“Sonra bir bakıyorsun, herkes seni seviyor ama kimse senden hoşlanmıyor.”
İnsanların neye üzüleceklerine karar vermeyi çok seviyoruz. “Şuna üzülme, çok ayıp.” diyoruz; “Bu havalı; buna sevinebilirsin.” diyoruz. En kötüsü de bir yerde bir üzgün görünce ya bir depar havliyle kaçıyoruz ya da onu daha çok üzmek için üstüne koşuyoruz. Düşküne bayılıyoruz; üzgünden kaçıyoruz. Düşkünü seviyoruz çünkü onun canı sıkkın, kıyamam, kolay kolay da toparlayamaz, rölantide takılsın işte. Üzgünden soğuduk çünkü bizi de üzebilir. Çünkü anlatacak. Çünkü o da biliyor; durumu iyi değil ama bir sebebi var. Biz o sebebi öğrenmek istemiyoruz çünkü biz de üzgünüz ve bir şekilde bunu etrafa belli etmemeyi başarmışız. Kimseye girebileceği ve bizi daha fazla üzebileceği bir çatlak bırakmamışız.
Düşen herkesin bir çelmesi varsa, üzgünün de üzeni var işte.
BoJack, arkadaş çevresindeki biraz empati sahibi herkesi kolayca girdabına çekebilecek kadar tehlikeli bir üzgün. O yüzden ne yapıyoruz, onu görünce arkamızı dönüp kaçıyoruz. İtliğimizden değil, başımıza geleceği biliyoruz. Bize kendi üzüntümüzü hatırlatmasından korkuyoruz. Birini anlamak bulaşıcıdır ve bağımlılık yapar; yıkar, asar, dolaba kaldırır. Bu yüzden ne zaman bir yerde bir üzgün görsek, “O öyle üzgün iyi işte.” diyoruz; acısını tartmadan yorum yapmak, anlamaktan daha kolay geliyor. Çünkü anlarsak benzetiriz, benzetirsek anlatırız, anlatırsak da benzetirler. Ödümüz kopuyor arkamızdan üzgün diyecekler diye; hâlbuki herkesin Spotify’ında favori bir Güllü şarkısı bulunuyor.
“Boktan biri olduğunun farkında olmak seni daha az boktan biri yapmıyor.”
Hiçbir mutluluk, gerçekleşene kadar yaşattığı sıkıntıyı telafi etmez. Bu havalı cümleler de bizi bir yere götürmez ama bazen biraz pışpış iyidir; gözü kesen ninni de dinleyebilir. BoJack yaralarını bu cümlelerle sarıp kendisini tutmayacağı öğütlerle mumyalayadursun; diğer karakterler yol alıyor, ilerliyor. Hepsi bir hedef koyuyor; kimisi başarıyor, kimisi başaramıyor, tadını çıkarıyor ve devam ediyorlar. Hiçbir yere ait hissedemeyen BoJack’imiz ise süreçlere de ısınamıyor, sonuçlarla da barışamıyor. Temelde baktığımızda, aslında çocukken istediği her şeyi başarmış bir karakter; koyduğu hiçbir hedeften umduğu hazzı alamamaktan muzdarip. Ne zaman bir şey güzel gitse, o güzelliğe alışık olmadığı için sıçıp batırması da işte bundan. Sevgiye alışmakla ilgili; maruz kaldığı sevgiyle ne yapabileceğine ve en önemlisi ne yapamayacağına dair bazı problemleri var.
Ona “Sen BoJack Horseman’sın; bunun bir tedavisi yok.” diyen bir annesi var; babası için her şey ondan sonra kötüye gitmiş. Ailesi her günden bir gün, sarhoş olmuş ve salonda sızmış. Yavru BoJack, denizci kostümüyle annesi belki onu görür ve sever diye hazır kıta bekliyor. Sonra bakıyor ki yeteri kadar yetersiz hissettirilmiş, kabahat onda, kendisine. “O zaman uyum sağlamalıyım.” diyor, yarım kalan şişelerden birini kafasına dikiyor ve annesinin koynuna girip uyuyor. Sonunda ailecek bir aradalar.
O artık aileden biri.
BoJack artık aileden biri.
“Sen bozuk doğdun, senin mirasın da bu.”
Kendi yaralarımızla bağlarımızı kuvvetlendiren BoJack ve dostlarıyla tanışalı 10 yıl olmuş. 22 Ağustos 2014’te yayımlanan ilk bölümünü takip eden altı sezonun ardından, 31 Ocak 2021’de final yapan diziyi, çok sevdiğimiz karakterleri arasında dolaşarak anıyoruz.
Giriş metni: Anıl Nişancalı
Beyza Yıldırım yazdı: Beatrice Elizabeth (Sugarman) Horseman
BoJack Horseman’ı sarsmadan önce, problemli çocukluğuna ve sabotajcı ailesine dönüş yapmadan olmaz. Ailenin baskın, karmaşık, acımasız ve tam zamanlı zorba annesi Beatrice, BoJack’in dönmek istemediği geçmişinin kaçınılmaz bir parçası. Olmak istediği kişiyi kendisi seçemeyen bir jenerasyonun temsilcisi; travmanın travmayı nasıl beslediğinin göstergesi. Geçmişin, bugün kötü bir insan olmak için bahane edilmemesi gerektiğini duyuyor BoJack ve batık bir gemide hayatta kalmaya çalışıyor.
Sevmenin binbir türlü yolu var; en kolayını arayıp da bulamadığın bir ânı telafi etmek yerine bir ömür böyle yaşamak epey zor. Beatrice’in disiplinli ve mesafeli eşiyle paylaştığı ev, çocuğuna koyduğu sınırla iyice soğumuş. Hep susturulan, azarlanan ve yargılanan bir yemek masasında kendisini ne kadar değerli hissedebilirdi ki? Ebeveynliğin handikapı burada başlıyor; kendi ailesinden öğrendikleriyle başka türlü olmayı bilmeyen anne babalar, aynı hikâyeyi kalan ömründe paylaşıyor.
Son zamanlarını demans mücadelesiyle geçirip, ölümünün ardından bedava churro ısmarlanan Beatrice, BoJack’in yaşadığı gelgitleri hiçbir zaman göremedi. Bize kalan şey, yer yer geriye dönüşlerden ibaret olan Beatrice değil; cenazesinde bulunduğumuz bir anneydi. Hayat dersi vermek pahasına kırıp döktüğü evi, BoJack’in yıllar sonra yazılmış biyografisinde, kendisiyle ilgili olan bölümlerde saklı. Beatrice sadece bunları okumak istedi. Peki şimdi ne olacak? Oğluyla gurur duyan hatalı bir kadının yerinde dilenmeyen özürleri mi, hak edilmeyen bir sempati mi, suçlamaların asıl öznesi mi kalacak? Onu utandırmak istemeyiz ama “tepesi atmış bir oyuncak dinozor’’ ifadesiyle bu sahneye veda etti.
Yalnız Beatrice, çabalasa da başaramayan sert bir anne değil; çocuğunu istismar eden, hayatını gözetmeyen, hem fiziksel hem de ruhsal hasarlar içinde büyümesine göz yuman sadist bir anneydi. Kendisi olduğu için onu dışlıyor; eylemlerindense varlığını suçluyordu. Yıllar sonra bile hasar kontrolü yapıp, kötülüklerini telafi etmek yerine kayıtsızlığını koruyan ihtiyar bir kadın olması, oğlunun yiten gençliğinin cenazesini ziyarete gitmemek gibi.
Ali Güçlü Şimşek yazdı: Butterscotch Horseman
Sevgili Butterscotch,
Muhtemelen edebiyatta aradığın başarıyı yakalamış olsan dahi pek çok insani norma göre kötü bir baba, eş ve arkadaş olarak hatırlanmaya devam edecektin. Eğer at olmanın bu gerçeği değiştireceğini düşünüyorsan, yanılıyorsun.
İmza: Bir dost.
Bir Bojack Horseman eksperi olmadığım kesin ama dandik bir babayı nerede görsem tanırım. Günlük hayatta bir benzeri ile karşılaşmamanın olanaksız olduğu bu yıkıcı karakterin analizine dalarken, duyguları işin içine karıştırmadan yazmak âdeta imkânsız. Benmerkezci, baskıcı, kendi hayal kırıklıklarını çocuğunun burnundan getirirken, onun özgüvenini de rendelemeyi ihmal etmeyen bu model, Adem ve Havva’dan beri dünyanın dört bir yanına kök salmış kötü tohum örneklerinin en seçkinlerinden. Tatlı – acı bir klişe. Büyük hayaller, daha büyük hayal kırıklıkları, terörize edilmiş çocukluk ve sonsuz bir sarmal…
İşçi sınıfı bir aileden gelen Butterscotch Horseman, kendisini ABD’nin en iyilerinden biri yapacağını düşündüğü The Horse That Couldn’t Be Broken isimli kitabı ile adım attığı yazarlık kariyerinin yanı sıra BoJack’in tatmin olmak bilmeyen dipsiz kuyularının da mimarı. Çocuğun, ailezede zihninde hem köşe bucak kaçtığı hem de olası bir onay alabilme ihtimaliyle mütemadiyen kovaladığı kişi, Beatrice travmalarından kalan boşluklarda tabii. Her sorumluluk sahibi babanın yapabileceği gibi o da BoJack’in alkol bağımlılığının fitilini gencecik yaşlarda ateşlemiş, çocuğun kırıcı mizah anlayışının ve dengesiz ilişkilerinin temellerini de duygusal sömürü ve manipülasyonla atmış. Keşke zararı sadece BoJack’le sınırlı kalsaydı ama aile bir çeşit virüstür ve virüslerin hayatta kalabilmesi için yayılması gerekir.
Kapanış için tamiri pek de mümkün olmayan bu mükemmel baba – oğul paradoksuna popüler kültürden bir orta kesmem gerekseydi, aklıma Star Wars gelirdi. Mesela BoJack oyunculuk kariyerinde Horsin’ Around’dan öteye geçip, Luke Skywalker’ı falan canlandırsaydı, Butterscotch onun içindeki Darth Vader olurdu. Anakin de bi’ zamanlar pamuk gibi oğlandı ama işte karanlık baba yadigârı…
Deniz Dursun yazdı: Hollyhock Manheim – Mannheim – Guerrero – Robinson – Zilberschlag – Hsung – Fonzerelli – McQuack
Üçüncü sezonu kapatırken, koyu kestane saçları (Pardon, insan değilsin sen; saçların değil yelen olur) ve boynundan hiç çıkarmadığı kolyesiyle önce ekranlarımıza, sonra hayatlarımıza düşen Hollyhock’u en çok “Belki de gerçek sorun birbirimizi tanımaya başlamış olmamızdır.” cümlesiyle hatırlıyorum. Hiçbir zaman uzak değildik ama aramızdaki mesafe orada daha bir kısaldı. Sanki bakışlarındaki mana bile değişti.
Onu bazen kendime çok benzetiyorum. Bazen de apayrıyız. Benden genç. Türlerimiz farklı. Ben insanım, o bir at. Ama bu, bilgilerin en önemsizi. İkimiz de dünyaya bir başkası üzerinden tanımlanmak için gönderilmedik. Kendi görevlerimiz ve inşa ettiklerimiz var. Bir keresinde bir arkadaşım bana “Senin örtük olan duygu ve düşünceleri gün yüzüne çıkarma gibi bir yeteneğin var.” demişti. Aynısını Hollyhock’a söyleyip duruyorum. BoJack’in geçmişiyle yüzleşmesi ve duygusal dengesini bulmasında epey rolü olsa da o bundan ibaret değil. Gerçek bir karakter. Şu yeni moda lafla “kendi hayatının başrolü” dediklerinden. Kaygılı, çelişkili, kararsız, zeki, şefkatli, akıllı, meraklı, mesafeli, samimi, asi, sakin… Hollyhock bu işte, bu kadar. Hem bunların tamamı hem de daha fazlası. Abartılacak hiçbir şey yok.
Onun da iç sesi var; ona koca dünyada küçücük, önemsiz, lüzumsuz ve aptal olduğunu söyleyip duruyor. Onun da güvensizlikleri var; bunlarla bazen alay ederek, bazen içine kapanıp savaşıyor. Özeleştiriye açık. Kendini kurcalamaya bayılıyor. Duygularını anlamaya ve onlarla yüzleşmeye istekli. Onu, kendisi hakkında konuşabilme cesareti gösterdiği her an daha da çok seviyorum. Onu ağlamaktan korkmadığı için seviyorum. Tüm tembelliğine rağmen doğru anda doğru yerde olmayı, elini taşın altına koymayı bildiği için seviyorum. Annesini bulmanın peşinden inatla gittiği için seviyorum. Affedici, yapıcı ve anlayışlı yanının, özsaygısına gölge düşürmesine izin vermediği için seviyorum. Biz iyi arkadaşlarız Hollyhock. Sadece BoJack benim üvey kardeşim değil. Ne yazık ki ve iyi ki.
Efe Tunçer yazdı: Mr. Peanutbutter
Mr. Peanutbutter’ın Diane’e hiç yazmadığı mektubu:
Seni gördüm. Artık yazmam lazım kitabımı diye evden çıkıp gittiğin restoranda. Telefonda o adamla konuşuyordun. Nereden anladın diye sorma. Sen telefonu eline aldığın anda yan masamdaki o adamın telefonu çaldığı için değil; birini aramaya karar verdiğinde yüzünde beliren ifadeyi ezbere bildiğim için. Hepsi ezberimde. Gözlüğünü çıkarışın. Başını ellerinin arasına bırakışın. Ve yavaş yavaş, her seferinde, en sonunda istemeye istemeye o düşünceye varışın: Bambaşka bir yerde, bambaşka bir hayatın mümkün olduğuna, senin de onun bir parçası olman gerektiğine tekrar inanışın. Bu masalar, neon ışıkları, sinema salonları, havuzlar… Hepsine iğrenerek bakışın. Hepsi aklımda. O adamın telefonunun çalışı kadar gerçekten tanıyorum ben seni ve sana dair her şeyi. Her akşamüstü, o her uğursuz akşamüstü omuzlarına çöken hüznü; bir kafede tek başına kitap okurken, kafan her karıştığında “Yeterince zeki değil miyim acaba?” diye sinirlenip, aksi yöndeki tüm çabalarına rağmen parmaklarını oynatışını; eve her geldiğinde bana derinde, en derinde acıyarak bakışını ve nihayet kafanda ışıklı bir cam küre gibi berrak, yanıp sönen o soruyu biliyorum. Başka biri olabilir miydim? Olabilir miydin gerçekten? Bizimle tanışmasaydın; kafanda oturttuğun kavramları, sabitlediğin değer yargılarını, okuduğun kitaplarını, yalnızlığını, dertlerini anlayan bambaşka insanlarla tanışmış olsaydın. Bu plastik şehre değil de daha karanlık, daha sıkıcı ama daha gerçek bir yere kırmış olsaydın arabanın direksiyonunu o gün. Ve gittiğin her yerde, oturduğun her masada, zoraki bulunduğun bütün misafirliklerde sana samimiyetle sorsalardı insanlar: “Sen ne düşünüyorsun?” diye… Daha önemli, daha büyük, daha güçlü biri gibi hisseder miydin? Anlattıklarını neden anlattığını daha anlamadan, bir top gibi sana geri sektiren düz, kireç gibi, boş insan suratlarından daha fazlasını hak ediyor musun gerçekten? Gerçekten hiç hoşuna gitmiyor mu bu kadar beğenilmek? Gerçekten pişman mısın? Elini kalbine koy, içkini masaya bırak ve söyle. Şimdi. Şu an. Tam şu an, bizimle olmak yerine soğuk ve yalnız bir ülkede, kasvetli bir kulübede insanlığın derdine deva bulmak mı isterdin? Gözlerinin her hareketinden ne istediğini anlayan garsonlar yerine çevrende senden dertlerine bir çare, sorularına bir cevap, hayatlarına bir mana bulman için sana yalvaran gözlerle bakan zavallı insanlar mı olsun isterdin? O zaman bir anlamı olur muydu her şeyin? Bu kitap yayımlansa, arka arkaya Nobeller alsan, daha da para kazansan, bağışlar mıydın o paranın bir kısmını yoksa sen de çocuğumuzu en güzel okullara mı göndermek isterdin? Eğer öyleyse yaz o kitabı. Hemen yaz. Bana sorma. Kimseye sorma. Yemeğimi suyumu bırak ve git. Bizim restoranımızda, en sevdiğimiz restoranımızda başka adamlarla konuşmuyormuş gibi yapma. Yanlış bir hayatın doğru bir öznesi yapmaya çalışma beni. Söz veriyorum bir daha aramam seni. Yalvarmam. Onurumu bir daha ayaklar altına almam. Kutsal bir dava uğruna sokağa bırakılmış bir köpeğin gururuyla razı olurum kaderime. Ve yeni yalanlar bulurum kendime. Yeni havuzlar, yeni villalar, yeni restoranlar… Ve yıllar geçtikten sonra belki, belki affederim seni. Hatta anlatırım başkalarına o akşamı. Telefonu kapattı, geldi yanıma ve ilk defa doğruları söyledi bana derim. İşte o akşam değişti hayatımız. “Birbirimize güzel bir akşamüstü dürüst olmayı öğrendik.” diye anlatırım.
Ama
Sen de
Ben de
Biliyoruz ki
Bunların hiçbiri olmayacak. Yazamadığın o kitabın günah keçisiyim ben. Ve öyle kalacağım. Aklımın ermediği bir hayatın ideali, yaşanmayacak bir hayalin yansımasısın sen de ve öyle kalacaksın. Bu restoranlar, havuzlar, villalar, alkolik atlar, yalnız kediler, tekila shotlar, bu saçmalık, bu sirk, bu aramızdaki şey -yalan-; hiçbirinden vazgeçemeyeceksin. Telefonu kapatıp eve geleceksin. Kapıdan girip başın ellerinin arasında, kafanda uzak bir ülkenin hayaliyle soracaksın bana “Ne yesek bugün?” diye. Ve ben hiçbir şey olmamış gibi, sen o telefonu hiç açmamışsın gibi; uzaklarda başka bir ülke, başka bir hayat, başka bir ihtimal yokmuş gibi yavaşça eğip başımı “Hoşgeldin hayatım.” diyeceğim.
Yazabildin mi kitabını?
Vardal Caniş yazdı: Princess Carolyn
BoJack’teki her temsil başka sorular sorduruyor ama Prenses’in sorgulattıklarını ayrı seviyorum. Kendine vermediği, içinde olmadığını sandığı şefkati; sert, köşeli karakterinin kırılmaktan, toparlanamamaktan korkan hâlini gördüğümde bunun bir karşılığını buluyorum kendimde de. Kendini şefkatle sevmek yerine, takdir ederek ödüllendirmek için -zaman zaman da kırbaçlayarak- çalışmaya ve başarmaya zorlamasını, kendini bu şekilde sevebiliyor olmasını; -ama asla yeterli hissedemediğinden- durmadan, inançla, tutkuyla ve heyecanla çabalamasını -ki bu duyguları çoğu insan ergenlik çağlarından sonra, büyümeye başlarken yitirir-, temelde kendine olan bu inancını seviyorum. Ama sopanın ucundaki havuç, ancak ulaşamadığında ilerlemeni sağlayacak bir tuzağa dönüşebiliyor.
Kelsey bi’ bölümde şunları söylüyor: “Bi’ şey olur ve büyüme durur. Çoğu insanda bu evlenip hayatlarını bir rutine oturttukları zamana denk gelir. Karşına seni kayıtsız şartsız seven, değişmeni istemeyen ya da beklemeyen biri çıkar ve değişimin durur.” Bu cümle, son bölümde Prenses ile BoJack, Prenses’in düğününde dans ederlerken, BoJack’e söylediklerini aklıma getirdi: “Kendimden bir şeyler yitirmekten korkuyorum sanırım; başka birinin benimle ilgilenmesine izin verip, asıl kişiliğimi kaybetmekten; fazla rahatlamaktan korkuyorum, hassaslaşmaktan. Bunun başıma gelmiş en iyi şey olmasının yanında, beni olmam gereken kadar mutlu etmediğini gördüğümde, umutsuz vaka olduğumu anlamaktan…”
Bu alıntıya da Valerie Solanas’ın Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu kitabının önsözündeki Ayşe Düzkan sözleri ile cevap vereceğim: “[…] sertliğin, çok fazla kırılmış ve aslında kırılgan olanlara mahsus bir savunma güdüsünden kaynaklandığını düşünüyorum; yumuşak olmak, ancak çok güçlü olanların lüksü.” Yani kırılgan olabilme lüksü. Kadın olmak kendi içinde yumuşak olabilme gücü ve imtiyazını zaten barındırıyor. Kadın olmak çok içsel bir gücü taşıyarak doğmak anlamına geliyor bir noktada. Ama bu gücü, yumuşaklığı bir spektrum olarak algılamakta fayda var. Her an elimizin altında ve farklı koşullarda aynı biçim ve şiddetlerde kullanamadığımız ama sahip olduğumuz bir güç – kırılganlık dengesi…
Herkese karşı hassas, özenli, toleranslı olan Prenses’in, kendine karşı olan katı tutumunu ve belki de göğüslediği her zorlukla kendini sınar bir vaziyette olmasını anlıyorum / buna üzülüyorum / şefkat duyuyorum / sinir oluyorum.
Herkesin bakımıyla ilgilenip kendisinin yemek yemek, uyumak, sevgi görmek gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamayı ihmal ediyor. Kendinden esirgediği bir şefkat var ama ihtiyacını duymuyor değil. Başkalarından beklediği duygusal desteği alamadığı bir çok zaman -belki de bunu talep edemeyecek kadar kırılgan ve dolayısıyla sert olan doğası sebebiyle- hüsran gibi bir hisle bırakıyor kendini koltuğuna. Kendini yetersiz gördüğü, başkalarının onu görmezden geldiğini düşündüğü bir kokteyle dönüşüyor, iyi niyetli nafile çabaları. Bunları hak ettiğine, bazı şeylerin hak etmediği için olmadığına ikna.
Menajerlik yapıyor, başkalarında gördüğü potansiyeli değerlendirdiği bir meslekle uğraşıyor. Mesleğinin dışında, duygusal ilişkilerinde de gördüğü potansiyellere bağlanıyor. Aslında bu, bir yanıyla tanıdık. Kâğıt üstünde harika duran birçok ilişkiyi ağlayarak günlüğümüze yazdık. İyi niyetli temennilerin, kırıcı deneyimlere dönüşebileceğini öngörüyoruz. Ve denemeye devam ediyoruz.
Her şeyini -kendini- başkaları için feda edebilen bir Prenses’in mutlu olmak için bir şey yapamaması ve bunun farkında olup, bi’ yolunu bulamaması ne kadar hüzünlü. Mutlu olmayı becerememek, yolunu bulamamak diye bir şey var. Resim yapmak, müzik aleti çalmak kadar öğrenilebilecek olması içimizi rahatlatsa da kas hafızası gibi, duyguların da idman ve tekrarlarla üzerinde çok çalışılması gerekliliği sabır ve zaman istiyor. Prenses’in bahsettiği umutsuz vaka olduğunu anlamaktan korkmak, çok gerçek bir endişe. Bu yüzden 6. sezonda Prenses’in huzurlu ve mutlu olmanın bir yolunu bulmuş olduğunu ve o bulduğu yoldan gitmekten korkmadığını izlemek çok rahatlatıcıydı.
Kendimizi korumak için geliştirdiğimiz kabuklar olmadan, bir şeyleri öğrenmek zorunda kalmadan yaşayabilseydik güzel olurdu ama acı bir suya dönüşmemiş olmayı da bir armağan olarak kabul ediyorum. BoJack’in dediği gibi: “Kelsey, in this terrifying world, all we have are the connections we make.”. Meali: “Biz hepimiz, kurduğumuz bağlardan ibaretiz.”
Prenses bazen şu şarkıya benziyor:
People say I look happy
Just because I got skinny
But the old me is still me and maybe the real me
And I think she’s pretty
İnsanlar mutlu göründüğümü söylüyor
Sadece zayıfladığım için
Oysa ben hâlâ eski benim ve belki de gerçek benim
Ve bence o gayet güzel
(Billie Eilish – “SKINNY”)
Korcan Derinsu yazdı: Todd Chavez
Bazı arkadaşlar vardır: En kötü günde yanımızda olan, yardım etmek için her şeyi yapan ama yine de yeri gelince gazabımızdan kurtulamayan… Bir yandan görünmez gibilerdir; unuturuz yanımızda olduklarını, oradadırlar oysa. Bir şeyleri yoluna koyma konusunda kendi hayatlarında becerikli olamasalar da dış göz olarak çok iyilerdir ama sözlerini dinletmeyi çoğu zaman başaramazlar. İşte Todd onlardan biridir! Kıymetlerini de genelde hayatlarımızdan çıkınca anlarız. Tıpkı BoJack’in anladığı gibi.
BoJack’le aynı evi paylaşan, tüm zamanını boş durarak geçiren ve arada bulduğu parlak fikirlere yükselen biri Todd. Aslında Japonca biliyor; kaykay yapmaktan klavye çalmaya hatta bir rock operası yazmaya kadar birçok yeteneği var. En önemli yeteneği de doğuştan gelen girişimci ruhu. Bir sürü parlak fikir bulması tesadüf değil. En büyük sorunu ise istikrarsızlığı ve kendine değer vermeyi bilmemesi. Birçok girişimi batırması bu yüzden. Hayatının fırsatlarını cömertçe harcaması da boşuna değil. Öyle büyük bir boşvermişliği var ki Todd’un, hiçbir şey onun için fazla önemli değil gibi. Bir yandan da öyle değil. Bir yanıyla bir şeylere tutunmak istiyor, birilerinin hayatında yer etmek ve sevilen, vazgeçilmeyen o kişi olmak istiyor ama bir yandan korkuyor. Çok gerçekçi değil mi? Todd’u sevme nedenlerimden birisi de bu. Tam bir ayna vazifesi görmesi; komik ya da saçma gelen her hareketinde iç burkan, gerçek bir yan olması.
Todd’u iyice anlamak için BoJack ile olan ilişkisine bakmak gerek. BoJack, önceleri evde yalnız olmamak için Todd’un varlığına göz yumuyor. Todd’un BoJack’e söylediği şeyler o kadar doğru ki içten içe bunu bilen BoJack, onu duymazdan geliyor hatta bilerek kötü davranıyor. Zaman zaman Todd’u sabote etmesinin altında da bu yatıyor. Buna rağmen Todd her seferinde onu affediyor. Tıpkı böbreğe ihtiyacı olan annesini affettiği gibi. Todd’un annesiyle arasının olmadığını biliyoruz. Bunun sebebi de annesinin onu 18 yaşında kendi hayatını kurması için üvey babanın da etkisiyle evden yollaması. Todd’un sevilmek, kabul görmek isteyen bir karakter olmasının kökü burada yatıyor. Tüm bunlara rağmen, böbreğini vermeyi kabul ediyor. Daha sonra böbreğini başka bir ihtiyaç sahibine verdiğini hatırlıyor. İşte Todd’un özeti. İyilik yap, denize at, unut, affet ve tekrar iyilik yap!
Fakat Todd da değişiyor zamanla. Bir gün geliyor, BoJack’in kendisine “kötü” davrandığını anlıyor ve küs kalmasalar da yeniden çok samimi olmayacak şekilde bir mesafe çekiyor. Nasıl birileriyle partner olmayı deneyip, bir şeyleri sürekli oldurmaya çalışırken kendi aseksüelliğini keşfettiyse, burada da kendine değer vermeyi keşfediyor Todd. Bir şeyleri değiştirmek ya da düzeltmekten vazgeçiyor. Kendini kabul ediyor. Çok da iyi yapıyor. Umarım bir yerlerde mutlusundur Todd! Seni çok özlüyorum.
Zelal Buldan yazdı: Sarah Lynn
Üç, iki, bir ve sahne senin Sarah Lynn! Horsin’ Around dizisinin üç küçük yetim çocuğundan biri, BoJack’in en popüler yıllarının simge ismi Sarah Lynn; şatafatlı Hollywood dünyasının ortasında, sevimli suratıyla beliriyor ilk kez. O yıllarda henüz dibe çökmüş değil BoJack ve henüz lanetlenmemiş Sarah Lynn. Belki de Sarah Lynn için lanet ilk defa, çocuk oyuncu olarak başladığı dizide rol model olarak gördüğü BoJack’ten hayat tavsiyesi aldığında başlıyor:
“Ailen seni asla anlamayacak. Sevgililerin seni terk edecek, değişmeni isteyecek. Hayranlarına iyi davran, onlar da sana iyi davranır. En önemli şey onlara istediklerini ver. Seni öldürse bile. Sende bir şey kalmayana kadar içini boşaltsa bile.” Böyle başlıyor Sarah Lynn’in hikâyesi ve tıpkı BoJack’in ona söylediği gibi ilerliyor hayatı. Ailesi onu hiç anlamadığındandır ki mimar olmak istediği hâlde kendini hiç de hayalini kurmadığı televizyon dünyasının merkezinde buluyor. Sevgilisi onu ilk başarısızlığında terk ediyor. Hayranları ne istediyse onu yapıyor ve seksi bir şarkıcı olmak için çabalıyor. İçinde bir şey kalmayana dek uyuşturucuya sarılıyor; onu öldürse bile…
BoJack, Sarah Lynn’in içindeki yetişkin boşluğunu doldururken, bu arkadaşlığın onun için de bambaşka anlamları oluyor. Kendi sözleriyle; başkasının çocukluğunu yeniden yaratıp, kendi çocukluğunu düzeltmeye, ilgisizlikten gelen pişmanlığını çözmeye çalışıyor ve hastalıklı bir baba fantezisi oynuyor. Birbirlerine iyi geldiklerini düşündükçe daha da dibe batıyorlar böylece. BoJack ve Sarah Lynn yan yana geldikçe karanlık, olabilecek en siyah hâline bürünüyor.
Sarah Lynn, genç yaşta trajik bir şekilde öleceğini sık sık tekrarlıyor. Olduğu hemen her bölümde “ölüm” kelimesi bir kez geçiyor. Geçmediğindeyse hissediliyor. Uzun bir süre görünmediğinde, yani BoJack’ten uzak geçen döneminde ise ilk kez huzurlu bir şekilde başlıyor güne. Yetişkin hâli ilk kez böylesine mutlu görünmekle beraber, uzun süredir ayık olduğu da anlaşılıyor. Sönmeden önceki son parlayışını yaşıyor Sarah Lynn. Sönmesi için BoJack’ten bir telefon gelmesi yeterli oluyor. Kendini düzeltmek ve geçmişte hata yaptığı herkesten özür dilemek üzere Sarah Lynn’e sarılan BoJack’in bütün hatalarını beraber ziyaret ediyorlar. Fakat BoJack, en büyük hatasının yanı başında olduğunu unutuyor. Sarah Lynn, BoJack Horseman marka eroini bulduktan kısa bir süre sonra, yıldızları izledikleri o parıltılı ama karanlık gecede Bojack’in omzunda lanetinin finaline kavuşuyor:
“Gördün mü Sarah Lynn, lanetli değiliz. Genel anlamda bakacak olursak hepimiz bir gün unutulacak küçük zerreleriz. Geçmişte ne yaptığımız, nasıl hatırlandığımız önemli değil. Önemli olan tek şey bu tek muhteşem an. Değil mi Sarah Lynn?” Bu cümleler eşliğinde son nefesini veriyor Sarah Lynn ve BoJack’in muhteşem olduğunu sandığı o an, hayatının en trajik anlarından birine dönüşüyor. Sarah Lynn ise dizi evreninde küçük bir zerre olmaktan çok ötede, hiç unutulmayacak bir karakter olarak veda ediyor istediği gibi yaşayamadığı kısacık hayata.
İlayda Güler yazdı: Diane Nguyen
77 bölüm, 1300 küsur dakika… Bir biçimde BoJack’in çekimine kapılmış, hâliyle acısının da tadına bakmış pek çok kadınla tanıştık altı sezon boyunca. Fakat hiçbiri, ne kadar çabalasa da kendisinden başlayarak, yörüngesine giren herkesi hayal kırıklığına uğratmaktan gayrı yaşama yolu bulamayan bu koca atın hasar kaydını tutmak üzere senaryodan gelip geçmiş birer kurban değildi. Hollywoo’nun içine işlemiş ataerkil ikiyüzlülükle baş etme metotlarından kişisel travmalarını iyileştirme serüvenlerine; biricik hikâyeleriyle verdikleri güçlü hissin yanı sıra BoJack’i, olmayı arzu ettiği kişiliğe bir adımcık yaklaşmaya yönelten duruş ve davranışlarıyla da iz bıraktı o kadınlar. BoJack’in birine ihtimam göstermeye dair merakını yeşerten kardeşi Hollyhock; belki de hayatı boyunca dilediği en içten özrün muhatabı, yönetmen Kelsey; ona yıllarca sevgiyle göz kulak olan Princess Carolyn; adını anamadığım daha nicesi ve kendi deyimiyle onu en iyi tanıyan kişi Diane…
En iyi tanıma iddiasının müsebbibi; yolları, Diane’in yazacağı BoJack Horseman biyografisi için kesişen ikilinin hızla kurduğu bağ. O da birbirlerine çok benzediklerine dair geliştirdikleri inançla inşa oldu bana kalırsa. İhmal edilmiş çocukluklarından kalma ortak yaraları olsa da yetişkinliklerinde yaptıkları seçimler epey farklıydı oysa. BoJack dışarıdan onay almadan kendine katlanamaz, türlü bağımlılıklardan medet umarken; Diane inadına kendiyle uğraştı, kim olduğunu anlamaya çalıştı. BoJack’in hiçbir ahlakî yükümlülükle işi yokken; Diane’in uğruna tartışmaktan, rahatsız etmekten korkmadan sımsıkı tuttuğu değerleri vardı. BoJack’in kaçış yöntemi kamera önünde bir başkasını canlandırmakken; Diane’inki birilerinin yerine hayalet yazarlık yapmaktı. Diane BoJack’i hep gözetti, ona değer vermenin sancısını çekti; BoJack bunu pek az umursadı.
Diane ne kadar görülmediyse, o kadar görmek istedi. Kendi hikâyesini bulamadıkça, diğerlerininkine ses verdi. Kendinden şüphe ettikçe, ötekilere anlayış gösterdi. Vietnamlı Amerikalı kökenindeki çelişkinin katmerlediği aidiyetsizliğini ehlileştirmek için uzun yollar tepti; daima, zihnini yuva edinmiş ideallerinin peşinden gitti. İlişkilerinde kimseyi kandırmamayı tercih etti. BoJack “Sence benim için çok mu geç? İyi biri olduğumu söyle.” diye yalvarırken sessiz kaldığında ya da Mr. Peanutbutter’a gözlerini kısmaktan çok yorulduğunu itiraf ettiği ayrılık konuşmasında olduğu gibi. Efe’nin ortaya çıkardığı mektubu okumuş olabilseydi, bence ona da aynı dürüstlükle cevap verirdi. Bilgisayarının başına oturup, yaza sile yaza sile geçirdiği saatlerde, ekranda muhtemelen şöyle şeyler belirirdi:
“Birilerini memnun etmek neden bu kadar önemli senin için? Bunu yaparken asıl görmek istediğin, onların memnun olduğu mu yoksa senin memnun ettiğin, edebildiğin mi? Beni bazen memnun edemedin çünkü vadettiğinin tersine, o büyük jestlerinin altında bana dair pek bir şey yoktu. Bencildin; sana, taktığın mutluluk maskesinin ardından bakmak uzaktan güzel, umut verici, yakındansa tüketiciydi. Çoğu zaman beni görmedin; bana göstermek istedin. Bense erkenden görmüştüm seni ama vazgeçmek hiç kolay değildi. Biz beraberken, ruhlarımızın sancılarına merhem olabilecek ya da onları öylece yan yana tutabilecek hâlde değildik. Birbirimizi sevdik; ikimiz de sahiden denedik. Ne eksik ne yanlış, ne yetersiz ne de değersiz; sadece uyumsuzduk, o kadar. Bir de, tahminimden farklı oldu ama yazabildim kitabımı.”
Diane, fark edişlerin insanı. Başlarda onu anlamak kolay olmadı ama sezonlar ilerledikçe şeffaflaşan kalbi, içindeki sevgi, iniş çıkışları, kaybolduğu sorulardaki gerçeklikle gönülleri aldı. Bazen zar zor da olsa, ne yapıp edip umudunu ayakta tutma, devam etme azmi; elinden gelenin yetmediğini idrak ettiğinde gösterdiği veda edebilme cesareti gibi pek çok huyu saygı duyulası. Onun özgürleşme öyküsüne tanık olmak, değişiminin akıntısına kapılmak büyük zevk. Sonunda hep büyümeyi seçtiğini görmek gurur verici; bu uğurda sakince kabul ettikleriyle baş başa kalmanın hissi ise fazlaca yoğun, sıcak.
Alıştıra alıştıra finale geliyorum; doğru bildiniz. Onu aldığı kilolara, geçirdiği depresyona aldırmadan sevip güvenle saran Guy’la olmayı seçerek Houston’a taşınmasının ardından, Princess Carolyn’in düğünü için soluğu yeniden LA’de alan Diane, meşhur çatı dertleşmelerinin sonuncusunda “Sana üzerimde böyle bir güç tanıdığım için kızdım. Sana çok uzun bir süre öfkeliydim.” diyecek BoJack’e ve ekleyecek: “Olduğun kişi olmanı sağlayan bazı insanlar olduğunu düşünüyorum. Sonsuza dek hayatında kalmasalar da onlara minnettar olabilirsin. Sana teşekkür etmeliyim. Ve her şey yoluna girecek. Ve özür dilerim. Ve teşekkür ederim.”
Biraz daha konuşacaklar; gecenin güzelliği hususunda hemfikir olacaklar. O dostluk, bir türlü zincirlerini kıramayan o aşk, o garip titreşim, o ne olduğu belirsiz ilişkinin heyecanı Diane’in elini saçlarına götürecek; BoJack’in gözlerini buruk bir bakışa sürükleyecek. Arkada çalan şarkı “Sana seni sevdiğimi söyledim; lütfen bana inan. Yorgun olduğunu biliyorum; bu yüzden seni gülümseyerek terk ediyorum.” sözlerini söyleyecek. BoJack hapse dönecek ve “Sence benim için çok mu geç?” diye soracak yine; bu kez yalnızca kendine.