirmelerini kolaylaştırıyordu. Hükümetin; kendi koyduğu yasayı yok sayarak verdiği talimatlarla -vatandaştan aldığı vergileri kullanarak- hayvanlar için asla güvenli bir sığınak olmadığını bildiği barınaklara, yine bu kelimenin güven veren anlamının arkasına saklanarak sayısız hayvanı hapsetmesini, topluca öldürmesini ya da hastalık ve açlıkla yavaşça öldürmesini aklıyordu. Hayvan bakımevleri önemli ve zaruriyken; hayvanları iyileştirmek değil, öldürmek üzerine kurulu ölüm kamplarına “barınak” demek, bu korkunç işkence yerlerine bir kez bile gitmemiş, hapsedilen hayvanları bir kez bile görmemiş insanların barınakları “iyi ve güvenli” yerler sanmasına imkân sağlıyor. Aslında olan şudur: Hayvanların hapsedildiği tüm barınaklar ölüm kampıdır.
Bakımevi denen barınakların tanımını son değişiklikler, “hayvanların sahiplendirilene kadar barındırıldığı ve rehabilite edildiği yer” olarak belirliyor. Özel barınaklarda köpek barındırmak içinse gerçek ve tüzel kişiler, tahsis edilen alanlarda baktıkları köpekleri sahiplenmek zorundalar. Sahiplenilen köpek sayısında şimdilik bir sınır olmadığı için özel barınakların kurulmasını engelleyen bir madde yok. Bu değişikliklerle amaçlanan, köpekleri zaten kısırlaştırıp salmayacak belediyelerin, olası bir saldırı ya da kaza durumunda cezai sorumluluğunu ortadan kaldırarak, sokakta bulunan sahipli köpek için de sahibine ceza yazarak, sokakta köpeklerin yaşayabilmesini engellemek ve köpeğin yol açabileceği herhangi bir sorunda da sorumluluktan kurtulmak. Kanun aynı zamanda sahipli köpeğini sokağa terk edenlere de ceza öngörerek; insanların, köpeklerin hayatlarını kurtarmasını da engellemiş oluyor. Bir köpeği çipletir ve onu üzerine kaydettirirsen, köpeği sadece evde barındırabilirsin. Ben kapımın önünde bakıyorum ve sorumluluğunu alıyorum diyemezsin. Bu da yüzyıllardır toplumda yaygın olan köpekleri koruma kollama kültürüne aykırı. Hem şehirlerin hem de kırsalın kültürüne aykırı. Bir türle olan ilişkimiz kökten değiştirilmek isteniyor. Sahipsiz köpek saldırılarının hiçbirinde sorumlu bir kısır, aşılı, küpeli köpekten söz edemiyoruz. Ancak, bu yasayla tüm köpekler çok ağır bir şekilde cezalandırılıyor.
Ülkenin hayvan koruma gönüllüleri zaten çok uzun süredir belediye gibi çalışıp, yüklü borçların altına girerek, özel kliniklerde kısırlaştırma ve tedavi yaptırıyorlardı. Şimdi ise sokaklarında köpek olmayan birçok ülke gibi özel kurtarma merkezlerinin sayısı artacaktır. Aynı gönüllüler şimdi çok daha büyük yüklerin altına girecekler zira belediyelere tedavi konusunda zaten hiç güvenimiz yoktu; kısırlaştırma konusunda da barınaktaki sorumlu veteriner hekimlere göre seçici davranıyorduk. İnsanlarda o kadar büyük bir tepki oluştu ki şu anda kısır olmayan köpekleri bile belediye görevlilerine teslim etmek istemiyorlar. Ülke barınaklarında her gün ayrı bir trajedi gün yüzüne çıktığı sürece de bu direnç sürecektir.
“Bugün geldiğimiz noktada kentlerin yaşanmaz yerlere dönüşmesinin yarattığı öfkenin sokak hayvanlarına yöneldiğini görüyoruz.”
Katliam Yasası kent ekolojisi bağlamında nasıl değerlendirilmeli? Kamusal alanın önemli bir parçası olan sokak hayvanları, yıllardır katlanarak büyüyen inşaat çılgınlığı yüzünden şehirlerin merkezinden çeperlerine doğru sürüldü; alışkın olmadıkları, çetin şartların ortasına terk edildi. Yetmedi, öldürülmeleri yasallaştırıldı. Peki “hayvansız sokaklar”ın gerçek olduğu bir senaryo, kentsel dinamikleri nasıl değiştirir?
Mekanda Adalet Derneği Kentsel Politikalar Programı Koordinatörü Bahar Bayhan yanıtlıyor:
Bu yasa, kentlere insan-merkezci bakışı simgeliyor. Kentleri yalnızca insanların yaşam alanı olarak görmek yaygın bir bakış açısı. Sokak hayvanlarının zarar veren canlılar olarak kodlanıp yok edilmesini hedefleyen yasanın arkasında bu bakış açısı var. Hâlbuki kentsel toplumsal yaşam, insanlar dışında birçok canlının da varlığını kapsar. Sokak hayvanları yüzyıllardır kentlidir. Sokaklar onların doğal yaşam alanıdır. Mekânsal aidiyetleri vardır; mahalleyi koruyup kollar, insanlarla dostluk ilişkisi geliştirirler.
Sokak hayvanlarının varlığını düşmanlaştıran bakış açısına karşılık, bunun bir sorun olarak ortaya çıkışının arkasındaki adaletsizlik sarmalını ifşa etmek gerekir: Sokak hayvanlarının doğal yaşam alanlarından koparılarak kent çeperlerindeki ormanlık arazilere atılmaları, ormanlarda yaşayamadıkları için civardaki insan yerleşimlerine indiklerinde insanlar tarafından şiddete ve istismara maruz kalmaları, hayvana şiddetin caydırıcı bir cezai yaptırımının olmaması, barınakların hayvan tecrit merkezlerine dönüşmesi ve hayvanların yaşamlarını sürdürmesine elvermeyen koşulları… “Başıboş hayvan” olarak nitelendirilen sokak hayvanları bir günde ortaya çıkmadığı gibi, sokak hayvanlarının nüfusunun kontrolsüz biçimde artmasına kayıtsız kalındığı, kamu kurumlarının görevlerini ve sorumluluklarını yerine getirmediği de bir gerçek. Bugün geldiğimiz noktada kentlerin yaşanmaz yerlere dönüşmesinin yarattığı öfkenin sokak hayvanlarına yöneldiğini görüyoruz.
“Bu yasayı çocukların can güvenliği üzerinden meşrulaştıranlar, çocuklara verilecek en büyük zararın, onları çeşitliliğe ve bir arada yaşama kapılarını kapatmış şehirlerde büyümeye mahkûm etmek olduğunu anlamalılar.”
Bu yasa tek başına sadece sokak hayvanlarının yaşam hakkını ihlal etmiyor; aynı zamanda toplumsal barışı zedeliyor. Halk sağlığının ve iyilik hâlinin korunmasını sağlayacak şey sokak hayvanlarından arınmış şehirlerin oluşması değildir. Toplumun iyilik hâlini besleyen temel unsurlardan biri, toplumsal barış ve dayanışmadır. Güvenli ve huzur duyulan kentleri yaratmak istiyorsak, düşmanlaştırma ve kutuplaştırma yaratmayan çözümleri desteklemeli, kapsayıcılığı ve çoğulculuğu gözetmeliyiz.
Ne saldırıya uğrayan çocukları, travması olan insanları görmezden gelelim ne de sokak hayvanlarına zarar verelim. Bu yasayı çocukların can güvenliği üzerinden meşrulaştıranlar, çocuklara verilecek en büyük zararın, onları betondan ve araçlardan ibaret olan, çeşitliliğe ve bir arada yaşama kapılarını kapatmış şehirlerde büyümeye mahkûm etmek olduğunu anlamalılar. Kentte birlikte yaşamın koşullarını yaratmak mümkün. Umarız en kısa sürede bu yasa geri çekilir ve tüm tarafların bir araya gelerek müzakere edebileceği, tüm canlıların yaşam hakkını temel alan bir tartışma zemini oluşur.
“Popülasyon artışının denenmemiş bir yöntem olan etkin kısırlaştırma ile engellenemeyeceğini iddia edebilmek mümkün değildir.”
Geçmişten bugüne dünyanın farklı noktalarında sahipsiz hayvanlar üzerinden yürütülen yasa ve uygulamalar hakkında yapılan değerlendirmeler, Türkiye’nin henüz yasalaştırdığı gerekçeler ve yöntemlere dair neler söylüyor? Popülasyon kontrolü gibi gerekçelerin tutarsızlığını, ileri sürülenlerin sonuçsuzluğunu kayda değer birkaç örnek üzerinden paylaşabilir misiniz?
Hayvan Hakları İzleme Komitesi’nden Avukat Hacer Gizem Karataş yanıtlıyor:
Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklik ile “Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat” metodundan “Kısırlaştır – Aşılat – Sahiplendirilene kadar barınakta tut” uygulamasına geçildi ve “ötanazi” kavramının kapsamı oldukça genişletildi. Yıllardır Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat gerekliliğinin uygulanması, üretimin yasaklanması ve merdiven altı üretime sıkı denetleme mekanizmalar getirilmesi için kurumlara çağrıda bulunulmasına rağmen kısırlaştırma oranları oldukça düşüktü. Bizzat Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı’nın açıkladığı üzere, son beş yılda ortalama 260 bin, bir yılda en fazla 350 bin köpek kısırlaştırılmıştır. Bu yetersiz sayı göz önünde bulundurulduğunda, popülasyon artışının denenmemiş bir yöntem olan etkin kısırlaştırma ile engellenemeyeceğini iddia edebilmek mümkün değildir.
Sanki bu uygulama yerine getirilmiş ancak hayvan popülasyonuna çözüm olmamış, bu sebeple hayvanların barınaklarda tutulması ve öldürülmesi yönteminin sayı artışına çözüm olacağı yönünde bir iddia ile getirildi bu yasa. Oysa ki daha önce hem Osmanlı hem de erken Cumhuriyet döneminde toplu katliamlar gerçekleştirilmiş ancak bu durum hem toplumun hafızasında derin yaralar açmış hem de halkın toplama ekiplerinden köpekleri kaçırdığı, köpekleri yoğurt gibi panzehirlerle kurtarmaya çalıştığı olaylar rutin hâline gelmiş. Kemalettin Kuzucu’nun İstanbul’un Sokak Köpekleri ve Ömer Obuz’un Hayvan Katliamları ve Himaye kitaplarında birçok yazılı kaynaktan bu doğrultuda derlenmiş anekdotlar mevcut.
Bunun yanında, 2004’te Hayvanları Koruma Kanunu yürürlüğe girmeden ve Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat modeli yasalaşmadan, “itlaf” denilen yöntem zaten belediyelerin rutin işlemleri arasındaydı ve belediyelerin masraf kalemleri arasında kullanılan zehirler açıkça kendine yer bulmaktaydı. Öldürme hiçbir şekilde çözüm olmadı; bilimsel araştırmalar kısırlaştırmanın önemini gösterdiğinden, 2004’te 6. madde yani Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat metodu yasalaştı. İktidar partisi de dâhil beş partinin milletvekillerinin altında imzasının bulunduğu 2019 tarihli “Hayvanların Haklarının Korunması İle Hayvanlara Eziyet Ve Kötü Muamelelerin Önlenmesi İçin Alınması Gereken Tedbirlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu”nda da sokakta yaşayan hayvanların popülasyonunun kontrol altına alınmasında en etkili ve “tek” yöntemin kısırlaştırma olduğu sonucuna varılmış, bu sebeple 6. madde korunmuştu. Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiyesi de bu yöndeydi.
Nitekim bir bölgeden, orayı yaşam alanı olarak belirleyen ve diğer köpeklerin gelmesine engel olan köpeklerin alınması hâlinde, başka bir bölgedeki köpeklerin oraya gelerek çoğalacağını ve sayının artacağını açıklayan “vakum etkisi” terimi de bilimsel olarak kabul görmüş ve toplamanın, öldürmenin veya barınaklarda hapsetmenin çözüm oluşturmayacağını gösteren bir gerçek. Bunun yanında yine vakum etkisi sebebiyle insanlara uyum sağlamış hayvanların alınarak, hayvanların devamlı yer değiştirmesine sebep olunmasının zoonoz hastalıkları tam tersine artıracağı yönünde Türk Veteriner Hekimler Birliği ve Türk Tabipler Birliği de açıklamalarda bulundu. Smith, Hartmann, Munteanu, Villa, Quinnell ve Collins’in 2019 tarihli bilimsel araştırması da kısırlaştırma ve geri bırakma yönteminin sokaktaki hayvanların nüfusunu azaltmada büyük bir etkiye sahip olduğunu ve ötanaziden daha sürdürülebilir olduğunu göstermektedir.
Belirttiğim gibi toplayıp barınaklarda tutma ve öldürme zaten yasal olmasa da devam eden bir uygulamaydı ve hayvanların toplu katliamı anlamına gelmekle birlikte hiçbir zaman popülasyonun azalması bakımından işe yaramadı. Tam tersine hayvan sayısı bu sebeple patlama yaptı. Romanya 2013’te popülasyon şikayetlerinin dile getirilmesi ve kamuoyunda tartışma yaratılması açısından Türkiye ile çok benzer bir ülke. Bu tartışmaların sonucunda ne yazık ki Romanya’da hayvanların öldürülmesi yasalaştı ancak popülasyon ile mücadele edilemedi.
Hindistan’ın Jaipur şehrinde kuduz vakaları sebebiyle öncelikle köpeklerin öldürülmesi yöntemi kullanılmış ancak vakaların azalmasına dair bir sonuca ulaşılamamıştır. Bunun üzerine şehirdeki köpeklerin aşılanıp, kısırlaştırılıp, yerine bırakılması yöntemi uygulanmaya başlanmış ve bu yöntemle hem popülasyon azaltılmış hem de kuduz vakalarında ciddi düşüş görülmüştür. Yine 25 milyon köpeğin sokakta yaşadığı Meksika’da da bu yöntemle kuduz vakası sıfıra indirilmiş ve Meksika, Dünya Sağlık Örgütü tarafından kuduz sorununu halk sağlığı sorunu olmaktan çıkaran ilk ülke ilan edilmiştir.
“Burada hayvanlarla kurulan ilişki bir ‘sahiplik’, ‘mülkiyet’ ilişkisinden çok, bir ‘sahip çıkma’ ilişkisi. Bu sebeple Türkiye’nin sosyolojik yapısı hayvanların sokakta yaşaması için, örneğin Hollanda’ya göre daha uygun.”
Dünyanın hiçbir yerinde hayvan sayısı öldürme ile azaltılamamış, üretimin yasaklanmadığı yerlerde sirkülasyon hâlinde hayvanlar barınaklara girip, öldürülüp yerlerini yenisi almış. Bu konuda iyi olarak gösterilebilecek Hollanda örneği ise sokakta yaşayan hayvanların olmamasını Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat metodunun yanında ciddi bir yuvalandırma teşviki ile çözmüş. Bunu, vergi konusunda avantajlar sağlayarak yapmasının yanında, bu konuda değerlendirilmesi gereken bir gerçek daha var. Türkiye kültürel yapısı sebebiyle sokakta yaşayan hayvanları ile ünlü olan bir ülke. Hollanda’da ise hayvan sahiplenmek bir refah göstergesi olduğundan, orada hayvanlara yuva olmak çok yaygın. Oradaki insanlar, hayvanlarla yaşamanın psikolojilerine iyi gelmesi, bunun bir refah göstergesi olması gibi düşüncelerle gelişen kültürle buna yönelmişler. Türkiye’de ise refah seviyesi fark etmeksizin, hayvanların mahalle sakini olması kültürü yerleşik durumda. Bu konuda araştırma yapan akademisyenlerin ve yazarların da sıklıkla ifade ettiği üzere bu hayvanlar hem özgür hem “herkesin” hem de “hiç kimsenin” köpeği. Bu hayvanlarla kurulan ilişki bir “sahiplik”, “mülkiyet” ilişkisinden çok, bir “sahip çıkma” ilişkisi. Bu sebeple Türkiye’nin sosyolojik yapısı da hayvanların sokakta yaşaması için, örneğin Hollanda’ya göre daha uygun.
Türkiye’de, Hollanda’daki kadar yuvalandırma yapılamamasının başka sebepleri de var. Mevcut yasada belediye bakımevlerinin belediye ilan panoları ve internet ortamında sahiplendirme faaliyetlerini etkili bir şekilde yürütmeleri gerektiği ifade edilmiş ise de belediyelerin hemen hemen hiçbirinde sahiplendirme yapmaya yönelik bir çalışma olmadığı bilinmekte; tam tersi, özellikle pandemi döneminden sonra belediye bakımevlerine getirilen ve çoğunlukla haftada dört saati geçmeyen ziyaret süreleri nedeniyle insanların günün herhangi bir saatinde bakımevine gidip sahiplendirme yapmalarına da engel olunmaktadır. Sahiplendirilen kişilerin hayvana hangi koşullarda ve nasıl bakacağı, hayvan sahiplendirilmeye uygun ortamlarının olup olmadığı araştırılmadan, alelade bir şekilde kapıdan girene ve talep eden herkese sahiplendirme yapılabildiğinden, sokağa atılma ve popülasyon artışı sonucuyla karşılaşılmaktadır. Ayrıca kedi köpek mamalarındaki KDV uygulaması da Türkiye’nin mevcut ekonomik koşulları düşünüldüğünde, insanların sahiplenmeden caymasına ve hayvan terklerine neden olmaktadır. Oysa ki burada da temel gıda maddelerine uygulanan %1 KDV uygulanmalıdır.
Yine evinde hayvan bakan kişilere kedi veya köpek olduğuna bakılmaksızın hayvan tahliyesi davaları açılmakta ve apartman veya site yönetim planında hayvan bakılmasını yasaklayan madde olması hâlinde başka hiçbir koşul aranmaksızın hayvanların tahliyesine karar verilmektedir. Bu apartman yönetim planları çoğunlukla 70’li yıllardan kalma matbu, kat sakinlerinin üzerinde müzakere etmediği planlar olmasına rağmen genel işlem koşulları ve kuralları dahi dikkate alınmamaktadır. Sahipli hayvanların belediyelerden sağlık hizmeti alamıyor olması sebebiyle özel veteriner kliniklerine gitmeye mecbur bırakılan insanlar da hayvan sahiplenmekten imtina etmektedir. Ayrıca vatandaşların belediye bakımevlerine kısırlaştırmak üzere götürdüğü sokakta yaşayan kedi ve köpekler, operasyonları tamamlandıktan sonra sahiplendirme formuyla teslim edildiğinden, bu hayvanlar sahiplendirilmiş gibi gösterildiği için gerekçede yer alan tabloda sahiplendirme sayıları fazla görülmektedir ve yanıltıcıdır. Tüm bu hususlar dikkate alınmadan, daha az hayvan ölecekmiş gibi göstermek için sahiplendirme yapılacağının söylenmesi gerçekle uyuşmamaktadır.
Yasada sahiplendirilemeyen hayvanların ötanazisi de düzenlenmiş olup, bu hayvanlardan kastın tehlike arz eden ırklar olduğu düşünülmektedir. Bu hayvanlarla ilgili olarak üretim yasağı, kanunun yürürlüğüyle devreye girmiş olmasına rağmen Tarım ve Orman Bakanlığı’nın merdiven altı üretim konusundaki denetimsizliği nedeniyle hayvanlar rahat bir şekilde üretilmekte, hatta internet üzerinden dahi satılmaya devam etmektedir. Bu hayvanların bakımevlerindeki koşullarının ağırlığı bilinen bir husustur. Dövüşlerde kullanılmaya çalışılan bu hayvanların en uysal olanlarının ve dövüşlerde kazanamayanlarının sokaklara terk edildiği ve bunun önüne geçilemediği bilinmektedir. Tehlike arz eden ırk düzenlemesinin bu sonuçları gözetildiğinde, sokakta yaşayan hayvanlar ile ilgili olarak üretime yasak dahi getirilmeyeceği de düşünüldüğünde; popülasyon sayısının azalacağından, bu hayvanların “bitirileceğinden” bahsedebilmek mümkün görülmemekte, söz konusu düzenlemeler sirkülasyon hâlinde ölümü desteklemektedir. 2021’de tehlike arz eden ırklar için yapılan düzenleme tam da bu yasa teklifinin küçük bir modelidir ve üretimin, satışın, sokağa atılmanın hâlen devam etmesi, bu teklifin popülasyon kontrolünde işe yaramayacağını kanıtlamaktadır.
“Katliam ve yasa yan yana gelebilecek iki kelime olamaz çünkü katliam bir yasa olamaz.”
Yaşam hakkını gasp etmeyi çözüm olarak sunmakla kalmayıp, bu aymazlığı kabul ettirebilen bir zihniyetle mücadele etmenin isyanı, şaşkınlığı ve utancı içindeyiz. Katliam Yasası’nın onaylanmasını takip eden süreçte ülkenin dört bir yanından çeşitli kişi ve kurumlarca uygulanmış vahşet görüntülerine şahit oluyor; şiddet ve işkenceyi meşrulaştıran bu düzenleme karşısında büyük bir öfke, hüzün, devamında da geleceğe dair endişe duyuyoruz. Medyada paylaşılan görsellerle yaşadığımız ani karşılaşmaların bıraktığı duygusal yük epey ağır. Biz yetişkinler, bu koşullarda ruh sağlığımızı koruyabilmek için neler yapabiliriz? Doğrudan ya da dolaylı olarak meseleden haberdar olan çocuklarımıza bu anlamda nasıl yardımcı olabiliriz?
Klinik psikolog, psikanalist Özge Soysal yanıtlıyor:
İnsanileşme yasası, insanın kendisinden başka herhangi bir canlı ve varlıkla olan ilişkisinde saygı mesafesini koruması ve bir diğeriyle olan ilişkisinde ötekinin kendisinden ayrı bir bütünlüğe sahip olduğunu tanıması üzerine kurulu bir temsil yasasıdır. Bunun anlamı yalın olarak şudur: İnsanın kendisi ve çevresiyle olan ilişkilerinde insanileşebilmesi doğal, kendiliğinden bir süreç değildir; tam aksine saygı, yaşamı korumak, fedakârlık, paylaşım, dürüstlük gibi sembolik birtakım değerlerin edinilmesine bağlıdır ve bu değerlerin edinilmesinde de içinde yaşadığımız toplumdaki toplumsal otoritelerin ve aktörlerin tavrı belirleyici bir öneme sahiptir.
İnsanileşme yasasını korumak için çaba göstermemiz hayati çünkü ancak bu sayede insanların birbirlerini ve dünyayı paylaştıkları diğer canlıları yok etmeden, yıkıma uğratmadan yaşayabilecekleri bir atmosfer mümkün olabilir; dahası, soluduğumuz hava da bu sayede bir anlam kazanabilir. İçinde yaşadığımız ortamın saldırganlığa, yıkıcılığa ve türlü yıkıcılıkların sergilenmesine teslim olmaması, toplumsal bağı oluşturan insanileşme yasalarına sadık kalınmasına bağlıdır. Dolayısıyla katliam ve yasa yan yana gelebilecek iki kelime olamaz çünkü katliam bir yasa olamaz.
Yasa, insanın insana, bir diğer canlıya ve çevresine zarar verebileceği, yaşamına kastedeceği vahşiliğinin önüne geçmek için vardır ve ancak bu amaçlarla işlev görebilir. Katliam, bir arada yaşayabilmenin temel koşulu olan insanileşme yasasının yok sayıldığı, yıkımın sıradan, günlük bir olay hâline geldiği, düşmanlığın ve ayrımcılığın körüklendiği, medyaya servis edildiği ve izlenildiği bir toplumsal düzenlenişte ortaya çıkar ki bu da insanların yakın gelecekte insan olmakla ilgili duydukları anlamın ve sorumluluğun tümden çözünmesi gibi hiç istemeyeceğimiz bir aşınmanın gerçekleşmesi demektir.
“İnsan olmamızın koşulu; bir katliamı anlamamak, anlaşılır kılmamak ve sıradanlaştırmamaktır.”
Yapılabilecek şey, öncelikle içinde bulunduğumuz alan ve çalışma ortamımız ne olursa olsun insanlık durumu denen vaziyetin koşullarını hatırlatmak ve aktarmakla ilgili sorumluluk duymaya devam etmektir. Bunu önemsemeliyiz zira vahşi birtakım görüntülere maruz kalmış bir gence ve çocuğa insan ve insanlık dışı olanın ayrımını aktarmakla yükümlüyüz. Bu “bir diğerinin (bu diğeri insan, hayvan, bitki, mekân olabilir) yaşamına kastetmeyeceksin.” gibi olmazsa olmaz, pazarlığı bulunmayan temel toplumsal dayanakları işaret etmemiz anlamına gelir. Bir diğer husus, elbette görüntüleri izlememek ve izletmemektir zira içerik her ne olursa olsun, herhangi bir katliamın görüntüsünde görülebilir, bakılabilir, anlaşılabilir hiçbir şey olamaz; söz konusu olanın insaniyet dışı olduğunu belirtmenin dışında.
Primo Levi, “İkinci dünya savaşını anlamamalıyız.” der ve bu oldukça yerinde, isabetli bir düsturdur. İnsan olmamızın koşulu; bir katliamı anlamamak, anlaşılır kılmamak ve sıradanlaştırmamaktır.
“Henüz birkaç haftasını doldurmuşken, her gün onlarca olay yaşanması, bu yasanın aslında toplumsal çatışmaya hizmet etmek üzere kurgulandığını kanıtlamaktadır.”
Katliam Yasası’nın mecliste onaylanmasıyla birlikte önü açılan şiddet ve cinayet faaliyetlerinin cezalandırılması hakkında bilmemiz gerekenler neler? Tüm bu dehşete itiraz etmek isteyen, sokağında yaşayan köpeğin zarar gördüğüne / yerinden edildiğine tanık olan kişiler, anayasal özgürlükleri çerçevesinde ne tür eylemlerde bulunabilir?
Ankara Barosu Hayvan Hakları Merkezi Başkanı Avukat Tuğba Gürsoy yanıtlıyor:
Hayvana şiddet olayları zaten cezasızlık, soruşturma dosyalarının etkin takip edilmemesi, bu olayların yargı makamları tarafından çoğunlukla önemsenmemesi, 5199 sayılı Kanun hakkında savcılıkların yeterince bilgi sahibi olmaması, Emniyet Müdürlüklerinin Hayvan Durum İzleme birimlerinin yeterince çalışmaması, şikayetçi olma hususunda yetkili birimlerden biri olan il tarım müdürlüklerinin şikayetleri yapmaması, 5199 sayılı Kanun’a uygun olarak hayvan sevgisi ve hayvan haklarına dair yayınlar yapılmaması ve RTÜK tarafından denetlenmemesi ancak bunun karşısında; hayvan korumacılara yönelik baskı, şiddet, haksız ve asılsız para cezaları ile yıldırma politikaları uygulanması, gerçek dışı, ülkemiz dışında olan olayların hayvanları düşmanlaştırarak servis edilmesi ve bu yolla hayvanları insanların düşmanı gibi gösteren bir algı operasyonu yapılması gibi pek çok nedenle giderek artmakta idi.
2 Ağustos’ta Resmî Gazete’de yayımlanarak getirilen ve adil olmayan “yasal” düzenlemeyle ise hayvana şiddet olaylarının bu kısacık zamanda hem belediyelerce hem de bireysel olarak çok arttığını açıkça görüyoruz. Bunun altında yatan nedenin sadece cezasızlık olduğunu söylemek mümkün değildir; yukarıda saydıklarım ise sadece örnektir. Ancak yasal değişiklikten güç aldıklarını görüyoruz ve henüz birkaç haftasını doldurmuşken, her gün onlarca olay yaşanması, bu yasanın aslında toplumsal çatışmaya hizmet etmek üzere kurgulandığını kanıtlamaktadır. Buna karşı öncelikle bilmemiz gereken 5199 sayılı Kanun’un 28/A maddesidir. Buna göre; hayvanlara acımasızca muamelede bulunma, işkence, eziyet, öldürme eylemleri hâlen suçtur ve yargılama gerektirir. Bu nedenle ister belediyeler eliyle, ister bireysel olarak bu fillilere karışmış olsunlar, bu kişilerin yargılanmaları ve cezalandırılmaları gerekir.
“Önceliğimiz, mahalle sakinlerimiz olan hayvanları belediyelere vermemek olmalı.”
Yasal değişiklik hakkında Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açıldı; Anayasa Mahkemesi tarafından yasanın iptal edileceğini düşünüyoruz ancak geçecek sürede hayvanların toplama ve ölüm kampı barınaklara gönderilmemesi de bizim elimizde. Bunun için öncelikle, mahallemizdeki hayvanları tanımak, komşularımız ve esnafımızla örgütlenmek, barınakların hayvanlar için kalıcı yaşam alanları olmadığını ve neden olamayacağını anlatmak, örneklerini göstermek gerekir. Önceliğimiz, mahalle sakinlerimiz olan hayvanları belediyelere vermemek olmalı. Ancak yine de buna engel olamadıysak hayvanı derhâl belediye bakımevinden çıkarmalıyız.
Ayrıca unutmamalıyız ki belediyeler hayvan toplamaya geldiklerinde çoğunlukla bunu anestezik madde ile uyuşturma yöntemiyle yapmaktadır. Göz kararı doz ayarlamak tıbben mümkün olmadığından toplama sırasında ölümlerle sıkça karşılaşmaktayız. Bu uygulamanın sadece veteriner hekim kontrolünde yapılması gerekir; toplama ekiplerinde veteriner hekim olup olmadığını sorma ve olmamasına rağmen bu işlem yapıldı ise savcılığa, ilçe tarım müdürlüklerine şikayetçi olma hakkına sahibiz. Belediye ile böyle bir durumda kaldığınızda, delil elde etmenizi engellemek için “Çekim yapmayacaksın.” deme ihtimalleri çok yüksek. Ancak kamusal alanda, delil toplamak için çekim yapmak yasaya aykırı değildir.
Bu yasaya karşı barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü yapmak yasaldır; bu nedenle yapılan toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde polis engeli ile karşılaşır isek anayasal hakkımız olduğunu hatırlatmakta fayda var. Sonuç olarak; bu yasa yaşam hakkından yana bir biçimde değişene kadar ona karşı olduğumuzu göstermek, bu yasanın neden yaşam hakkını ihlal ettiğini anlatmak, olayların arşivini tutmak ve meclise bu arşivleri sunmak, yasadan sonra gerçekleşmiş can yakan durumları vekillere mail atmak, birebir görüşmeler yapmak, sosyal medya hesaplarımızdan paylaşımlar yaparak konuyu sıcak tutmak, yaşadığımız yerde ya da yakınlarında hayvan hakları alanında çalışan avukatlarla tanışmak ve birlikte hareket etmek gibi özetleyebileceğimiz ve çoğaltabileceğimiz pek çok şeyi hayvanlar için yapabiliriz.
“‘Ben ne yapabilirim?’ sorusuna en etkili yanıt, bir kedi veya köpeğe geçici yuvalık yapmak.”
Katliam Yasası’na bir direniş olarak sahiplenme veya geçici yuva olma bu süreçte neden daha da önemli? Kurtaran Ev’de bu sistem nasıl işliyor? Sizler gibi sahiplendirmeye aracılık eden oluşumların ihtiyaçları, dayanışmaya gönüllü şahıslardan beklentileri neler?
Kurtaran Ev yanıtlıyor:
Kurtaran Ev, yardıma muhtaç hayvanların sahiplendirilene kadar geçici konaklayacağı bir yaşam alanı ve sosyal sorumluluk projesi. Misyonumuz; arazi, orman ve ilçe barınaklarındaki yardıma muhtaç hayvanları koruma altına alıp tedavi, barınma, rehabilitasyon, besleme ve yuvalandırmalarını yaparak mutlu hayatlara kavuşmalarını sağlamak. Derneğimiz gönüllülük prensibiyle işliyor; yaşam alanları, tedaviler ve arazi beslemelerinin bütün masraflarını kendi imkânlarımız ve gelen bağışlarla karşılamaya çalışıyoruz. Geçici yaşam alanları olarak faaliyet göstererek, himayemize alınan her kedi ve köpeğin ömürlük bir yuvaya ulaşması için gayret gösteriyoruz. Aktif sahiplendirme, Kurtaran Ev’i kurma nedenlerimizden biri.
Sahiplendirme prosedürümüz şöyle işliyor: Canlı, dikkat çekici, mutlu görsellerle ilan paylaşıyoruz. Sahiplenmek isteyen adaylara öncelikle detaylı bir başvuru formu doldurtuyoruz. Olumlu değerlendirdiğimiz başvurulara WhatsApp üzerinden mesaj atarak, yazılı bir ön görüşme yapıyoruz. Bu ön görüşmede kişinin yaşam rutinleri ve köpeğin yaşayacağı alanın fiziki şartları konusunda detaylı bilgi alıyoruz. Yaşam şartları başvurduğu köpeğe uygun değilse, bilgi verip, uygun olacak köpeklerimize yönlendiriyoruz. Belirli bir güne randevu verip, yaşam alanımıza çağırıp yüzyüze görüşüyor ve köpeklerimizle tanıştırıyoruz. Sahiplendirmeyi sözleşme imzalatarak yapıyor ve sonrasında da takipte kalıyoruz. Yuvalandığında köpeğin yaşadığı adaptasyon sorunları gibi konularda da mümkün olduğunca destek vermeye devam ediyoruz.
Geçici yuva programımızsa, özellikle yuvalanma ihtimali düşük, cins olmayan köpeklere yönelik. Geçici yuvaya çıkmaları, kalıcı yuva bulma şanslarının artmasını sağlıyor. Ev ortamındaki davranışları ve uyumu, tuvalet eğitimi olup olmadığı, çocuklarla veya kedilerle anlaşıp anlaşamadığı gibi bilgileri edinmek, köpekleri doğru kalıcı yuvalarla eşleştirebilmemize yardımcı oluyor. Ev ortamında çekilen video ve fotoğraflar sahiplendirme ilanlarımızı güçlendiriyor. Geçici yuva programımız ile senelerce yuva bulamamış, engelli, kırma, büyük boy köpeklerimizin ömürlük yuvalarına ulaştığı oldu. Güçlü geçici yuva ağımızla da acil yuva ihtiyacı olan köpekleri yaşam alanımıza almadan geçici yuvalara yerleştirebiliyoruz. Geçici yuvalık yapabilecek adaylar detaylı başvuru formumuzu dolduruyorlar.
Bu dönemde geçici yuvalık yaparak birçok kedi ve köpeğin barınaklara düşmesini engelleyebiliriz. Yani “Ben ne yapabilirim?” sorusuna en etkili yanıt, bir kedi veya köpeğe geçici yuvalık yapmak.
Dernek olarak çalışmalarımızın dört temel ayağı var: Kurtarma, kısırlaştırma, sahiplendirme, bilinçlendirme. Öncelikle uzun süredir ilgilendiğimiz bölgelerdeki köpeklerin beslenmesine ve tedavisine devam ediyoruz; bölgeye kısır olmayan bir köpek geldiğinde, onu hemen kısırlaştırmaya özen gösteriyoruz. Farklı bölgeler için bizden yardım isteyen gönüllüler olabiliyor. Onlara da mama, tedavi ve kısırlaştırma desteği veriyoruz.
İstanbul’da üç farklı lokasyondaki yaşam alanlarımızda 900’den fazla köpek, 300’den fazla kedi, iki eşek ve iki ata barınma sağlıyoruz. Kedi ve köpekleri sahiplendiriyoruz. Köpeklerimize Hadımköy Yaşam Alanı’mızda, kedilerimize Küçükçekmece Kedi Evi’mizde barınma sağlıyoruz. Beşiktaş, Yıldız’da da yeni bir Kedi Sahiplendirme Alanı’mız var.
Yaşam alanlarımızdaki koşulları sürekli iyileştirmek için çalışmalar yapıyoruz. Korumamız altına alınan her hayvan sağlık kontrolüne giriyor ve gereken tedavileri yapılıyor. Tedavi protokolünden sonra temel aşıları ve kısırlaştırılması yapılıyor. Toplu alana alınmadan önce iki hafta karantina sürecinden geçiyorlar. Bulaşıcı hastalıkların önüne geçebilmemiz için karantina sürecine çok önem veriyoruz. Periyodik aşılama ve iç – dış parazit uyguluyoruz. Yasalara uygun bir şekilde çipleme ve kayıt işlemlerini yapıyoruz.
“Bize düzenli destek olmak isteyenler, alanımızda yuva arayan köpeklerden birini seçip onun Koruyucu Meleği oluyorlar.”
Farklı kuruluşlar, okullar ve şirketlerle bir araya gelerek bilinçlendirme çalışmaları ve projeler yapmaya çalışıyoruz. Bir yandan da herhangi bir doğal afet ya da facia olduğunda, dernek olarak bölgeye giderek arama kurtarma çalışmalarına destek olmaya çalışıyor ve bölgeden kurtarılan hayvanlara kapımızı açıyoruz. Özellikle Bartın seli, Manavgat yangını ve 6 – 20 Şubat depremlerinde faaliyet gösterdik.
2022’de Wunderman Thompson reklam şirketinin desteğiyle hazırladığımız ve Kristal Elma Ödülleri’nde Gümüş Elma kazanan Cins Misin kampanyamız için tasarlanan posterlerimiz birçok büyük firma ve okulun bilboardlarında yer buldu. Bu sayede daha çok insana erişebildik. Köpek sahiplendirirken en çok karşılaştığımız sorulardan biri, “Cinsi ne?” oluyor. Bu kampanyayla köpeklerin cinslerinin değil, karakterlerinin önemli olduğunu vurgulamak istedik ve bu kampanya sayesinde “cins” olmayan birçok köpeğimiz yuvalandı.
Koruyucu Melek projemiz uzun süredir devam ediyor. Bize düzenli destek olmak isteyenler, alanımızda yuva arayan köpeklerden birini seçip onun Koruyucu Meleği oluyorlar. Aylık düzenli bağış yaparak, seçtikleri köpeğin bakım masraflarına destek oluyorlar. İsterlerse gelip, o köpekle zaman geçirebiliyorlar.
Katliam Yasası’na karşı Rafineri reklam şirketiyle bir bilinçlendirme çalışması yürüttük. #UyutmaBeni başlığıyla Esmeray’ın “Unutama Beni” şarkısı eşliğinde, sokakta yaşayan köpeklerden görsellerle bir reel çalışması yaptık. Videomuz Instagram’da 6 milyon izlenmeyi geçti. Devamında yuva arayan köpeklerimizle Sertab Erener’in BtcTürk Vadi Sahnesi’ndeki konserinde sahneye çıkarak, videomuzu gösterdik ve Katliam Yasası’na karşı bir metin okuduk. Sertab Erener’e bu platformu bize sunduğu için çok teşekkür ederiz.
“Sokakta yaşayan hayvanlar için her ‘toplama’ bir işkencedir.”
Hayvan hakları üzerine çalışan bir oluşumla henüz herhangi bir bağlantısı bulunmayan; gündemi elinden geldiğince takip edip, itirazlarıyla hayvanları koruyabilmeyi uman bir vatandaş ne tür bireysel önlemler alabilir? Kendi sokağından başlamak ya da daha geniş çaplı topluluklara katılmak üzere hangi adreslere başvurabilir?
Çizer, hayvan hakları savunucusu Aslı Alpar yanıtlıyor:
Sokağınızdaki hayvanseverlerle iletişime geçmek, mahalle örgütlenmeleri varsa katılmak. Eğer tanıdığınız kimse yoksa, şehrinizde örgütlenmek için komsunumnobetteyim.org’da yer alan kent gönüllüsüyle iletişime geçmek iyi olabilir. Bütün bunların amacı sokağınızdaki köpeğin alınmasına engel olmak.
Mahallenizdeki esnafla konuşmak, olası bir toplamada köpeği güvenli bir dükkâna almaya çalışmak yapılabilecekler arasında. Bunun dışında mahallenizdeki köpeklerin küpe numarasını, ayırt edici özelliklerini not edin, fotoğrafını çekin; bu, aksi bir durumda takip için size yardımcı olacaktır.
Diyelim ki özel ya da kamu aracıyla bir köpek toplamasına şahit oluyorsunuz. Öncelikle köpeğin neden alındığını sorun; “ısırma raporu”nu ve görevlinin belediye çalışanı olduğuna dair kimlik göstermesini isteyin.
“Mahallesine alışkın bir köpek için barınaklar hapishanedir.”
Köpeği kurtaramazsanız; ayırt edici bilgilerini not edin, küpe numarasına bakın, nereye götürüldüğünü sorun. Özellikle uyuşturucu madde kullanarak yapılan toplamalarda veteriner hekim olması zorunludur.
Sokakta yaşayan hayvanlar için her “toplama” bir işkencedir. Hayvanlar çoğunlukla kovalanır, paniklettirilir bazen de uyuşturucu iğne atılarak yakalanır ve havasız araçlarla barınaklara götürülür. Mahallesine alışkın bir köpek için barınaklar hapishanedir. Bu sebeple her toplamayı kayda almanızı öneririz.
5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu 28/A maddesine göre bir hayvana eziyet suçtur ve suçu görüntüleyip adli makamlara bildirmek bir haktır.
Toplama – öldürme anına dair video ve fotoğraf alırsanız, bunları kent gruplarınızda, kentinizdeki baronun varsa hayvan hakları merkezleriyle, basın ya da sosyal medyayla paylaşın. Ayrıca bu görüntüleri [email protected] adresine iletmenizi rica ediyoruz.
Hak temelli örgütlere başvurabileceğiniz gibi hayvansever derneklerle de iletişime geçebilirsiniz. Yaşam hakkını savunmak zorunda olduğumuz bu yasaya karşı mücadelede Yaşam İçin Yasa, Dört Ayaklı Şehir, Komşunum Nöbetteyim ya da bazı kentlerdeki (mesela Antalya) vegan topluluklara dâhil olmak iyi olabilir.
Barınaklardaki katliama tanık olan vicdanlı çalışanlar, lütfen [email protected] üzerinden itirafçı olsun. Kimlikleri gizli tutulacak. Bu katliamı onların anlattıkları durdurabilir.
“Bilimselliğin ve rasyonelliğin terk edilmesi ve komploculuğun yasa yapmaya dayanak hâline getirilmesi derin bir siyasal mesaj içerir.”
İktidar, Katliam Yasası üzerinden topluma nasıl bir mesaj vermeye çalışıyor? Yurttaşlar nezdinde onaylanmadığı açıkça görülen bu düzenlemenin akıbetine dair öngörünüz nedir? İtiraz süreci meclis kolunda nasıl ilerleyecek?
DEM Parti Mersin Milletvekili, TBMM Çevre Komisyonu Üyesi Perihan Koca yanıtlıyor:
Katliam yasası geniş itirazlara ve üstelik çok aceleye getirildiği için son derece açıkları, belirsizlikleri olmasına rağmen zor yoluyla geçirildi. Sürecin tamamı göz önüne alındığında, birden çok mesajın bir arada verildiğini söyleyebiliriz.
Birincisi, yasa değişikliği teklifi komisyona gelene kadar kamuoyundan gizlendi. Yüz binlerce sokak hayvanının yaşamını ilgilendiren ve toplumun büyük bir kısmının da yakından takip ettiği bir düzenleme teklifiydi bu ama gizliydi. Birinci mesaj buydu: “Ben toplumu muhatap almadan, kendi siyasal krizlerime uygun yasaları keyfimce yaparım.” diyorlardı.
İkincisi, yasa teklifi baştan sona uydurma ve yalan iddialarla doluydu. Bu iddialara bilimsel iddialar dediler; komplocu hayvan düşmanlarının iddialarını bilimsel veri kabul ettiler. Bu da bir mesajdır; bilimselliğin ve rasyonelliğin terk edilmesi ve komploculuğun yasa yapmaya dayanak hâline getirilmesi derin bir siyasal mesaj içerir. “Ben bilimsel verileri değil, akla izana uymayan verileri baz alırım.” demek halkta büyük bir tedirginlik yaratır.
Üçüncüsü, toplu katliamın önünü açtılar ve yasa öncesi zaten yaşanmakta olan toplu katliamlar daha fazla yaşanır oldu. En sert mesaj bu idi. Toplu köpek mezarları bu topraklarda nefes alıp vermeye çalışan her bir canlı varlığı için bir tehdit içeriyordu. Toplu mezarlara bakınca sadece köpeklere acımazsınız; orada size yönelik olan tehdidi de görürsünüz. Bunu sadece ezilenler anlar. İşçiler, kadınlar, LGBTİ+’lar, çocuklar, Kürtler, Aleviler… Toplumun bir kesimini canavarlaştırmayı bilerek yaparsanız, o toplumun içerisindeki ezilen unsurlara bir mesaj vermiş olursunuz. Yaşam hakkının yasalarla kısıtlanması çok şey ifade eder. Bunu ezilenler çok iyi bilir.
Dördüncüsü, yerel yönetimlerle ilgili mesajdır. Bu tüm muhalefet partileri şahsında olsa da yine topluma verilen bir mesajdır. Bilindiği gibi yasayı uygulamayı reddeden yerel yönetimlerin yöneticilerine hapis cezası öngören bir madde var. 2019 yerel seçimlerinde ağır kayıp yaşayan iktidarın, bu kaybının 2024’teki yerel seçimlerinde kalıcılaşmasına ve üstelik yayılmasına neden olan iniş trendine karşı bir önlem var burada. “Ben toplumun değişim isteğini zor yoluyla bastırırım.” mesajı veriliyor burada. Çok basit komplolar hazırlanarak ya da suç işlemeyi reddeden belediyeleri kriminalize ederek, göze kestirilen her belediye makamı gasp edilebilecek.
“Yasanın uygulanıp uygulanmayacağını halk belirleyecek.”
Yasanın yürürlüğe girmesiyle beraber melez bir durumla karşı karşıya olacağımızı öngörebiliriz. Bir yandan toplu katliamlar başladı. Altındağ’da, Niğde’de gördük örneğini. Muhtemeldir ki henüz ortaya çıkarılmamış birçok vaka vardır. Şimdi yerel yönetimlerin önünde iki seçenek var. Ya hayvan katliamı yapacaklar ya da yasayı yok sayacaklar. Şu anda iki seçenek de uygulanıyor. Burada belirleyici, halkın tepkisi olacaktır.
Yasanın uygulanıp uygulanmayacağını halk belirleyecek. Toplu köpek katliamı başlatan belediyeler marjinalize ediliyor çünkü toplumun çok büyük bir kesimi hayvanların öldürülmesine karşı. İşin bu boyutuyla düşündüğümüz zaman, bu yasanın kapsamlı bir şekilde uygulanması çok da mümkün olmayacaktır. Yasayı uygulamak isteyen belediyeler karşılarında yaşam hakkı savunucularını buluyor. Bu durumun daha da güçlenmesi gerekiyor.
Öte yandan teknik olarak da yasanın uygulanması zaten mümkün değil. Barınak adıyla yumuşatılan hayvan hapishanelerinin kapasiteleri yetersiz. Hayvanların tümünü yakalamak da zor. Yakalama, hapsetme, öldürme hızıyla dışarıdaki hayvanların üreme hızı muhtemelen birbirlerine yakın olacak. Sokakta sürekli bir köpek döngüsü olacak diye tahmin ediyorum. Bu da bitmek bilmeyen bir acı çektirme, öldürme, ölüme terk etme döngüsü anlamına geliyor. Oysa üretim ve ticaret yasağının yanı sıra Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat ilkesi etkin uygulanırsa, fazla olduğu iddia edilen bu popülasyon bir iki sene içerisinde düşecektir.
İtiraz sürecinde mümkün olan her yolu sonuna kadar zorlayacağız. Ama unutulmasın ki biz despotik, baskıcı bir rejim altında yaşıyoruz. Dolayısıyla yasamanın, yürütmenin ve yargının organize bir şekilde yaşam karşıtı olduğu bir yerde bizim tek umudumuz konuyu AYM’ye taşımak olmamalı. Halkın meşru tepkisi asıl değiştirici ve tayin edici güç olacaktır. Bu anlamıyla yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. Katliam Yasası gündeme geldiği andan itibaren sokakta yaşam hakkı üzerinden tepkisini gösteren halk gerçeği, aynı zamanda yeni bir yurttaşlık bilincini yeşertiyor. Bu bilinci kalıcılaştırmak, ona gövde kazandırmak gerek.
Siyasi iktidar yıldan yıla yurttaşlık hukukunu, bilincini tümüyle tasfiye ederek, kendi tebaasını yaratma gayretiyle hareket etti ve halk olma, yurttaş olma bilincini tümüyle silikleştirerek, rejimin önündeki engelleri tam da buradan kaldırmak istedi. O yüzden şimdi açığa çıkan yurttaşlık tepkisi çok kritik ve hayati bir anlam taşıyor. Bunu örgütlü bir kuvvete dönüştürmek gerekiyor. Esas değiştirici, dönüştürücü, belirleyici güç bu. Yoksa anayasa mahkemesi, yargı, parlamento organlarını tanımayan bir iktidar gerçeği ile karşı karşıyayız. En son Can Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesi, AYM kararı ve hemen sonrası olağanüstü oturumla açılan TBMM genel kurulunda yaşadıklarımız ortada.
“Toplumun ne olduğunu bilmeden sokak köpeklerini kaybettiği bir süreçle karşı karşıyayız.”
Tahakkümcü zihniyetler neden hayvanların yakasına yapışır? Bugünlerde şiddet, sermaye ve adaletsizlik üçgeninin ortasında katliamı yasallaştıran bir düzenlemeyle sınanıyoruz. Kim ne derse desin, bu canlarla yüzyıllardır birlikte yaşayabildik; üstelik birbirimize uzak durmadan, bir ihtimam kültürü geliştirerek. Bu konuyu yıllardır çalışan biri olarak, yüz yıl öncenin Hayırsız Ada olaylarından bugüne ve yakın geleceğe toplumsal hafıza üzerinden bakmak size neler düşündürüyor?
Dört Ayaklı Şehir Koordinatörü Dr. Mine Yıldırım yanıtlıyor:
Türkiye’de hayvanların yaşamlarının mutlak olarak korunması bugüne kadar kanun çerçevesinin dışında bırakılmıştır. Bugün artık tamamen değişen koruma sistematiğinde, ortadan kaldırılmış olan 5199 nolu kanunda hayvanların korunmasına ilişkin maddeler vardı. Örneğin Kısırlaştır – Aşılat – Yerinde yaşat gibi kuvvetli yönleri vardı ancak hayvanlara yönelik şiddeti ceza kapsamına almaması ya da bu şiddetin denetimine ilişkin maddelerin muğlaklığı ve zayıflığı nedeniyle tam bir koruma kalkanı oluşturamıyordu. Bugün mevcut yasayla, devlet eliyle hayvanlar üzerindeki şiddetin yasallaştığını ilk kez görüyoruz. Bugünkü yasanın korkunçluğu, Katliam Yasası olarak anılmasının temel nedeni de bu.
Peki hayvanlar neden bugüne kadar kanun dışında bırakılmıştı; neden bugün yasa eliyle işlenecek bir katliamın hedefindeler? Burada tahakkümcü zihniyetler ya da otoriter rejimler ya da bütün hakların ve adalet sorunlarının askıya alındığı baskıcı rejimler açısından hayvanların devletin varlığıyla, korumasıyla değil; bir tür yokluğuyla var olduğunu görüyoruz. Devlet, hayvanları yok ederek; hayvanların hiçe sayılan, hakları tanınmayan, yasa kapsamına alınmayan varlıklarının üzerindeki yıkıcı etkisiyle kendi gücünü, adalet düzenini, şiddet düzenini tahsis ediyor ve tahkim ediyor. Bir şekilde rejim; en dışarıdaki, en kırılgan gruplar, en zayıf olan, en yaralanabilir olan varlıklar üzerindeki düşmanca, dışlayıcı, suçlulaştırıcı söylemleriyle bir tür ideolojik tahakküm sağlıyor.
İktidarın; ülkede giderek büyüyen, milyonlarca insanı kapsayan, yoksulluk sınırında yaşayan alt sınıflara verecek ekonomik vaadi, yaratacak beklentisi, ideolojisini konumlandıracağı hayal ve arzu rejimi / dünyası giderek zayıfladıkça şiddet, linç, katliam gibi duygularla bir tür kan gösterisi ortaya çıkıyor. Hayvanlar ve en kırılgan gruplarsa devletin aşırı gücünü, zulmünü göstererek ortaklaştırdığı; toplumu da özellikle en alt kesimleri, en yoksulları bir kitle hâline getirerek yönelttiği bir düşmanlığın alıcısı oluyor. Bunu Batı’daki sağ rejimlerde sığınmacılarda, LGBTİ+ bireylerde görürüz. Toplumun farklı kesimleri tarafından düşmanlık beslemesi “uygun” görülen kesimlerde… Türkiye’de bu halkaya bir de hayvanlar eklendi. Bu birinci kısmı.
İkinci kısmı ise siyaset bilimi teorisi açısından değerlendirilebilecek bir yaklaşım. Türkiye’ye özgü şöyle bir motivasyon olduğunu düşünüyorum: Türkiye’de sokak hayvanları toplumdaki dayanışma ilişkilerini ve bir arada yaşam koşullarını tutan, artık az sayıdaki toplumsal ilişkilerin temelinde duran varlıklarımızdan bir tanesi. Toplumu bir arada tutan, o kohezyonu sağlayan; mahalle kültürünü, bir tür topluluğa ait olma duygusunu dışlayıcı olmadan, şiddet içermeden, barışçıl, sağlıklı bir şekilde ayakta tutan yegâne varlıklar aslında. Bu coğafyaya has; hayvanları koruma kollama, yaşatma, onları merak etme, onlara bakım sunma, onlara ihtimam gösterme kültürünün de taşıyıcısı varlıklar. Siz böylesine kuvvetli bir ilişkiyi, yüzyıllardır birlikte yaşanan hayvanı ortadan kaldırmaya yeltendiğinizde yalnızca hayvanları değil; aynı zamanda bu bir arada yaşama, dayanışma, insanın hayvandan radikal ve temel anlamdaki farklarını koruma ilişkileri içerisinde taşıyan varlıkları da ortadan kaldırmış olursunuz.
Türkiye’de yasa koyucular, sokak hayvanlarını yok etme yasası çıkararak, toplumdaki bir ilişkiyi de katletmeye hazırlandıklarını açıklamış oldular. Bu çok önemli ve soru her zaman şu: Peki niçin istiyorlar bunu? Türkiye’de adaletin, bir arada yaşamın en önemli halkalarından, o görünmez, son derece kırılgan ama dirençli, gündelik hayatın içindeki hareketli canlılar olan bu hayvanları ortadan kaldırmayı niçin istiyorlar? Türkiye’de temel adalet duygusunu sarsmak ve bir tür şiddet rejimini başka bir düzeyde, yaşadığımızdan daha da ileri düzeyde tahkim etmek için istiyorlar. Bunun için de özellikle alt sınıflar arasında bir düşmanlık ilişkisinin yeni ötekisi, yeni hedefi; öfkeyi, hınç duygularını yöneltebilecekleri yeni bir başkası olarak topluma hayvanları sunuyorlar. Hayvanlara düşmanlık üzerinden konsolide edilen, etmeye kalkılan bir ilişki, şiddetin tamamen atmosferik hâle geldiği bir rejim sunuyorlar.
Ülkemizde zaten vahim bir boyuta ulaşmış olan toplumsal şiddetin; kadınlara, çocuklara, engellilere, LGBTİ+ bireylere yönelik, bütün kırılgan gruplara yönelik hem sistematik, devlet tarafından orkestre edilen yapısal şiddetin hem de şimdi yine devlet tarafından orkestre edilen bireysel şiddetin önünü kontrol edilemeyecek biçimde açmış olmayı hedeflediklerini düşünüyorum.
“Hayırsız Ada sonrasındaki döneme baktığımızda, Cumhuriyet’in ilk yüzyılı boyunca hayvanlara yönelik şiddet pratiklerinin değişerek, evrilerek, maalesef birbirini besleyerek sürdüğünü görürüz. Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli yükseliş ve inişlerle, hayvanları öldürmek üzerine türlü usuller geliştirerek, farklı yöntemlerin denendiğini görürüz.”
1910 yılında 80 binden fazla köpeğin İstanbul’un en küçük, meskûn olmayan, en uzak adası Sivriada’ya (Oxeia) sürgün edilerek ölüme terk edilmesini anlatan Hayırsız Ada Vakası, hayvanlara dair bir dönüm noktası; hayvanlarla insanlar arası ilişkilerde de bir dönüm noktası, bir felaket. Bu anlamıyla bir katastrof. Bu, toplumsal hafızada da ciddi bir dönüm noktası. Tarihçilerin geleneksel dönem adını verdiği modernleşme öncesi dönemden farklı olarak köpeklerin devlet tarafından değil, tamamen toplumsal ilişkilerle korunaklı yaşamlarına, hareketlerine, gündelik hayattaki yerlerine vurulmuş bir darbe Hayırsız Ada Vakası. Çok ciddi bir kopuş; gelenekten kopuş. Sevgili hocam Ekrem Işın’ın deyimiyle köpeklerin yaşamını kuşatan koruma halesini kırarak başka bir şeye dönüştüren, tahrif eden, kırıp bozan bir referans noktası. Bu yalnızca tarih yazımında değil, aynı zamanda toplumsal hafıza için de bir dönüm noktası.
Bugün Türkiye’de hayvanların sürgün edildiği, yerinden edildiği, yok edildiği her noktayı benzetmek için toplumsal muhalefet, hayvan severler, hayvan hakları savunucuları Hayırsız Ada metaforunu kullanırlar ve bu çok doğrudur; bunu dile yerleştirmeyi hayvan hakları mücadelesi başardı. Çünkü yalnızca doğrudan silah kullanmak ya da ötanazi altında uyutmak değil, yerinden etmek de hayvanları bir tür ölüme terk etmektir. Özellikle köpek gibi meskûn mahalde insanla birlikte yaşamış, kamusal alana alışık; insan yaşamıyla, kamusal hareketlilikle birlikte evrimleşmiş hayvanlar için yerinden etmek bir tür öldürmedir. Yavaş ve faili gizleyen bir öldürmedir. Dolayısıyla Hayırsız Ada metaforu toplumsal hafızada uzak bir sürgün yeri olduğu kadar; hayvanların, tabiri caizse gözden uzak, gönülden uzak öldürüldüğü barınaklar, atıldıkları otoyol inşaatları ya da ormanlık alanlar, sürgün edildikleri tüm alanları anlatmak için de bir referans olarak kullanılır.
Hayırsız Ada sonrasındaki döneme baktığımızda ise Cumhuriyet’in ilk yüzyılı boyunca hayvanlara yönelik şiddet pratiklerinin değişerek, evrilerek, maalesef birbirini besleyerek sürdüğünü görürüz. Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli yükseliş ve inişlerle, hayvanları öldürmek üzerine türlü usuller geliştirerek, farklı yöntemlerin denendiğini görürüz. Bugün ise en yaygın yöntem, hayvanları barınak adı verilen, 90’lı yılların sonunda ortaya çıkmış mekânsal tasarımlara kapatarak; insanların bilmediği, kamu denetiminden, gözden uzak şekillerde, insanları tanık etmeden öldürmek.
Hayvan popülasyonu yönetiminde ve insan – hayvan, toplum – hayvan, sokak hayvanı – devlet ilişkisinde en egemen model bu. Toplumsal hafızaya dair bu tür bir görünürlük siyaseti çok ciddi bir darbe aslında. Yani toplumun hafızasızlaştırıldığı; hayvanların şiddet görmüş ve sürgün edilmiş hâllerinin toplumun tanıklığında değil, toplumun uzaktan seyirci kaldığı bir biçimde gerçekleştiği; daha önce dilde olmayan, kullanılmayan “ötanazi” gibi, “uyutma” gibi aslında öldürmenin hüsnütabirleri olan kelimelerle ifade edildiği; toplumun ne olduğunu bilmeden sokak köpeklerini kaybettiği bir süreçle karşı karşıyayız.
Bu, hafızayı nasıl etkileyecek? Devlet eliyle, yasa eliyle böyle bir katliamın yapıldığı bu dönem tarih kitaplarına, tarih yazımına çoktan geçti tabii. Toplumsal hafızada da bütün toplumda infial yaratan bir süreç olarak okuyacağız, konuşacağız bunu. Fakat toplumsal hafızanın bir olay karşısındaki gücü her zaman o tarih yazımını dönüştürür ve şerh düşerek toplumdaki görünmeyen aktörlere; başta sesi çıkmayan, kendini temsil edemeyen, kendi tarihini yazmayan, yazamayan kesimler olmak üzere önce hayvanlara, daha sonra koruma ilişkilerine yer açma işlevi vardır. Toplumsal hafıza buna yönelir, bunu canlı tutar. Ama Türkiye’de maalesef devlet eliyle yayılan şiddet dalgası; şimdiki AKP iktidarının 2024 yılında yasa eliyle yol açtığı katliam; hayvanlara, kamuya karşı işlediği suç öyle bir noktaya gelmiş ki toplumsal hafızanın artık tarihi, olayın dinamiklerini anlamaya, çözümlemeye, analiz etmeye fırsat bırakmadan, peş peşe yaşanmış travmalar hâlinde şekillendiğini görüyoruz.
Unutuyoruz aslında; bütün bu toplumsal hafızada bir zayıflama oluyor. Bize “Bir daha asla!” dedirtecek toplumsal hafızadan doğan bir muhalefetin önü de kesilmiş oluyor bu peş peşe şoklar ve travmalarla. Neoliberal iktidarların ya da tahakkümcü zihniyetlerin -adına ne derseniz deyin- toplumu şok ederek ehlileştirmesi, muhalefeti bastırması; şiddeti kullanarak şiddet tekelini daha fazla büyütmesi; bunların her biri çok ciddi problemler. Bugün köpekler üzerinden karşı karşıya kaldığımız tam da bu.
Gelecekte de biz bu dönemleri bir moment olarak hatırlıyoruz ama aradaki sürekliliği tutmaya ihtiyacımız var. Hayvanlara yönelik şiddetin takibi, “Mahalledeki hayvanlara ne oldu?”dan başlayarak, “Ülkedeki hayvanları koruyan yasa nasıl evrildi?” gibi sorulara dair çok düşünmeye, konuşmaya, bunları yazmaya; akademik, entelektüel ve toplumsal olarak o hafızayı canlı tutmaya çok ihtiyacımız var bu hayvanları yaşatmak için. Ancak o hafızayı koruyarak bu hayvanların gelecekteki yaşamlarını, gelecek ihtimallerini canlı tutabiliriz. Hayvanların yeri toplumsal hafızada silikleştikçe; gelecekleri, yaşamları da silikleşiyor aslında. Bunun da çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Giriş fotoğrafı: Kara surları dışında sokak köpekleri. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün izniyle.