Kentsel dönüşüm eşliğinde bir geçmişe tutunma hikâyesi anlatırken, babasına çeviriyor kamerasını Aslı Özge. Kayıp, yas, aidiyet başlıklarının etrafında gezinerek veriyor mücadelesini, değişim rüzgarının ortasında. Faruk, yıkıntıların arasında bir yerde nefes almaya çalışıyor. Yönetmen, Faruk’un her bir soluğunu bir film izleme bilincinde sunarken, gerçek ile kurgu birbirine karışıyor. Vakit ilerledikçe neyin gerçek neyin kurgu olduğu da önemini yitiriyor. Faruk ve temsil ettiklerinin takibinde hem güldüren hem de hüzünlendiren bir yolculuk başlıyor böylece.
Prömiyerini Berlinale’de yapıp FIPRESCI Ödülü’ne layık görülen Faruk filmi, İstanbul Film Festivali gösterimlerinin ardından MUBI kütüphanesine giriş yaptı. Bu vesileyle yazar – yönetmen Aslı Özge ile filmine dair sohbet etmek üzere buluştuk. Kendisinin ve Faruk Özge’nin deneyimlerini dinleyip, aklımızdaki soruların yanıtlarını aldık.
“İnsan, hayatta en korktuğu şeyleri ne kadar ertelerse, yüzleşme süreci de o kadar zor oluyor.”
Evden taşınmayı “yenilik” olarak gören Nurdan Hanım, filmin henüz başında “Senelerin yükünü omuzlarınızda taşıyorsunuz. Atın bunların hepsini.” diyerek tavsiye veriyor Faruk’a. Filmlerinde aile bireyleriyle yüzleşen, daha kişisel konulara yönelen yönetmenler bende hep omuzlarında taşıdıkları yükleri azaltmak istiyor izlenimi uyandırıyor. Senin bu filmi çekerken omuzlarından atmak istediğin yük neydi?
Çok genç yaşta annesini kaybetmiş biri olarak “yaşlılık ve kayıp” diyebilirim. Zamanla beraber bir şeylerin yok olup gitmesi, değişimin hem dışarda hem evin içinde hem de bedensel olarak etkileri, onca kayıp duygusu ve biraz da melankoli… Bütün bunları barındırdığı için sadece bir kentsel dönüşüm meselesinden daha fazlası benim için Faruk. Babamın yaşının 90 üstünde oluşu, çekimlerin çok uzun süreye yayılması ve aramızdaki güçlü bağ; izlerini filme bırakıyor. Aslında annem de hatta çocukluğum da var filmde, yalnızca kentsel dönüşüm ve baba – kız hikâyesi yok. Baba – kız hikâyesi derken; bu benim için Aslı’nın ve Faruk’un kurmaca versiyonu elbette. Filmde gerçek Aslı – Faruk ilişkisinin dışında bir ilişki görüyoruz çünkü bir hibrit filmden söz ediyoruz aslında, bir belgeselden değil.
Faruk’un kentsel dönüşüm merkezinde çektiğin ikinci uzun metraj olduğunu düşünürsek, bu temanın sendeki karşılığı nedir? Kara Kutu ile başlayan bu seçim, ilk hangi duygular ve düşünsel süreçlerle film olma yolunda şekillendi?
Son iki filmde kentsel dönüşüm teması işleniyormuş gibi görünebilir ama Köprüdekiler de aslında bu kapsama giriyor. Köprüdekiler’de Umut ile Cemile’nin en önemli konusu, yeni bir eve taşınmaktı. Berlin’de çektiğim bir filmim daha var ayrıca: Biraz Nisan. Bu film de dâhil olmak üzere sürekli ev arama, bir yere ait olma, aidiyetini sorgulama ve yeni bir eve taşınma konularını işledim. Bazı şeylerin, bir geçmişin sona ermesi yeni bir başlangıç da demek olduğu için o “arada olma” durumu bütün filmlerimde mevcut. Hayatboyu’nda da Ansızın’da da var, beni hep ilgilendirdi.
Evet, kentsel dönüşüm meselesi son iki filmim Kara Kutu ve Faruk’da özellikle öne çıktı. Ev arayışı günümüzde bir güç savaşı hâline gelmiş durumda. Bir emlakçı veya müteahhit birdenbire sizden daha üstün bir konumda duruyor karşınızda. Süreç; sizin o insanlardan sürekli bir şey istediğiniz, sanki bir iş görüşmesinde bir yere başvuruyormuş gibi kendinizi beğendirmeye çalıştığınız, kimi zaman bir evi alabilmek için kendinizi olduğunuzdan daha iyi göstermeye çalıştığınız bir alan hâline geldi. Dolayısıyla bir güç savaşı var ve günlük hayata inanılmaz derecede sızmış durumda. Bu sayede küçük imparatorluklar kurulmuş oluyor. Aslında Kara Kutu’da bu mesela daha detaylı işleniyor; üç binanın yer aldığı avlunun sahibi emlakçı, aynı zamanda da mal sahibi. Herkes onun etrafında pozisyon alarak kendine yer bulmaya çalışıyor. Aynı şey kentsel dönüşümde de geçerli. Sürekli olarak şehirlerin merkezinden atılan, eskiden o merkezlerin sahibi olan bir grup var. Bu grup, orta yaş ve üzeri olan insanlardan oluşuyor ve yeni oluşan ultra lüks konut sisteminde emekli maaşlarıyla artık tutunamıyorlar. Bunun sonucunda da yavaş yavaş şehir dışına itiliyorlar. Bir güç kaybı var burada da aslında. Gücü elinde tutma meselesi, beni her anlamda ilgilendiriyor dolayısıyla.
Yaş almış bir karakterin başrol olduğu bir filmle, kaçınılmaz olarak “ölüm” üzerine de düşünmeye başlıyoruz. Film boyunca ölüm, görünmez bir yan karaktere dönüşüyor. Faruk’un “ölüp gitmek üzere” olduğu dahi hatırlatılıyor bizlere. Metroda öldüğü fark edilmeyen adamın yalnızlığı da eklenince ölüm ve yalnızlık temasının buluşması iyice öne çıkıyor. Baş karakterin senin için önemi düşünülünce, ele alınması oldukça zor olabilecek bu temaları işlemek nasıl hissettirdi?
Bu soru ilk soru ile bağlantılı aslında. İnsan, hayatta en korktuğu şeyleri ne kadar ertelerse, yüzleşme süreci de o kadar zor oluyor. Ben çok genç yaşta tecrübe ettiğim için ölüm ve kayıp meselesi üzerimde kara bir bulut gibi duruyor. Annemi kaybettikten sonra babamın beni yetiştirmesi ve bizim çok yakın bir baba – kız ilişkisi içerisinde oluşumuz, benim için çok özel bir durum tabii ki. Film boyunca da fark ettiğim şey şu oldu: Filmin çekimleri uzun bir sürece yayıldı ve babam çekim süresince filmi çok sahiplendi. Kendisini buna o kadar adapte etti ki bir anlamda hayata devam etmesinin amacı gibi oldu. Ben de uzun süre boyunca filmi bitirmek istemedim. Emre, “Hadi gel yürüyüş yapalım.” dediğinde babam normalde “Nereye gideceğiz? Gelmek istemiyorum.” derdi. “Kamera var, çekim yapacağız.” dediğimizde ise hemen hangi gömleğini giyeceğini, nasıl daha iyi olacağını düşünerek hayata karşı canlılık belirtisi gösteriyordu. Motivasyonu artıyordu. Böylece biz onunla beraber olduğumuz her zaman kamerayı yanımıza aldık. Bu sebepten ben de filmi bitirmek istemedim. “Bu filmi hiç bitirmeyeceğim, hep çekeceğiz ve film bitmediği sürece babam hep hayatta kalacak” gibi tuhaf inançlara kapılmaya başlamıştım. Gizli gizli kendi içimde yaşadım bunları. En son artık babam geçen sene “Ya artık benim film bitmeyecek mi?” dediği zaman bu durumdan kendimi kurtarmalıyım diye düşündüm. Ona, kendi emeğini seyirciyle izleme fırsatı tanımalıydım ve öyle bitirmeye karar verdim. Onun için de mutluyum çünkü İstanbul Film Festivali’ndeki iki gösterime de katıldı. Seyirci ile buluştu. Fas’ta bir festivalde En İyi Erkek Oyuncu seçildi. 96 yaşında En İyi Erkek Oyuncu ödülü alan az sayıda kişiden biridir belki de.
Sahnelerin çekimlerinin defalarca tekrarlanması gerektiği göz önünde bulundurunca, yaş almış bir oyuncuyla çalışmak nasıl bir deneyimdi? Faruk’un çekmekte zorlandığı veya çekmek istemediği sahneler oldu mu?
Evet çoğu şey tekrarlandı, aslında tekrarlanmayan sahne çok az. Faruk’un hiçbir zaman “Ben bunu yapmam.” ya da “Şunu yaparım.” gibi bir sözü olmadı. Mesela bir fantezi sahnesi vardı. Genç bir kadının ve babamın soyunduğu bir sahne bu. Bana hep “Çok güzel bir hanım olursa ben bu filmde oynamak isterim.” demişti. Ben de ona söz vermiştim ve sözümü tuttum. O sahneyi yedi tekrar çektikten sonra yeterli olduğunu söyledim. Babam hemen tepki göstererek “Olur olmaz her şeye 30-40 tekrar çekiyorsun da bu şimdi oldu mu hemen?” dedi. Hatta bunu filme de koydum.
Yalnız babam hiçbir zaman hasta olduğunu göstermez ve söylemez, hep iyi olduğunu söyler. Çekimlerde yüzünde bir rahatsızlık gördüğüm zaman Emre’ye “Galiba beli ağrıyor yine ve daha fazla burada oturamayacak. Bir şekilde onu yollasak iyi olur.” diyordum. Emre ve çekim ekibi ise bana bakıp “Faruk başrolde, o giderse çekim mi iptal olacak o hâlde?” gibi sorular soruyordu. Yani bu anlamda zaman zaman arada kaldım.
Seyir boyunca, duyguların samimiyetine en yaklaştığımız anlarda dahi bir film izlediğimizi unutmamıza izin vermiyorsun. Tür ve yapısal anlamda verdiğin kararların, seyirci ile olan iletişimde nasıl bir sonuca varmasını istedin?
Sinema dili açısından istediğim yere getirebilmek için filmi uzun süre montajladım. Bir türlü bitip bitmediğinden emin olamıyordum, ta ki geçen sene filme Aslı’nın filmini de katmaya karar verene kadar… Aslı için de neyin önemli olduğunu anlatmaya karar verdiğimde, film dengeye oturmuş oldu. Faruk geçmişine tutunuyor ve onu kaybetmek istemiyor, Aslı ise geleceği için mücadele ediyor. Dolayısıyla ikisinin bu çarpışmasını ve ikisi için de neyin değerli olduğu meselesini gündeme getirip filmin içine yerleştirebildiğimde, o zaman film diliyle ilgili Köprüdekiler’de yaptığım şeyi bir ileri götürebildiğimi düşündüm. Gerçek ile kurgunun biraz daha birbirine karıştığı noktada, işleri biraz daha bulanıklaştıracağımı düşündüm. Acaba seyirciye gerçekten “Bakın şu an seyrettiğiniz şey gerçek değil. İşte klaket burada ve Aslı babasına oynamasını söylüyor. Aslı tekrar durduruyor ve tekrar oynanıyor.” dediğimde, seyirci yine de Faruk ile beraber gidecek miydi? Bunun aslında bu şekilde olmadığını sürekli söylememe rağmen Faruk’un başına gelenlere üzülecek miydi? Bence sinemanın büyüsü bu. Öyle olduğunu bildiğimiz hâlde biz yine de o karaktere inanıyoruz ve onun derdine ortak oluyoruz.
Film çekmenin maddi zorlukları üzerine onca sözün ardından, finali hem çok sevdiğimi hem de buruk hissettiğimi söyleyebilirim. Kurgusal Aslı’da durum böyleyken; film çekmenin yarattığı maddi yükler, senin filmlerini ne şekilde etkiliyor?
İnsan belki de hayatta en büyük darbeyi ailesi ve yakınlarından alıyor. Maddi problemler sadece filmciler için geçerli değil. Ekonomik sorunlar ortada. Gençlerin geleceği belirsiz. Benim bir ayağım da Berlin’de olduğu için biraz daha fazla kaynak seçeneği oluyor ama esas sorun finansman sürecinin çok uzaması. Finansmanın ne kadar süreceğini hesaplayamıyorsunuz ve bu tarz filmleri yapmak hem dünyada hem de Türkiye’de gitgide zorlaşıyor.
Faruk 96 yaşında 29. Tetouan Akdeniz Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandı. Bu süreç senden bağımsız Faruk için nasıl geçti? Filmi ilk izlediğinde tepkisi nasıl oldu?
Filmi aslında sürekli olarak izliyordu. Biz arada ufak ufak montajlar yaptığımızda ya da yanımda olduğunda sürekli izletiyordum. Filme çok aşinaydı. İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimde babamın yanında oturdum. İki gösterimde de izlemek istedi ve ikisinde de hiç konuşmadan, bana hiç tepki vermeden gerçekten büyük bir dikkatle izledi. Ödül aldığını söylediğimde ise “Allah Allah!” dedi. Zaten kendisini övmeyi ve ön plana çıkarmayı seven biri değildir. Dolayısıyla da “Ben bir şey yapmadım ki, sen ne söylersen onu yaptım.” dedi. Bunu hoş bir anı olarak kabul etti ama eğer imkân olsaydı ve ben bu filmi 10 yıl önce yapmış olsaydım, bence film yapmaya devam ederdi.
Filmi çektikten sonra baban ile ilişkinde değişimler oldu mu?
Biz zaten çok yakındık, ancak bende olmayan ama onda olan bazı özelliklerini farkettim. Mizahi tarafını zaten biliyordum ve filme de koydum. Ama hayattaki geçici şeyler için kendini üzmediğini ve kendini akışa bırakabildiğini film sürecinde iyice gördüm. Filmde de hatta var, ben babamı arıyorum ve film için beklediğimiz bir fondan cevap gelmediğini söylüyorum; “Herhalde bir zamanı vardır.” diyor babam da. Benden farklı olarak neden, niçin, nasıl diye çok fazla sorgulamıyor. Bu anlamda ondan öğrenecek çok şeyim var hâlâ.