Bilge Nur Yılmaz’ın İstanbul-Philadelphia-Londra ekseninde hayat bulan solo projesi Tendertwin, pandemi döneminde ilk parçalarını dinlediğimiz günlerden beri radarımızda. 2023’de Demonation Festivali’ne de konuk olan müzisyen, uzun süredir pişirdiği ilk EP’si Ship Argo’yu temmuzun ilk günlerinde yayımladı.
Chamber-folk ve avant-pop elementlerini göçebe bir incelikle şarkılarında buluşturan Tendertwin, Ship Argo ile hem besteciliği hem de söyleyişiyle içsel dünyasının kapısını ardına kadar açıyor. Prodüktörlüğünü Yuri Shibuichi’nin üstlendiği EP, akılda kalıcı ve çoğunlukla melankoliye özdeşleşebilecek altı parçadan oluşuyor. Adını Yunan mitolojisinde “denize açılan ilk gemi” olarak bilinen gemiden alan Ship Argo’nun ardındakileri ve yazma pratiklerini konuşmak üzere Londra’ya, Tendertwin’in referans yağmurlu bahçesine bağlandık.
“Biraz korkunç bir şey kendini bu kadar hassas bir şekilde açmak ama başka bir yolu da yok sanırım.”
Biraz kaseti başa saralım. Philadelphia, Londra, Boğaziçi hikâyesine aşağı yukarı hâkimim ama senin için “evet, ben müzik yapabilirim, bunu istiyorum” dediğin o kırılma ânını merak ediyorum. Spesifik bir aydınlanma hatıran var mı?
İyi bir soru. Kendimle öyle bir konuşma yaptığımı hatırlıyorum, “Tamam, evet, böyle bir gerçeklik var, bunu yapan insanlar var, neden yapılmasın ki” gibi. İşin içinde olmama rağmen müzik endüstrisi genel olarak hâlâ çok opak bir yer. Kim neyi nasıl yapıyor, bütçeler nasıl, bir grubu nasıl yönetirsin, şarkıyı tek mi yazarsın, başkalarıyla mı yazarsın, prodüktörün rolü ne kadardır… Hepsi gri. Bu prosedürün içinde bir sürü değişken var. Dolayısıyla bu bilgilerin o kadar ulaşılmaz olması canımı sıkan bir şeydi. İnsanlarla konuşuyordum sürekli, bu iş nasıl yapılırı öğrenmek için. Eskiden nasıldı; bir plak şirketine gidiyorsun, CD ve plak etrafında dönüyordu her şey. Ben de o şekilde müzik toplamaya başlamıştım. Büyük büyük ofislerde, büyük şekillerde yapılan, korkutucu ve profesyonel bir iş olduğunu düşünüyordum. Sonra etrafımdaki birkaç insan kendi müziklerini yayımlamaya başladı; Dilan Balkay’la beraber korodaydık mesela. O zamanlar o da şarkılar yazıyordu bir yandan, bana CD Baby’den falan bahsediyordu. Her şeyi kendi başına yayımlayabileceğimi anlayınca, neden yapmayayım diye düşünmeye başladım. Biraz da deney olarak.
Lisede falan da şarkı yapıyordum. Bir İngilizce projesi için albüm yapmak istemiştim, essay yazılıyordu “bunu albüm olarak yapabilir miyim?” demiştim. Logic gibi programlarda şarkı yapmakla içli dışlı olmuştum zaten. Sonra COVID olunca, evde çok fazla vaktim olunca dedim ki “artık bir şarkı çıkarayım, bakayım nasıl olacak işler”. Başka şeylerin de buna vesile olması ve kolaylaştırması da itici güç oldu tabii. Roundhouse Collective’e girip bir sürü insanla konuştum, etrafımda bu işi yapan bir sürü arkadaşımla da. Ama o karar ânı sanırım üniversitede ana dallarımdan birinin müzik olmasına karar vermem oldu. “Diploması olan şey mesleğin olabilir” gibi düşünmüştüm.
“Plastik”, “Triangles” gibi ilk parçalarını yayımladığın zamandan beri müziğinin cazibeli bir derinliği olduğunu düşünüyorum. Daha uzun bir anlatıyı nasıl tasarlayacağını da merak ediyordum. Nitekim Ship Argo’da bu anlamda heyecan uyandıran bir iş. Bu EP’nin iskeleti nasıl çıktı ortaya?
İnsan yaptığı şeyi uzaktan göremiyor. Hepsi çok içten çıkan şeyler. Bir EP ya da bir şarkı koleksiyonu düşünürken bir konsept olsun, şu yönde gitsin gibi bir fikrim yoktu. Ship Argo ismi de şarkılar ortaya çıktıktan sonra geldi. Bir çatıdan öte biraz daha referans gibi.
EP çok kısa sürede kaydedildi ama şarkılar daha uzun süredir ortalıktaydı. Bu sıralar üzerine düşündüğüm bir konu da bu bir yandan, geçen hafta yeni şarkılar üzerine çalışmaya başladım. Biraz korkutucu bir şey, “Bunlar birbirine nasıl bağlanacak!” endişesi oluyor. Gizemli ve karmaşık, hatta yıllar alan bir süreç. “Girdik stüdyoya üç şarkıyı yaptık bitti” olmuyor. Bilmiyorum senin notların ne kadar düzenli ama benimkiler karmakarışık. Bir sayfada “köşe başında gördüğüm şeyler” başlıklı bir liste var örneğin. Onlardan bir şeyler çıkardığımı fark ediyorum. 2018’den, 2019’dan bazı notlar, “The Runners” şarkısından bir cümle olmuş mesela. Çok ayırdında olarak yaptığım şeyler değil; bir şekilde bir araya gelmişler. O yüzden Ship Argo’nun şarkılarının oluşumu için de spesifik bir zaman aralığı veremiyorum. Hep ufak tefek eskizler olmuş ama geçtiğimiz beş sene içinde demlenmişler ve “tamam artık biz söyleyeceğimiz şeye ve nasıl söyleyeceğimize karar verdik” demişler gibi. Gözlemlemesi enteresan bir şey, yaparken farkında olmuyorsun bunun. Geçmiş, gelecek, zaman hakkında düşünmeye saplantılı bir insan olarak benim için hatırladığım şeylerden beslenmek, bunların su yüzüne çıkması kaçınılmaz. Yeni albümümde de benzer durumlar olacak.
Şarkı yazımında iyi çalıştığını düşündüğün bir metodun, rutinin var mı?
Bence bu bir kas. Sürekli de yenilenen ve yeni yöntemler bulunabilecek bir kas. Söz yazmak konusunda belli başlı şairleri okumak ve eski notlardan gitmek gibi bir rotam var sanırım. Yazdığın şarkının ne anlama geldiğini bazen bir sene sonrasına kadar anlamıyorsun. Bunu söyleyen başka şarkı yazarları da olmuştu; biraz çalıp söyledikçe şarkıların kehanete dönmesi gibi bir durum. Bir şarkıyı her akşam konserde çalınca ya da bir başka deyişle “40 kere söyleyince” gerçek oluyor gibi.
Enteresan şeyleri denemeye, bir şeylerle oynamaya çalışıyorum. Bazı looplar yaratıp onları çaldıkça üzerine bir şeyler geliyor. Git-gelli bir süreç, çok metodik bir yaklaşımım yok. Ses kaydı yapıp dinliyorum. Belki bir daha hiç dokunmayacağım bir şey oluyor. Ya da o ses kaydını sürekli düşünüyorsam onun başına biraz daha oturmam gerektiğini hissediyorum.
Adrianne Lenker’ın bir şarkı yazma kursu vardı “School of Song” diye, ona katıldım. Orada bir şarkı yazdım ve normal yazma yöntemlerimden daha farklı bir yaklaşım olmak durumunda kaldı. O şarkıyla da tuhaf bir ilişkim vardı bu yüzden. Odada bir şeyi bulup ona bakarak, sadece onu gözlemleyerek yazma pratiği. Sonra Cornwall’da bizimkilere çalınca, en sevdikleri şarkı o oldu.
EP’deki parçaların çoğunun kendilerine yönelik yaptığın kazıların çıktısı olduğunu düşünmüştüm. Bir şeyleri sorgulamış, bazı kararlar vermiş bir Bilge’yi dinlediğimiz intibası var hatta. Kendini bu kadar açmak bir sanatçı olarak ne hissettiriyor diye sormayı planlamıştım.
Biraz korkunç bir şey kendini bu kadar hassas bir şekilde açmak ama başka bir yolu da yok sanırım. Sevdiğim ve dinlediğim müzikler de çoğunlukla bunu yapabilen şeyler. Belki kendini korumaya almanın bir yolu, kriptik şarkı yazımı olabilir. Biraz hassas bir süreç ama gerekli olduğunu düşünüyorum. Özellikle “ilk” albüm gibi şeylerde. Tarihsel olarak bakarsak da böyle. Söyleyecek daha fazla şey birikmiş oluyor sanırım. Atıyorum Bob Dylan’san, 50 tane albümün falan varsa muhtemelen başka şeyler hakkında yazmaya başlamak gerekiyordur. Yine kendinle bağ kurarak ama o kadar da introspektif olmadan.
Parçaların enstrümantasyonunda, kurgusunda da sözlerle çok uyumlu nüanslar var. Mesela “Asking”de arada fırtınalar kopuyor, çok keskin keskin anlar yaşıyoruz ama dingin bir limanda bitiyor. Düzenlemeler grup hâlinde mi oluyor, senden çıktıktan sonra ne kadar başka yerlere gitmeye açık oluyor bestelerin?
“Asking” hep öyle girift ve zor bir şarkıydı. Yeni şarkılardaki süreç biraz daha farklı. Normalde bir şarkıyı gruba taşımak kafamda her şeyin bitmiş, netleşmiş olması gerekiyor. Ama bu sefer biraz daha baştan birlikte deneyelim istedim. Öteki türlüsü sürdürülebilir mi emin değilim; şarkıyı bırakamıyorsun, bitireyim istiyorsun. “Asking”de yazılıydı birçok şey, şarkının o şekilde biteceğini biliyordum. Stüdyoda bir tane Grandmother Moog vardı, çok seviyorum onunla oynamayı. Bir sub aşkı vardı zaten, su altına düşmüş gibi olalım istiyordum. O kısım stüdyoda çıktı. Şarkıyı yapan birkaç element var kafamda ve onlar için gruba hakkını teslim etmeliyim. Oscar (Browne) mesela gitarları çaldı, o shred gibi anlar onun pedallarından geldi. “Çok rock değil mi” diye düşünmüştüm ilk başta! Biraz atonal bir bas var o parçada, özellikle dissonant olan. Onu da Yuri (Shibuichi) çaldı, ilk duyduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Temel hatları vardı ama biraz daha stüdyoda birleşip son hâlini alan bir şarkı oldu “Asking”.
“The Runners”ın da hikâyesine çok uygun bir salınımı var. Koşunun da hayatında yeri olan bir şeyi olduğunu yakın zamanda öğrenmiştik. Sanırım klibi de yakında yayımlanacak, değil mi?
Bence özellikle 3/4’lük kısımda var o bahsettiğin salınma hâli. “The Runners”ı ilk yaptığımda ve grupla konserlerde çalarken “oh be” dediğimi hatırlıyorum; tek majör akorlu şarkımızdı. Diğer şarkılar karanlığa giderken, onun bir hafifliği var.
Koşudan çok danstan etkilenen bir parça “The Runners”. Londra’ya geldiğimden beri fiziksel olarak epey farklı aktivitelere daldım. Üniversiteden mezun olurken de performans sanatlarıyla ilgili bir kurs yapmıştım. Mekânlarda fiziksel olarak nasıl var olduğumuzla ilgilenen birkaç eserle karşılaşmıştım. Valle Export’un Body Configurations’ı vardı mesela. Vücudunu farklı bölgelere sabitlemek üzerine. Benim kafamda bir yerle bir olmaya çalışmak, oraya ait olmaya çalışmak gibi yansımaları oldu. Bir ağaç kavuğu varsa onun içine girmek, kaldırımda bir yuvarlak varsa üzerine yuvarlak şekilde yatmak… Bende farklı bir his yaratan bir pratikti. Hem görünmez olmak hem kabul görmüş olmak gibi bir metafor. Gaga dansı var bir yandan, Ohad Naharin’in kurucusu olduğu bir akım. Biraz daha katatonik ve günlük hareketlerin bir dansa dönebilmesi üzerine. Yaptığımız her şeyin, bir small talk’un bile bir dans olduğunu düşünmek üzerindeki yükü ve baskıyı biraz kaldırıyor. Biraz daha oyun gibi bakabiliyorsun. “The Runners” da danstan çıktı. 3/4’e çıkınca vals gibi, 4/4’e çıkınca koşmaya geçelim gibi.
Koşmaya da geçen sene başladım, hatta alan araştırması yapmak için buradaki koşu kulüplerine katıldım, her hafta başkalarıyla koşuyorum. O his nedir acaba onu anlamaya çalışıyorum. Hep solo koşardım ve koşan başka birini görünce “ben yalnız değilim; benim gibi şu an aynı aktiviteyi yapan, hayatı benden farklı olan ama aynı niyetle burada olan biri var” hissi oluyordu. Bunu grup hâlinde yapmak nasıl oluyor onu merak ettim. Şarkıdan sonra geldi tabii. Video klip de dans ve koşu karışımı, eğlenceli bir şey oldu. Burada bir parkta çektik, şu anda kurguda.
“Always Moving” de konuşmak istediğim parçalardan biri. Girdiğin dünyanın ne kadar zengin olduğunu hissettiren bir açılış parçası. Ayrıksı bir sürü katman akıyor ama müthiş bir bütünlüğü de var. Ses işçiliği olarak da EP’deki diğer parçalardan ayrılıyor. Nasıl böyle açmaya karar verdin Ship Argo’yu?
Çok sonradan geldi. Aslında BBC Radio 4’daki bir programın sonik, deneysel hikâye anlatımı üzerine bir komisyonu vardı. Ben de başvurdum; o fikir aklımda vardı ama albüm için düşünmüyordum. Oxford’da okurken bir sürü farklı yerden insanla tanıştım; aidiyet ve bir yerde olmak konusunu düşünüyordum ve bunun büyük bir kısmı da dille alakalı bir şey. Bunu benim söylemem de enteresan bir yandan, anadilimde yazan bir insan değilim. Seçim de değil; o şekilde oluverdi.
Etimolojiyi de çok severim, dillerin nasıl fonetik nasıl duyulduğuna kafa yorarım. Bazı insanların kendi dillerinde söyledikleri deyimlerin çevrildiğinde garip duyulması ama bir yandan poetikliği olması çok hoşuma giden bir şey. Bu şiir kafamda vardı ve başka dillere çevrildiğinde nasıl duyulacağını merak ediyordum. Birkaç arkadaşımla muhabbet ettikten sonra insanlar kendi çevirileriyle bunu yorumlarsa enteresan olabilir diye düşündüm.
O şarkıda “Asking”in sonundaki üç armonili melodiyi söylüyorum aslında ama farklı bir hızda. Biraz da korodan ilham alan bir pratik. Herkesin seslerinin frekansı farklı, bazılarının bas bazılarının çok tiz sesleri var. Radyo programının teması da topraktı, iyi bir şekilde bağlandı onunla da. Yuri’yle konuşurken bu şarkıyı koda olarak düşünüp EP’nin sonunda olmasına karar vermiştik. Bir gün garip bir saatte “‘Always Moving’ bir koda değil, o bir intro!” diye mesaj attı. Böyle bir aydınlanma yaşandı ve açılış parçası oldu.
Kısa kısa bahsettik ama Yuri Shibuichi ile yollarınız nasıl kesişti?
Güney Londra sahnesi biraz ufak, herkes birbirini tanıyor. Yuri’nin müziğini biliyordum, çünkü Dan Carey’nin yaptığı müzikleri çok seviyorum. Onun prodüktörlüğünü yaptığı gruplardan biri de Honeyglaze, Yuri de onların davulcusu. Müzik dersi vermeye başladığım bir yerde o da çalışıyordu. Orada tanıştık, muhabbet ettik. O sıralar kimle nasıl çalışırım diye düşünüyordum.
Litvanyalı ressam Čiurlionis’in sergi açılışına gitmiştim. Bir yandan kompozisyonlar yapıyor, burçlara ve astronomiye ilgisi var. Silik paletler kullanıyor, semboller ve silüetler çiziyor; spiritüel bir tarafı var. Açılıştaki bir odada da onun müzikleri çalıyor; bir kız koymuşlar, sana fal bakıyor. Gittim sıraya girdim, ne sorsam diye düşünüyorum. “Bu EP’yi kimle ve nasıl kaydedeceğim?” diye sordum. Bana baktı ve telefonundan bir şeyler yazmaya başladı. Meğer bir app varmış, oraya yazıyor ve bir fiş çıktısı alıyorsun. Epey de uzun yazdı. “Honeyglaze’de çalan arkadaşım Yuri’yi öneririm. Aynı zamanda büyük bir plak şirketiyle çalışmanı da tavsiye etmem” yazıyordu aldığım fişte. Şaşırıp kaldım. O hafta tanışmıştım Yuri’yle, Tapir!’in albümünü de o yapmıştı ve çok iyi olduğunu düşünmüştüm. Kafamda böyle şeyler varken bir de bu yaşanınca çok şaşırmıştım. Bir ay sonra beraber stüdyoya girdik. Onunla çalışmak da çok rahattı, şahane bir insan.