Sinema ve video sanatındaki üretimlerinin yanı sıra Angel Olsen, Mitski, Beach House gibilerine çektiği video kliplerle de tanınan Zia Anger imzalı My First Film / İlk Filmim; başarısızlığın, kırılganlığın ve “gerçek mi değil mi?” dedirten anlatıların tam ortasında, cesur bir yolculuk. Biz de bu yolculuğa an itibarıyla MUBI aracılığıyla eşlik edebiliyoruz.
Zia Anger, sanatçı olmanın yalnızca alkışları toplamaktan ibaret olmadığını, bazen sahneden düşmenin de bir tür dans olduğunu kanıtlıyor. Anger’ın bizi hem kişisel hem de sanatsal kaosunun içine çektiği ve My First Film’in bir canlı performanstan “kurgu mu, belgesel mi, yoksa Zia’nın kafasındaki bir düş mü?” diye sorgulatan eklektik bir meta-film hâline nasıl dönüştüğüne hep beraber bir bakış atıyoruz bu sohbetle.
Otobiyografi mi dediniz? Zia bu kelimeye yeni bir anlam kazandırıyor. Çünkü Zia’ya göre gerçeklik yaşananlarla sınırlı değil, hayal gücüyle şekillenen bir alan. Film ne “kurgu” ne “belgesel” ne de tam anlamıyla bir “aşk mektubu.” Hepsi biraz var ama hepsi biraz eksik. Burada amaç, nesnel bir gerçekliği izleyiciye sunmak değil; daha derin, duygusal bir yolculukla gerçeği bulmaya çalışmak. Anger’ın gençliğini yansıtan baş karakter Vita, kimi zaman sevimsiz, hata dolu ve krizlerle boğuşan biri – yani hepimiz gibi!
Şöyle açıklıyor meseleyi:
“Benim için otobiyografi, gerçekleşen olayların katı gerçeği ile benim algım arasında bir yerde duruyor. Yaşadığım deneyimler, hissettiklerim ve bunların olayları nasıl şekillendirdiğiyle ilgili bir karışım gibi. My First Film’i yaparken, özellikle ‘kurgu’ ya da ‘belgesel’ gibi etiketlerden kaçındım. Film endüstrisi etiketleri sever, türlere sokmayı sever fakat benim ilgimi çeken bu değildi. Gerçek, benim için bazen bir engel olabilir. Kulağa paradoksal geliyor, değil mi? Ama doğru. Bazen soğuk ve sert gerçekler, daha derin ve dürüst bir hikâye anlatımının önünde bir engel oluşturabiliyor. Bu fikir filmin sonunda da yatıyor. Bir hikâye anlatıcısı olarak temel amaçlarımdan biri, gerçekçi olmayan bir dürüstlüğe ulaşmaktı. Otobiyografi, bu süreci tanımlarken kullanmaya başladığım bir kavram oldu; çünkü gerçeğin ötesine geçip, daha derin bir şeye ulaşmaya çalışıyordum.”
Film, gerçeğin dinamik olduğunu öne sürüyor. Her anlatımla, her yorumlamayla evriliyor ve değişiyor. Anlatıların öznelliğini ve farklı bakış açılarıyla şekillenebileceğini vurguluyor. Anger’a göre gerçeklik algısının nasıl değiştiğini soruyorum; özellikle de kişisel deneyimler, toplumsal yapılar ve hikâye anlatımının değişen doğası bağlamında.
“Benim için gerçek, durağan bir şey değil. Hareketli, akışkan, bir akıntı gibi zamanla değişen bir şey. My First Film’de bu gerçeğe doğru ilerlerken, sinema yoluyla hayatımın daha neşeli anlarını ifade etme arzum vardı ve sinema, gerçekliğin ötesine geçebileceğiniz bir alan sunuyor. Müzikallere bakın; gerçekçilikten çok uzaklar ama insanlar şarkı söylemeye başladığında, ‘evet, işte aşk böyle hissettirir’ diye düşünüyorsunuz. Gerçekçi değil ama bu bir gerçek.”
“Gerçekçilikten sıyrılmak ve daha duygusal, efsanevi bir hikâye anlatımını kucaklamak istedim. Filmdeki, şehir efsanesi gibi görülen sahneye bakın; bu anlatının doğruluğundan hiçbir şey eksiltmiyor. Aksine, onu derinleştiriyor. Sanatsal süreçte suçlama ve utançtan da kurtulmak istedim. Kimseyi suçlamak istemedim, kendi hatalarımdan utanmak da istemedim. Bunları sahiplenmek, sorumluluğunu almak istedim. Zaman… Zaman bir uyuşturucu gibi. Size perspektif verir, olaylara farklı açılardan bakmanıza yardımcı olur. Benim için gerçek sürekli evriliyor. Hem geçmişteki hem de gelecekteki versiyonlarımın sorumluluğunu almakla ilgili. Bugünün gerçekleri, yarının gerçekleri olmayacak ve bununla barışmayı öğreniyorum.”
Peki ya ilk filmi Always, All Ways, Anne Marie’nin IMDb’de “terk edilmiş (abandoned)” olarak işaretlenmesine ne demeli? Zia burada âdeta bir “hoş geldin başarısızlık” partisi düzenliyor. Film tamamlanmış olmasına rağmen, 50’den fazla festivalden reddedildi. Ne büyük başarı! Evet, doğru duydunuz, başarı! Başkalarının “terk edilmiş” diyebileceği bu projeye Zia, yıllar içinde şefkatle bakmaya başarmış. Bu filmi çıkarmak yerine, yaratıcı acılarından öğrenip yeniden doğan bir sanatçıya dönüşmüş ve bu “terk edilme”yi, kendi kişisel kürtaj deneyimleriyle paralel olarak görüyor – her iki deneyim de ona, bugünkü hayatını yaratma özgürlüğünü vermiş. Anlatıyor:
“‘Terk edilmiş’ ya da ‘başarısız’ filmlerle ilgili pek çok paralel dil var ve kendi kürtajlarımı düşündüğümde, bu deneyimlerimden ne kadar minnettar olduğumu fark ettim. Bana o an hayal edemediğim bir hayat yaşamam için alan açtılar. İlk filmim çıksaydı, muhtemelen havalı bir bağımsız film yönetmeni olurdum ama o zamanlar insanlara iyi davranmıyordum. Büyümek ve kendimi geliştirmek için zamanım olmazdı. Aynı şekilde, eğer o kürtajları olmasaydım, şu an 16 yaşında bir çocuğum olabilirdi. Belki hâlâ filmler yapardım ama şu an sahip olduğum hayatı yaşamazdım ve hayatımdan gerçekten memnunum. Hem ‘başarısız’ film hem de kürtajlar bana daha dolu, zengin bir hayat yaşamak için alan açtı. ‘Terk edilmiş’— IMDb’de böyle tanımlandı. Komik, değil mi? Hem insanı hem de şirketi temsil eden garip bir terim, özellikle de IMDb’nin Amazon’a ait olduğunu düşünürsek. Aslında bu yüzden canlı performanslar yapmaya başladım. Filmimin ‘terk edilmiş’ olduğunu okuduğumda, festivallere kabul edilmemiş bir proje için bu vahşi bir tanımlamaydı.”
“İnsanlar ‘başarısız’ kelimesini çok fazla kullanıyor ve başkaları bunu etiketlemeye başlayana kadar bir başarısızlık olarak düşünmemiştim bile. Ama evet, bu bir başarısızlık – eğer başarı-başarısızlık ikiliğine inanıyorsanız. Zamanla bunu farklı görmeye başladım. Doktorun My First Film’in sonunda dediği gibi: Dış dünyada var olamayacak kadar narin bir hücre yığını. Hayatta kalması mümkün değildi ve bu iyi bir şey. O film çıksaydı, şu an tamamen farklı bir yerde olurdum – ve olmadığım için mutluyum.”
“İlk filmim festivallere kabul edilmediğinde uzun süre karanlık ve yalnız bir yerdeydim. Kimseye anlatmadım. Yıllarca mutsuz oldum. Ama bu durumu paylaşmaya başladığımda, yalnızlık duygusu hafifledi. Birden insanlar bana kendi hikâyelerini anlatmaya başladı ve yalnız olmadığımı fark ettim. Onların başarısızlıkları belki bir film değildi ama herkesin bir benzer şeyi vardı: Yayımlanmayan bir kitap, boşanma, mezun olamama… İnsanların hayatlarında utanç duyduğu ya da başarısızlık olarak gördüğü şeyler. Hikâyemi paylaştığımda, onlar da kendi hikâyelerini paylaştı ve kısa bir an için bile olsa o yalnızlık ve umutsuzluk hafifledi. Bu da kahkahaya, neşeye ya da sadece ‘Evet, dünya berbat bir yer ama hepimiz aynı gemideyiz’ farkındalığına yer açtı. My First Film ile iletmek istediğim şey buydu – neşe kalıcı olmasa da mümkün”
#MeToo öncesi bağımsız film dünyasına dair de söyledikleri önemli. O dönemde “gerçekçilik” adına sınırlar zorlanıyor, insanlar gereksiz risklere itiliyordu. Zia, o yıllardan öğrendiği derslerin bugünkü yönetmenlik yaklaşımını nasıl şekillendirdiğini anlatırken, bir yandan da bu tehlikeli film kültürüne sert bir eleştiri getiriyor. “Gerçekçilik” diyoruz ama ne pahasına?
Zia Anger’ın tarzı, ağır ve derin temalarına rağmen mizah ve dürüstlükle dolu. Evet, sanatı eleştiren ama aynı zamanda kendine gülen bir Zia var karşımızda. Karakterlerini romantikleştirmek ya da onların kusurlarını gizlemek gibi bir derdi yok; özellikle de Vita’yı.
Vita film boyunca hatalarıyla, zorlayıcı kişiliğiyle orada, tüm çıplaklığıyla duruyor. Anger, geçmişini idealize etmek yerine, onunla acımasız bir dürüstlükle yüzleşiyor ve bu, My First Film’in gerçeklik hissini kuvvetlendiriyor. İzleyiciye de “Haydi gelin, hep birlikte hatalarımıza bakalım” diyor.
Uzun lafın kısası, My First Film, yaratım sürecinin kendisini keşfetme yolculuğu. Zia Anger, sanatın kişisel kaostan nasıl doğduğunu ve bir şey yaratırken aslında kendimizi de yeniden yarattığımızı gösteren bir film. Hatta bir filmden öte, Zia Anger’ın dünyasına açılan bir kapı!